Bir yazınızda “Evet, bu büyüklerin (evliyaullah'ın) meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede ehlidir; aynı zamanda, tecellî ve zuhûrât erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a‘zâd olmuşlardır. Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün dışındadır…”
Hakikaten zor; fakat, az da olsa ilmen istifadesi mümkün olan bir yazı... Yazıda bu ifadeleri biraz açar mısınız?
Cevabımız
Sevgili kardeşim;
Yazıda açmamızı istediğiniz kısmı, "karınca kadrince" açmaya-açıklamaya çalışalım.
Bâtın erbabını, maneviyat büyüklerini zâhir ehlinden ayıran meziyetler vardır... Onlar kendilerini, diğerlerine nisbetle yücelten manevi üstünlük, değerlilik, yüksek karakter sahibi olmak gibi farklı vasıflara sahiptirler. Keşf ve müşahede ehlidirler; basîretleri açıktır, beden ve his perdesini aralayıp ruh âlemini seyredebilirler... Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, onları temaşa ederek, yaşayarak vakıf olurlar... İlham yoluyla doğrudan-vasıtasız Allah Teâlâ'dan bilgi alırlar. Bu bilgi; ya İlahi hitabı işitmek-dinlemek veya gayb âlemini görmek suretiyle elde edilir. Şeyh-i Ekber'in (k.s.) ifadeleriyle velîler ilimlerini, peygamberlere (aleyhimüsselam) vahiy getiren meleğin aldığı menba'dan doğrudan alırlar. Ve yine ona göre, bazı keşifler kesin bilgi verir.
Onlara göre, duyular vasıtasiyle maddî âlemden gelen tesir, manevi kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde oluşturur. Rabıta, zikr-i kalbî, tefekkür veya riyazat, tasfiye ve tezkiye yoluyla bu perde kalkınca, gayb âlemi âşikâr olarak görülür. Bu perdenin açılmasına keşf denir.
Allah Teâlâ her an onların kalplerinde/lataifinde hazırdır. Mana âleminde gördükleri ve bu âlemle alakası bulunan ulvi ve ruhî hallerler hakkındaki müşahedeleri doğru ve sıhhatlidir; çünkü temâşa eden temâşa edilenle kaim ve onda fanidir. Zâtî tecelliye mazhardırlar. İlmü’l-yakîn ve Aynü’l-yakîn’in ötesinde Hakku’l-yakîn sahibidirler.
Allah Teâlâ’ya olan muhabbetleri/sevgileri kendilerini öylesine kuşatmıştır ki, mâsivayı yani Allah’tan başka her şeyi mecazen filan değil, hakikaten terk etmişler; ne kavlen, ne fiilen, ne amelen, ne de havatıran O’ndan başka bir şeyi ne görür ne de idrak eder (algılar) durumdadırlar.
Evet, buraya kadar dilimizin döndüğünce, elimizin erdiğince, gönlümüzün aktığınca, sepetimizdeki pamuğumuz miktarınca bir şeyler söylemeye, mevzuu açmaya çalıştık.
Bundan ötesi içinse, sözü gene İmâm-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine bırakmanın isabetli olacağını düşünüyorum. Zira diyor ki o büyük zat: “Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün dışındadır.''
Hâl böyle olunca, ikinci bin yılın müceddidinin böyle söylediği derûni bir sâhada, Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîri durumunda bile olmayan / olamayan bizim gibi aciz birisinin ne diyeceği olabilir ki?! Tabii acziyetimizi itiraf ve ifade etmekten öte… Öyle değil mi sevgili kardeşim! Sizin de ifadeniz üzere, “Hakikaten zor; fakat, az da olsa ilmen istifadesi mümkün olan bir yazı…”
Sizi gerçekten gönülden tebrik ederim; çok yerinde bir ifadeyle "ilmen istifade" terkibini kullanmışsınız. Çok doğru; çünkü bu sâha kaal (söz) sâhası değil, hâl sâhasıdır. Zaten onun içindir ki, tasavvuf ilminin bir adı da, "İlm-i hâl"dir.
Son söz; eğer bizim gibi sıradan bir kimse bu anlatılan hususun hakikatini anlamak-idrak etmek isterse, herhalde rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Aksi takdirde anlatılanlara, bildirilen şekliyle inanarak bu işin nasıl olduğunu araştırmamalıdır. Çünkü bu hakikati münâsip olan tarzda anlamak, ancak o makamlara-rütbelere, derece ve mertebelere çıkmak sûretiyle mümkündür... Acizane kanaatim, en sağlam yol budur.
Selam ve dualarımla…