Hocam,'vefat etmiş olan mürşidi kamile rabıta yapılmaz' diyorlar, bu konuyu vuzuha kavuşturursanız çok teşekkür ederim. Bir de size soru göndermek için kullanıcı adımı giriyorum yanlış diyor, hatırlatırsanız sevinirim. 

*******

Sevgili kardeşim;

Evliyâullah’ın vefatı nedir?

Gâfillerin gözünden kaybolması, değil midir?

Peki “basar”dan kaybolan “basîret”ten de kaybolmuş mu oluyor?

Hayır. Öyle değil mi?

Gene Allah dostlarının teşbihiyle, mürşidân-ı kiram vefat ettiğinde tasarrufları, kınından sıyrılmış kılıç gibi değil midir? Peki kılıç kılıfında iken mi daha müessirdir, yoksa kınından çıktıktan sonra mı?

Ayrıca, hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, “Mü’minler ölmez; onlar, sadece fâni olan bu âlemden ebedî olan âleme nakl-i mekân ederler.”  [Bkz. Maksûd, yyy., s. 1, Kenar kayıt no: 3] Yani onlar için ölüm, mekân değiştirmekten ibarettir. Allah’ın sevgili kulları ise, fani dünyadan ayrıldılar diye, Onun katındaki itibar, irtibat ve değerlerinden bir şey kaybetmez; bilakis yükleri hafiflemiş, yardımları daha da sür‘atlenmiş olur.

Başka bir ifadeyle, sıradan bir mü’min için bile ölüm bu anlatılan göç hadisesinden ibaret olduğuna göre, ya mürşidân-ı kirâm hele hele Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.) hakkında nasıl olması gerekir? Hiç mi düşünmez, akıl-fikir yürütmez mi, ‘vefat etmiş olan mürşidi kamile rabıta yapılmaz’ deme ahmaklığında bulunan nasipsizler..?

Daha yalın bir ifadeyle, bu inanç; atalarımızın ‘teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz’ dedikleri gibi, ölümün ebedî hayatın bir başlangıcı olduğuna değil de, müşriklerin-ateistlerin yokluk oluşuna inanmaları gibi bir hâl... Rabbim, bu ve benzeri inanç za’fiytelerinden muhafaza buyursun.

***

Dilerseniz meseleyi bir de râbıta açısından ele alalım...

Kısaca râbıta nedir?

Mürşidi vasıtasiyle müridin, Allah’ın nûrunu kalbine-letâifine çekmesi değil midir?

Elbetteki budur. Ama geliniz, bu sorunun cevabını, tasavvufla alakalı çok kıymetli bir eserden aynen naklederek verelim. Orada “Allah” ismini zikirle meşguliyetin mahiyeti anlatılırken, şu açıklamalarda bulunuluyor:

“Kişi, boş ve temiz bir yerde oturur; gözlerini yumup ağzını kapayarak dilini damağına bitiştirir. İstiğfar ile kalbini iyi-kötü bütün düşüncelerden ve Allah’tan gayri her şeyden uzak tutar. Bu hususta mürşidine muhabbetle bağlanarak onun rûhâniyetinden istimdât eyler (râbıtayla yardım taleb eder) ki, müridin bu hususi istimdâdı, mürşidi vâsıtasıyla diğer bütün mürşidler zincirinin ve Rasûlüllah Efendimiz’in rûhâniyetine ve oradan da nihâyet Cenâb-ı Hakk’a ulaşır.” [Kibrît-i Ahmer, Limuharrihî, s. 5]

Demek ki râbıta vesilesiyle yapılan manevi irtibatta, vefat etmiş bulunan bütün silsile-i sâdât efendilerimize, oradan Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) bağlanmış oluyor mürîd... Onlardan hiç birisinin ölümü bahis mevzuu olmuyor da, sondaki mürşid-i kâmil u mükemmilin vefatından mı söz ediliyor? Kaldı ki bu irtibat neticede Allah Teala’ya ulaşıyor. Râbıtadan asıl gaye de bu değil mi zaten? Mürşidân-ı kirâm vâsıtadır-vesiledir, rehberdir-kılavuzdur. Nûr-i ilahinin, feyz-i Muhammedî’nin asıl menbaı/ kaynağı Cenab-ı Hak’tır. Arzı-semâyı, topyekün mükevvenatı tenvir eden O’dur. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, diğerlerinin hepsi de vesîleden ibarettir.

Keza, silsilede ismi geçen her mürşidin dahi, bir önceki mürşidden fiilen terbiye görmesi, bir sonraki mürşidi fiilen irşâd etmesi şart değildir. Meselâ, Ca‘fer-i Sâdık (r.a.) Bâyezîd-i Bestâmî (k.s.) ile, Bâyezid hazretleri de Ebû’l-Haseni’l-Harakânî (k.s.) ile bizzat görüşmemişlerdir. Bâyezid hazretleri (v. H. 261), Ca‘fer-i Sâdık hazretlerinin (v. H. 148) vefâtından sonra dünyaya geldiklerinden dolayı, zâhiren silsilede bir kopukluk var gibidir. Ancak bu kopukluk, üveysîlikle ortadan kalkar ve mânevî bakımdan herhangi bir kesiklik bahis mevzuu olmaz. Zira Bâyezid hazretlerini, Ca‘fer-i Sâdık hazretlerinin rûhâniyetleri vefâtlarından sonra; Harakânî hazretlerini de kezâ Bâyezid hazretlerinin rûhâniyeti, irtihallerinden sonra terbiye etmiştir.

Hâce Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî (k.s.) hazretleri ise, iki yoldan terbiye görmüştür. Bir yandan onu Emir Kilâl hazretleri fiilen terbiye etmiş, diğer yandan Hâce Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (k.s) hazretlerinin rûhâniyetinden (üveysî olarak) terbiye görmüştür.

Ve yine bu silsilenin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri de, zincirin 32. halkası ve ma‘nen 9. büyük rütbesinini hâiz bulunan Salâhuddin ibn Mevlânâ Sirâcüddîn’den (k.s.) seyr u sülûklerini tamamladılar. Ancak kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden dolayı, bizzat Salâhuddîn hazretleri tarafından, silsile-i zeheb’in 23. halkası bulunan, ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî es-Serhendî’nin (k.s.) rûhânî nisbetlerine teslim edildiler.

Velhâsıl meselenin özü budur. Dileyen dilediği gibi inanır, ona göre de nasiplenir. Şefaat da öyle değil mi? İnanmayan kişi, imanla gidip Cennet’e girebilse dahi şefaattan muhrum kalacak. Fırak-ı dâlle ve günümüzdeki uzantıları gibi... Rabbim, hiçbir mü’mini, atalarımızın dediği gibi, Kurban bayramında sefere çıkan kelp misali nasipsiz bırakmasın.

Not: Siteyle ilgili sıkıntınız için arkadaşımız alakadar olacaktır. Bu mesaj, aynı zamanda ona da ulaşmaktadır. 

Go to top