Efendim Allah'ın bereketi, rahmeti üzerinize olsun. Halis hocam rızk meselesi açıklanırken kaynaklarda rızkın değişmeyeceği ve kimsenin de rızkını tamamlamadan ölmeyeceği yazıyor. Ancak yine malumunuz rızkın artması, geçim derdinden kurtulabilmek için önerilen dualar ve zikirler mevcut bunlara ek olarak sadaka vermenin rızkı arttığı gibi bazı Hadis-i Şerifler de mevcut. Efendim rızkın değişmezliği konusunu nasıl anlamalıyız? Doruk
*******
Ve aleyküm.
Ehl-i Sünnet itikadına göre rızık meselesi
Rızık, Allah Teala’nın canlılara yemeleri için verdiği her şeydir. Haram kılınmış şeyler de nzıktır. Ancak bir şeyin rızık olması, onun haramlık vasfını kaldırmaz. Binaenaleyh, ‘Allah, insanı rızıklandırdığına göre, Allah’ın insana nzık olarak verdiği bizâtihi haram olan (şarap veya domuz eti gibi) şeyler, haram değildir’ demek küfürdür.
‘Helâl olsun, haram olsun; herkes kendi rızkını yer. Bir insanın kendi rızkını yememesi veya başkasının onun rızkını yemesi tasavvur edilemez’. Allah Teala’nın, bir mahlûk için tayin ettiği şeyi, başkasının yemesi imkânsızdır. [Bkz. Ömeru’n-Nesefî, Akaid; Taftazânî, Şerhu Akaiid; Sirâceddîn Ali bin Osman el-Ûşî el-Ferğânî, el-Emâlî; Aliyyü’l-Kaarî, Şerhu’l-Emâlî, ilgili bahisler]
Rızık tâbirinin daha geniş bir mânâ alanına sahip olması gerektiğini düşünen İmam Gazâlî (rh.) rızkı dört gruba ayırarak tarif ve izah etmeye çalışmıştır. Şöyle ki:
1- Mazmûn (garanti altına alınan) rızık: Bunlar, diğer sebepler olmaksızın bünyenin hayatiyetini sağlayan gıda gibi şeylerdir. Cenab-ı Hak bu nevi rızkı garanti etmiştir.
2- Maksûm (taksim edilmiş) rızık: Yiyecek-içecek ve giyeceklerden Hz. Allah'ın insanlara taksim edip Levh-i Mahfûz’da yazdığı şeylerdir. Bunların her biri yazıldığı şekilde, muayyen zamanlarda ve belirlenmiş miktarlarda verilir, artmaz, eksilmez, erken gelmez ve gecikmez.
3-Memlûk (sahip olduğumuz) rızık: Dünya mallarından Allah'ın takdir ederek insanların mülkiyetine verdiği şeylerdir. Zira Allah'ın; “Sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin” [Münafikun, suresi, 7] emri, mâlik olduklarınızdan infak edin demektir.
4- Mev’ûd (va’d edilen) rızık: Allah Teala'nın müttakî kullarına takvâ şartıyla, helâl yoldan ve meşakkatsiz olarak vermeyi va’d ettiği rızıklardır. Nitekim; “…Kim Allah'tan korkar (haramlardan, mekruh ve şüphelilerden sakınır)sa Allah ona (helâlinden) bir çıkış yolu yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır…” [Talâk suresi, 2-3] âyetinde bahsedilen rızık bu nevi içerisinde değerlendirilir. [Gazâlî, Minhâcü’'l-Âbidin (Sirâcu’t-Tâlibin ile birlikte), Kahire, 1953, s. 88-97]
Görüldüğü gibi İmam Gazâlî hazretleri, bedende kullanılarak veya depo edilerek vücudun kıvamını sağlayan şeyleri, sahip olduğumuz malları, yediğimiz, içtiğimiz ve giydiğimiz şeyleri ve bize va'd olunanları rızkın şumûlü / çerçevesi içine dahil etmiştir. Bu verilen bilgilerden anlaşılıyor ki; sahip olduğumuz fakat istifade etmediğimiz, başkalarını da istifade ettirmediğimiz şeyleri de göz önünde bulundurarak bu tarifin sınırlarını biraz daha geniş tutmak maksadıyla bunu yapmışlardır.
Ebu’l-Muîn Nesefî (rh.) de rızık kelimesinin bazen gıdalandığımız şeyler için, bazen de sahip olduğumuz şeyler için kullanıldığını söylemektedir. [Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-Edille, Ankara, 2003, II, 279]
Rızkın sadece yenilen-içilen / faydalanılan şeyler olarak anlaşılmasına itiraz eden kelâm ve tefsir âlimlerimizden biri de Fahreddin Râzî’dir (rh.). İmam Râzî, Allah'ın “Sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin” [Münafikûn suresi, 10] âyetiyle, rızıklandırdığı şeylerden infak etmemizi emrettiğini, rızık yenilen şeyler olarak tarif edildiği takdirde yediğimiz şeylerin infakının bizden istenmiş olacağını, böyle bir infakın ise mümkün olmadığını ifade ederek bu tarifin noksan olduğunu söyler. [Râzî, Tefsir, 2, 30] Ona göre elde bulundurulan şeyler de rızık çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Elmalı’lı Hamdi Yazır merhum da Bakara suresi 3. âyetindeki rızık kelimesinin, maddi şeylerle beraber manevi şeyleri de içine aldığını, rızkın tarifindaki yeme ifadesinin faydalanma ile açıklanarak içecek, giyecek, ilim, marifet, kudret, amel, evlat ve zevceye de şâmil olduğunu, yani mutlak bir faydalanma ifade ettiğini söylemektedir. Fakat o da bütün bunlar için bilfiil faydalanmayı şart koşar ve bilfiil faydalanılmayan şeylerin rızık olmayacağını ifade eder. [Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 192, VII, 5230]
Buraya kadar vermeye-aktarmaya çalıştığımız bilgilerden rızık kavramının, hakiki manada yenilerek faydalanılan gıda maddeleri için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Rızık tabirinin, yemenin dışında faydalanılan şeyler için kullanılması ise mecâzdır. Şehabeddin Mahmud Âlûsî (ö. 1872) hazretleri bunu şöyle ifade etmiştir:
“Yiyerek istifade ettiğimiz şeylere rızık isminin verilmesi hakikat olup, sahip olduğumuz veya başkalarının istifade etmesi için infak ettiğimiz şeylere rızık isminin verilmesi ise mecâzdır. Çünkü onlar, gerek bize gerekse infak ettiğimiz kimselere rızık olmak üzere verilmiştir.” [Şehabeddin Mahmud el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Beyrut yyy., 1, 117]
***
Kaderde yazılı olan rızık değişmez
Evet, rızık budur ve asıl tibariyle değişmez. Kula, takdir olunanın dışında bir rızık verilmez. Hiç kimse de rızkını tamamen almadan, bitirmeden ölmez.
Rızkın artmasını ise, bereketlenmesi olarak düşüneceksiniz. Rızık genişliği için tavsiye edilen duaların-zikirlerin-salavâtların, verilen sadakaların hedefi de budur; ömrün bereketlenmesi içindir. Uzun ömürle, kısa ömürle kasıt da ömrün bereketli ya da bereketsiz oluşudur. Düşünsene; upuzun yaşamışsın, ama ebedi hayatına yarar bir şey yapmamışsın, kısacası bereketsiz bir ömür sürmüşsün. Bu ömür her ne kadar yıllar itibariyle uzun gibi gözükse de, mahiyeti bakımından kısadır. Rekolte bol, ama kalite yok. Görünen harmanın büyüklüğü sapsamandan ibaret, dane yok veya kıt! Eski politikacılarımızdan ve müzmin muhaliflerden Osman Bölükbaşı’nın, “Bizim mitingler, sapı-samanı bol, danesi az harmana benziyor” dediği gibi…
Maddî-manevi cihetlerden çalışmamızın, rızkımızı aramamızın, temin için gayret sarf etmemizin sebebi, bizim için takdir olunmuş olana kavuşmak için yapılan bir gayretten ibarettir. Ve buna da mecburuz. Çünkü bu âlemde her şey bir sebebe bağlanmıştır. Âmiyâne tabirle “yan gelip yatarsan” sebeplere başvurmamış olursun. Bu da ilahi kanun demek olan “Sünnetullah”a aykırıdır. Bir de muallak ve mübrem kazaları unutmamak lazım. O bakımdan gayreti elden bırakmamak gerek. Meselenin detayı için bkz. http://halisece.com/islami-yazilar-ve-makeleler/318-imanin-altinci-sarti-kadere-inanmak.html
Sadakanın ömrü uzatması
Bazı kimseler Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in: “Sadaka belâyı def’eder ve ömrü uzatır.” [Defterdar S.M. Paşa Devlet Adamlarına öğütler, 124] hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu da hiç şüphesiz Allah’ın mâlûmudur. Binaenaleyh, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş, değişmesi de mümkün değildir. Meselâ kaza-i muallakta, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını ve kaza-i mübreme böyle kaydedildiğini düşünelim. Yani bu şahıs sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın söz konusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.
Yukarıda takdim ettiğimiz hadîs-i şerîf ile Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir.
Sadakanın belâyı def etmesi, Allahü zû’l-Celâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belânın def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Allâme-i Teftazânî hazretleri, Şerhu Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir…
Ömrün uzamasından maksat, yukarıda da belittiğimiz gibi ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsûlünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda beş bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lutuf ve ihsanıyla baharlardan birinde beş bin yerine yedi bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.
Teftazânî (rh.) hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir: Sadaka, ömürden maksûd-i ehemm (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâlih ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine kavuşmaya salih ameller ile nail olabilirler.
Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı da; rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.
Başka bir mânâ da; ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal ve bedenen yapılan yardımlar yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayatta demektir.
Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları ilim yuvaları, camiler-mescitler, kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun-infakın,
lutuf ve ihsanın birer neticesidir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.” [Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Vasâya 14; Tirmizi, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8; İmam Nevevi, Riyâzüs’s-Sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Tercüme ve Şerh: Prof.Dr. M. Yaşar kandemir, Prof.Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç. Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul 1997, 6, 170-172]
Sadakanın belâyı def ettiğine dair, Câmiu’s-Sağîr’de şöyle ibretli bir hadise anlatılmaktadır:
Hz. İsa (a.s.) zamanında yaşayan ve geçimini çamaşır yıkayarak temin eden bir adam varmış. Ancak bu adam insanlardan aldığı elbiseleri vermez veya gününde teslim etmezmiş. Bu adamdan epey sıkıntı çeken halk, Hz. İsa’ya gelerek o adamdan şikâyetçi olmuşlar:
- “Yâ İsa Allah’a dua et de bu insanın canını alsın da biz bu adamdan kurtulalım” demişler.
Hz. İsa da bu kişinin ölmesi için Allah Teala’ya dua etmiş. Herkes o gün adamın ölümünü beklerken adam akşam çıkıp gelmiş. Hz. İsa, bu duruma hayret etmiş ve adama:
- Bugün senin başından neler geçti, bize anlat, demiş. Adam da:
- Ben suyun kenarında çamaşırları yıkarken yanıma bir âbid geldi ve çoktan beri bir şey yemediğini, çok aç olduğunu ve varsa bir parça ekmek vermemi söyledi. Benim de azığımda üç tane çörek vardı. Birini kendisine verdim, âbid onu yiyip bitirince, bana şöyle dua etti:
“Allah senin günahlarını affetsin, kalbini de temiz etsin ve nûrlandırsın.”
Bu durum benim hoşuma gitti ve diğer çöreğimi de kendisine verdim. Onu da yiyen âbid bu kez şöyle dua etti:
“Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetsin.” Ben de kalan diğer çöreğimi de kendisine verdim. Onu da yiyip bitiren âbid:
“Allah sana Cennet’te bir kasr / köşk bina etsin” diye dua etti.
Bu hadiseden de anlaşılıyor ki, adamın o âbide ikramı onun ömrünün uzatılmasına sebep olmuştur.