Allah'ın selamı üzernize olsun hocam. uzatmadan konuya girmek istiyorum. Bir sosyal paylaşım sitesinde bir durum arzetmiştim. ' Şüphesiz ki biz, kitap hediye eden çay getirenleri kendimize dost bildik'' diye. Ama bana çıkışan oldu: Ayet uslubuyla yazıldığı için doğru değil dedi. Ayet uslubuyla konuşmamız günah mıdır ki ? Allah razı olsun

 

*******

Ve aleyküm selam.

O sözün nesi doğru değilmiş anlayamadım... Keşke hep Kur’an üslûbiyle konuşabilsek... Allah Teala’nın kelâmından, O’nun üslûbundan-tarzından daha güzel, daha enfes, daha veciz hangi kelâm vardır ki?

Kanaatimce arkadaşlarınız lüzumsuz bir hassasiyet göstermiş... O sözü söyleyenlerin, sizin üslûbunuza karşı çıkanların da kötü bir niyetleri olacağını düşünmüyorum. Sadece Kur’an’a olan saygılarından dolayı böyle bir itirazda bulunmuş olmalılar...

Oysa tarihte, bu istikâmette dilini ve gönlünü Kur’ân-ı Kerîm’den başka bir şeyle meşgûl etmeyen... Her arzusunu Kur’ân-ı Kerîm’den âyet okuyarak isteyen... Her sorulanı Kur’ân-ı Kerîm’den âyet okuyarak cevaplayan, onun lafzına ve mânâsına vâkıf nice insanlar yetişmiştir.

Tâbiîn’in büyüklerinden Abdullâh İbn Mübârek (rh.) hazretleri, bu vasıfları taşıyan bir kadının ibret ve hikmetlerle dolu hâlini şöyle nakleder:

“Allâh’ın Beytü’l-Harâm’ını hac ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabrini ziyâret maksadıyla yola çıkmıştım. Yolda bir karartı gördüm. Dikkatlice bakınca ne göreyim: Sırtında yünden bir bürgü, başında da yünden bir başörtüsü bulunan yalnız bir kadın!..

Kendisine:

“–Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!” diyerek selâm verdim.

O da, Yâsin suresinden:

(Bu da) Rahîm (ahirette mü’minlere rahmet edecek) olan Rab’lerinden bir selâmdır!” [Yâsîn suresi, 58] âyetini okuyarak selâmıma mukâbele etti.

Ona:

“– Allâh senin iyiliğini versin! Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordum.

A’râf suresinin 186. âyetinden:

“Allâh kimi şaşırtırsa, onu yola getirecek yoktur…” kısmını okudu.

Anladım ki, yolunu kaybedip orada kalmış. Ona:

“– Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum.

İsrâ suresinin 1. âyetinden:

“Kulunu bir gece Mescid-i Harâm’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götüren…” kısmını okudu.

Anladım ki, kendisi haccetmiş, Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) gitmek istiyor. Ona:

“– Sen kaç gündür buradasın?” diye sordum.

Meryem suresinin 10. âyetinden:

“Sen sapasağlam olduğun hâlde, üç gece…” kısmını okudu.

Ben:

“– Senin yanında yiyeceğin bir şey göremiyorum?” dedim.

Şuarâ suresinin:

“Beni yediren, içiren O’dur!” mealli 79. âyetini okudu.

Ona:

“– Sen ne ile abdest alıyorsun?” diye sordum.

Nisâ suresinin 43. âyetinden:

“... Su da bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm ediniz!..” kısmını okudu.

Ona:

“– Yanımda yiyecek var. Yemek ister misin?” dedim.

Bakara suresinin 187. âyetinden:

“…Sonra, akşama kadar orucu tamamlayınız!..” kısmını okudu.

Kendisine:

“– Bu ay Ramazan ayı değil ki?” dedim.

Bakara suresinin 158. âyetinden:

“...Kim gönlünden koparak (tatavvu ile farz-vacip olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfâtını görür). Çünkü Allâh, tâatlerin ecrini veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir!” mealli kısmını okudu.

“– Seferde iftar bize mübah kılınmıştı ya?” dedim.

Bakara suresinin 184. âyetinden:

“...Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” meâlli kısmını okudu.

Ona:

“– Sen benimle, niçin benim seninle konuştuğum gibi konuşmuyorsun?” diye sordum.

Kaf suresinin:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın!” mealli 18. âyetini okudu.

Ona:

“– Seni deveme bindirip kâfilene yetiştireyim.” dedim.

Bakara suresinin 197. âyetinden:

“…Siz ne hayır işlerseniz, Allâh onu bilir…” meâlli kısmını okudu.

Kendisini bindirmek üzere hemen devemi ıhtırdım. Nûr suresinin 30. âyetinden:

“Mü’minlere söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar!..” meâlli kısmını okudu.

Deveye binince, Zuhruf suresinin 13 ve 14. âyetlerinden:

“...Bunları bize râm eden (boyun eğdirip emrimize veren) Allâh’ın şânı ne yücedir! Yoksa, biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz (demelisiniz).” mealli kısımları okudu.

Yola koyulunca da Müzzemmil suresinin 20. âyetinden:

“…Artık Kur’ân’dan, kolayınıza geleni okuyun!..” meâlli kısmı okudu. Ben de;

“...Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir…” [Bakara suresi, 269] âyetinden ilhâmla:

“–Sana çok hayır verilmiştir!” dedim.

O da, bu âyetin devâmındaki:

“...Sâlim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünmez!” [Bakara suresi, 269] meâlli kısmını okudu.

Nihâyet kâfileye yetiştim ve:

“– İşte senin kâfilen bu! Onun içinde senin kimin var?” dedim.

Kehf suresinin 46. âyetinden:

“Servet ve oğullar, dünya hayatının zînetidir…” meâlli kısmı okudu.

Anladım ki kâfilenin içinde oğulları var.

“– Onlar hac kâfilesinde necidirler?” diye sordum.

Nahl suresinin:

“Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” meâlli 16. âyetini okudu.

Anladım ki, oğulları kâfilede kılavuzdurlar. Çadırları ve imâretleri kastederek:

“– Şu çadırların içinde seninkiler kimlerdir?” diye sordum.

Nisâ suresinin 125. âyetinden:

“…Allâh, İbrâhim’i bir dost edinmiştir.” meâlli son kısmı, 164. âyetinden “…Allâh, Mûsâ ile gerçekten konuştu.” meâlli kısmı, Meryem suresinin 12. âyetinden; “Ey Yahyâ! Kitâba var gücünle sarıl!..” meâlli birinci kısmı okudu.

Bunun üzerine, ben de:

“– Ey İbrâhim! Ey Mûsâ! Ey Yahyâ!” diyerek seslenince, ay parçası gibi üç genç çıkageldiler.

Gelip oturdukları zaman anneleri, onlara Kehf suresinin 19. âyetinden:

“...Şimdi siz birinizi gümüş para ile şehre gönderin de, baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse ondan size bir erzak getirsin!..” meâlli kısmı okudu.

Gençlerden biri giderek yiyecek satın aldı, onu önüme koydular. Kadın, el-Hâkka suresinin:

“Geçmiş günlerde işlediğiniz iyiliklerin karşılığı olarak âfiyetle yeyiniz, içiniz!” mealli 24. âyetini okudu.

Fakat ben kadının oğullarına:

“– Şimdi siz onun (annenizin) hâl ve şânını bana haber vermedikçe, taâmınız bana haram olsun!” dedim.

Bunun üzerine gençler:

“– Bu bizim annemiz, Rahmân olan Allâh’a karşı bir hatâya düşme korkusuyla, kırk yıldan beri Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden başkasını tekellüm etmez, konuşmaz!” dediler.

Ben de Cuma suresinin:

“Bu, Allâh’ın kime dilerse ona vereceği bir fazl(u inâyettir)! Allâh büyük fazl(u kerem) sahibidir!” meâlli 4. âyetini okudum.» [M. A. Köksal, Kitâb ve Sünnet, 21-25; Ali Özek, Edebî Metinler, Özek Yayınları (Tercüme: N. Ödül), İstanbul, 1998 ]

Abdullah İbn Mübarek (rh.), bu hadiseyi Kur’an’da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı.

Nitekim İbn Abbâs (r.anhuma), hayatlarının her safhasında Kur’ân’a sarılan mü’minlerin o ilahi kitaptan nice nasiplere mazhar olabileceklerini... Binaenaleyh hayâtımızın Kur’ân’la ne derece içiçe olması gerektiğini ifâde sadedinde şöyle demiştir:

“Devemin ipi kaybolsa, onu bile Allâh’ın kitâbında bulurdum…”

***

Hakikaten çok ibretli bir kıssa... Sizin anlattığınız duruma / soru ve sorununuza tam bir cevap ve ders teşkil edecek mahiyette bir vak’a. Bize de;

"Fa’tebiruu yâ üli’l-ebsâr!" (Ey akıl/ basiret sahipleri, ibret alınız!) demekten başka bir şey kalmıyor.

Go to top