Halis hocam rahatsızlığınıza çok üzüldüm Yüce Mevla’dan tez vakitte hayırlısı ile şifa bulmanızı temenni ediyorum. Hocam sorum geçenlerde okuduğum bir yazı hakkında olacak. Yazıda Rabbimizin El-Hakîm sıfatı ile ilgili olarak Mutezile’nin “Allah en hikmetli iş yapmaya mecburdur” yorumu olduğu ve Eşari mezhebine bağlı bazı alimlerin de Mutezile’nin bu görüşüne istinaden Allah-u Teala hiç birşey tarafından zorlanamayacağından “ Allah’ın en maslahatlı/en faydalı olana riayet etmesi gerekmez.” görüşünü savundukları belirtilmektedir. Efendim öncelikli sorum Eş’ari mezhebi ve Mutezile arasındaki bu görüş farklılığının gerçekten yazıda belirtildiği gibi olup olmamasıdır. Diğer sorum ise bu konuda Maturidi alimlerinin bir görüşünün olup olmadığı ve Yüce Rabbimizin El-Hakîm sıfatı hakkında bizim nasıl bir itikad içerisinde olmamız gerektiğidir. Ayırdığınız zaman için çok teşekküler sevgili hocam. Ramazan-ı Şerif’iniz hayrolsun. Ahmet (Doruk)
*******
Dualarınız için çok çok teşekkürler, topyekün mü’minler namına hudutsuz “amin”ler…
Sevgili kardeşim; sorduğunuz husus, İslamî ilimler açısından hassas / akademik bir akaid meselesidir, daha çok kelâm âlimlerini alakadar eden bir sahadır. O bakımdan doğru ve isabetli olan, sıradan insanların itikatta bu ve benzeri ince - girift meselelerle kafalarını meşgul edip karıştırmamalarıdır. Bunlarla bu sahanın ehli-erbabı olanlar uğraşmalı, yeri geldiğinde yeterince açıklamalarda bulunmalıdır. Ancak siz de bir yerlerde okuyup kafanız karıştığı için sorduğunuza göre, bizim de bu mevzuyu, formatı zorlayarak da olsa, olabildiğince açıp açıklamamız iktiza ediyor.
***
Malumunuz, 99 Esmâü’l-Hüsnâ’dan biri de “el-Hakîm”dir. Yani Rabbimiz (c.c.), hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi olduğu gibi bilendir. Gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan / yaratandır.
Evet, bahsettiğiniz meselede Mu’tezile’nin görüşü-inancı o yöndedir. Onlara göre kul için iyi / faydalı olan şeyi yaratmak Allah Teâlâ üzerine vaciptir / gereklidir.
Ehl-i Sünnet’in bu husustaki itikadını ise, Emâlî sahibi o enfes eserinin 22’nci beytinde şöyle özetlemektedir:
“Ve mâ in fiilün aslâhu zû’ftirâzın / Ale’l-haadi’l-mukaddesi zi’t-teâli”
Meali: “Allah (c.c.) üzerine en güzeli (kul için en güzel ve en faydalı olanı) yapmak /yaratmak farz değildir. Ki, O hidayet edici mukaddes ve yücelik sahibidir.”
Aslah Alellah vacip değildir. Yani kul için en faydalı, en güzel, en hikmetli olanı yaratmak Allah Teala üzerine gerekli değildir. Cenab-ı Hakk’ı buna kimse icbar edemez. O’nun yarattığı ve kendisine ibâdetle mükellef tuttuğu insanlardan herbiri için en uygun ve en iyi olan şeyleri yaratması, yüce zâtına vâcib / mecbur olması düşünülemez.
Ayrıca kul için aslâh (en iyi en uygun) olan nedir? Bir kul için en uygun veya en faydalı olan şeyi yaratmak Allah (c.c.) üzerine nasıl vâcib olur? Vâcib olur ise, bunlar dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için midir?
İşte bütün bu soruların cevabını araştıran Ehl-i Sünnet kelâm âlimleri ve Mu’tezile tarafından “Aslah Alellah” ya da “Salâh ve Aslah” adı altında incelenen bu mevzu, Allah Teala’nın fiilleri ile yakından alakalıdır.
Bilindiği gibi, Allah’ın fiillerinin başında “halk ve icad”, yani “yaratmak” fiili gelir. Kulların menfaatına en uygun olan şeyleri Hâk Teâlâ’nın yaratmasının yüce zâtına vâcib (mecbur) olup olmadığı hususu, Allah Teala’nın “yaratma fiili” ile, dolayısıyla “irade ve kudret” sıfatları ile doğrudan alakalıdır.
Ehl-i Sünnet’e göre Allah’ın fiilleri yüce zâtının (ulühiyyetinin, ilâhlığının) icabı olmayıp; O’nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarının birer taalluku ve eseri olarak “mümkinât”tan, yani câiz olan şeylerdendir. Bu fiiller, “vâcibât”tan yani mutlaka olması zarurî-mecburî şeylerden değildir. Çünkü bu fiiller, Zât-ı İlâhî’den zaruri (zorunlu) olarak değil, hür bir irâde ve ihtiyar yoluyla meydana gelir. Çünkü Allah Teâlâ, fâil-i muhtar’dır. O’na iradesi dışında hiç bir şeyi yapmak vâcib olmaz.
Allah Teâlâ’yı tenzih (noksan ve kusurlardan arıtma, uzak tutma) ve yüceltme inancına dayanan bu temel görüşe rağmen, Mu’tezile âlimleri bu mevzuda, “kul için aslâh, yani en uygun veya en faydalı olan şeyi yapmak, Hak Teâlâ’ya vâcibtir” demişler ve bir ekol olarak bu temel görüş üzerinde birleşmişlerdir. Böyle bir görüşe sahip olmaları, halk-ı ef’âl-i ibâd (kulların fiillerini yaratma) mevzuu ile Hüsün ve Kubuh meselesindeki görüşlerinden doğmuştur. O halde “Salâh ve Aslâh” problemi, bu iki aslî mes’eleden doğan tâli bir inanç mevzuu sayılır. Bu esasa göre; Ehl-i Sünnet âlimleri ile Mu’tezile kelâmcıları arasında itikadî ana meselelerde çıkan görüş ayrılıklarından doğan önemli bir münâzaa mevzuu da, “Salâh ve Aslah” meselesidir. Özetlenen bu iki ana fikirden hareketle; “Allah Teâlâ’nın, insanların her birinin menfaatına en uygun ve bu sâlih olan şeyleri yaratması vâcib midir?” sorusuna, Ehl-i Sünnet âlimleri “hayır” derken; Mu’tezile mensupları “evet” diye cevap vermişlerdir.
Hakikatte bu mevzuda iki ana mezheb vardır:
(1) Ehl-i Sünnet,
(2) Mu’tezile.
Ehl-i Sünnet mezhepleri olan Eş’ariyye vc Mâtürîdiyye, bu mevzuda esas ve delil yönünden bir oldukları gibi, aralarında önemli bir görüş farkı da yoktur.
Mu’tezile ise; “kul için aslâh olan her şey, Allah hakkında vâcibtir” ana hükmünde birleştikten sonra, “aslah”ın manasında, bunun dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için mi olduğu hususunda görüş ayrılığına düşmüş ve üç ayrı mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar;
a- Bağdad Mu’tezilîleri mezhebi,
b- Basra Mu’tezilîlerinin çoğunluğu (cumhuru) mezhebi,
c- Basra Mu’tezilîlerinden Ebu Ali el-Cübbâî mezhebidir. [Bu mezheplerin görüşleri ve delillerinin tartışmaları için özellikle bkz. et-Taftazanî, Şerhu’l-Akâid en-Nesefiyye ve Hâşiyeleri, Kahire 1939, s. 389-395; İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî, Kahire 1950, s. 287-299]
Ehl-i Sünnet, yukarda özetlenen ana fikirden hareketle “fâil-i muhtar” olan Allah Teâlâ’ya herhangi bir fiili işlemek, hiç bir şekilde vâcib ve zorunlu olamaz. O halde; “kulları için aslah olan, yani kulun menfaatine en uygun ve en sâlih olan şeyleri yaratmak, Allah (c.c) üzerine vâcib değildir. Bu sebeple kul için aslâh olan bir şeyi terk edebilir” demişlerdir. Bu ana esasta, Eş’arîlerle Mâtürîdîler ittifak etmişler, mezheplerini isbat etmek için aynı delilleri kullanmışlar, hasımlarını ilzam için aynı usulü / metodu uygulamışlardır. Ancak, bu görüş birliğinden sonra, Allah Teâlâ’nın kul için aslâh olan bir şeyi nasıl terk edeceği hususunda farklı görüşleri benimsemişlerdir. Bunlardan Mâtürîdîlere ait olan görüş şöyle özetlenebilir:
Allah Teâlâ, kul için aslâh olanı; ilâhî hikmeti terk etmeyi gerektirirse terk ederek, onun yerine başka bir şeyi yapabilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın fiillerinde mutlaka hikmet vardır. İlâhî fiillerin bir hikmete dayanmaması ise, Allah’ın (c.c) münezzeh olduğu bir noksanlıktır. Mâtürîdîler; “Hak Teâlâ’nın fiillerinde mutlak hikmet ve menfaat gözetmek vardır” derlerse de; “Allah üzerine vâcibtir” demezler. Ayrıca, “hususi bir hikmet gözetimi vâcibtir” de demezler. Hakikatte “Allah’ın fiillerinde mutlak hikmet gözetimi vardır “ sözü, “Allah Teâlâ üzerine hiç bir şey vâcib değildir” hükmüne aykırı düşmez. Çünkü Mâtürîdîler, kul için lütuf ve aslâh gibi “hususiyât” denilen şeylerde “vücubu” yani “mutlaka vuku bulması” esasını reddederler.
Eş’arîlerin görüşü ise şöyledir:
“Allah Teâlâ kul için aslâh olan her şeyi, yani “mutlak aslâh”ı, terkedilmesini gerektiren bir hikmet olmasa dahi terk edebilir. Allah Teâlâ hakkında hiç bir şey vâcib değildir. Onda “hususi hikmetler” veya “mutlak hikmetler” bulunması bu hükmü değiştirmez” [Musa Salih Şeref, Müzekkirât et-Tevhid, Kahire 1954, IV, 34, 35; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (İlm-i Kelâm) İstanbul 1984,388-389).
Ehl-i Sünnet âlimleri, temelde bir olan bu görüşlerini isbat etmek için birçok delil zikretmişlerdir. Şöyle ki:
1- Eğer kul için aslâh olan, Allah (c.c) üzerine vâcib olsaydı; dünya ve âhirette azap gören fakir kâfiri hiç yaratmaması gerekirdi. Çünkü onun için aslâh olan, hem mü’min hem de zengin olmak idi. Fakat bu tip insanların yaratıldığı müşâhade ile sabittir. O halde, kul için aslâh olanı yaratmak, Allah Teâlâ’ya vâcib değildir. Bilindiği gibi bu tip kâfirler, yoksulluk içinde kıvrandıkları için dünya hayatında perişandırlar. Kâfir oldukları için de, âhirette devamlı ve şiddetli azaba maruz kalacaklardır. Halbuki bu gibiler için aslâh olan, hiç yaratılmamak idi. Veya mükellef olmadan öldürülmesi veya aklının alınması gerekirdi. Halbuki bunların hiç biri olmamış; kâfir olarak yaşamış ve kâfir olarak ölüp sonsuz azaba müstahak olmuştur. O halde, kul için aslâh olan, Allah Teâlâ üzerine vâcib değildir.
2- Eğer kul için aslâh olan Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı; kulları üzerine fazlı u keremi, lütfu ve ihsanı, kulların da O’na minnettarlığı olmaz; lütfettiği hidayet ve çeşitli nimetler sebebiyle şükredilmeye, hamd u senâya (hâşâ) hak kazanmazdı. Çünkü Allah (c.c.), kullarına karşı, ancak üzerine vâcib olanı, yani terk etmesi mümkün olmayan şeyleri yapmış olurdu. Zira bunları yapmasa, Mu’tezile’ye göre Allah (hâşâ) bahil (cimri-pinti) ve sefih (!) olurdu. Bu sebeple, terkedemeyeceği bazı fiilleri yapmakla hamde ve şükre hak kazanamazdı. Bu ise; hem aklen hem de naklen / dinen bâtıldır. Çünkü Allah Teâlâ’nın sırf kendi yüce iradesi ve lütf u keremi ile bütün insanlara umumi, mü’minlere ise hususi nimetler verdiği ve kendisine şükredilmesini istediği şu âyetlerle sabittir:
“Şüphe yok ki Allah (c.c.) insanlar hakkında lütuf ve kerem sahibidir.” [Bakara suresi, 243] “Andolsun ki Allah (c.c), mü’minlere büyük lütufta ve ihsanda bulunmuştur.” [Âlu İmrân suresi, 164] “Bana şükrediniz ve (nimetlerime) nankörlük etmeyiniz.” [Bakara suresi, 152]
O halde, kul için aslâh olanı yaratmak, Allah Teâlâ’ya vâcib değildir.
3- Eğer kul için aslâh olan Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı, Cenab-ı Mevlâ’nın sevgili Rasûlü Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) olan büyük lütuf ve ihsanı, müşriklerin reisi Ebu Cehil’e olandan daha fazla olmazdı! Çünkü Allah Teâlâ onlardan her biri için aslâh olanları verdi. Sağlıklı ve özürsüz olarak yarattı, mükellef kıldı. Dilediğini yapma imkân ve kudretini her ikisine de tam olarak verdi. Bu esasa göre, eğer her ikisine karşı yapması vâcib olan aslâhı Allah (c.c) noksansız ve farksız olarak vermiş oldu denirse, bu durumda Allah (c.c) en sevgili Peygamberi üzerine Ebu Cehil’e gösterdiğinden fazla lütfu ve ihsanı yoktu (!) demek gerekir. Böyle bir iddianın bâtıl ve imkânsız olduğu âşikârdır. Zîra Cenab-ı Hakk’ın, Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) en büyük şeref ve dereceyi, nimet ve faziletleri vermiş olduğu ve bütün insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiği Kur’an’da sabittir. Nitekim, “Muhakkak ki biz seni, ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik” [Enbiya suresi, 107] buyrulmuştur. O halde kul için aslâh olanı yaratmak, Allah Teâlâ’ya vâcib değildir.
4- Ehl-i Sünnet, Mu’tezile’nin iddiasını, dayandığı esas bakımından iptal etmek için de, “vücûb” kelimesinin manasını tahlil ederek şöyle bir delil zikretmişlerdir. Eğer kul için aslâh olanı yaratmak Allah Teâlâ’ya vâcib olsaydı, vücub; ya “onu terk edenin zemme (kötülenmeye) ve cezaya mustahak olduğu” anlamına, veya; “fiilin Allah Teâlâ’dan, zarurî, yani iradesiz olarak meydana geldiği ve bu fiili önleme gücüne sahip olmadığı (!)” manasına gelirdi. Vücubun her iki manasının da Allah Teâlâ hakkında kasdolunması asla düşünülemez. Zira, birinci mananın kasdolunması, Cenâb-ı Hakk’ın herhangi bir fiili terk etmesi halinde zem ve ikaba müstahak olmasını (hâşâ) gerektirir ki; bu, şer’an ve aklen muhâldir. Çünkü o, yegâne Hâlık ve yegâne Mâliktir; fiillerinde mutlak irade, mülkünde mutlak tasarruf sahibidir; her hangi bir fiilinden dolayı cezaya (hâşâ) müstahak olamaz. Bu mevzuda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Ayrıca; Allah Teâlâ’yı âdeta bir mükellef gibi tasavvur ederek O’na bazı vâcibleri yapmayı zarurî kılmak, bâtıl bir kıyastan ve sapık bir düşünceden başka birşey değildir. İkinci mananın da bâtıl olduğu açıktır. Çünkü o mana kastedildiği takdirde, bazı filozofların sapıtarak iddia ettiği gibi, Allah Teâlâ’nın küllî iradesini O’ndan selbetmek manası çıkar. Halbuki Allah (c.c) fâil-i muttak ve fâil-i muhtar’dır. Bu mevzuda bütün İslâm âlimleri icmâ ve ittifak halindedirler. Ehl-i Sünnet’e göre sözün özü; Allah Teâlâ’ya hiç bir fiili işlemek asla vâcîb değildir. [et-Taftazânî, a.g.e., 391-395]
Şu hususu da belirtelim ki; Bağdat Mu’tezilîleri; “Kullar için dünyada ve dinde aslâh olan şeyleri yapmak, Allah Teâlâ’ya vâcibtir” demişler ve aslâh’a, “ahkem” yani hikmete ve tedbire en uygun olandır, manası vermişlerdir. Basra Mu’tezilîlerinin cumhuru ise; “Kullar için aslâh olan şeyleri yapmak, Allah Teâlâ’ya vâcibtir. Ancak bu aslâh, dünya’da değil, yalnız dindedir” demişler; aslâh’a bir çok manalar vermişlerdir. Bunlar; aslâh, kul için dininde “enfa’” yani en faydalı olandır, “Yalnız dinde ikdar ve temkin vermektir”, “Teklif vâki olduktan sonra sonsuz lütuf vermek, yani Allah Teâlâ’ya kullarına karşı bilgisinde olan bütün lütufları son haddine kadar göstermek vâcibtir” demişlerdir. Birinci manaya Mu’tezile reislerinden Ebu Ali el-Cübbâî de katılmakta ve “Allah’ın (c.c.) ezelî ilmine göre kul için dinde aslâh olan şeyleri yapmak Hak Teâlâ’ya vâcibtir” demektedir. Bilindiği gibi Cübbâî; vaktiyle kendisinden ders okuyan, sonra onu ve Mu’tezile mezhebini terk ederek Eş’ariyye mezhebini kuran İmam Ebu Hasan el-Eş’arî tarafından, meşhur ihve-i selâse (üç kardeş) mevzuunda ilzam edilmiştir. Mu’tezile’nin beş ana esasından biri olan “el-Menziletü beynel-Menzileteyn”; “Kebîre (büyük günah) sahibi, ne mü’mindir ne de kâfir, belki o, fâsıktır ve iki menzile arasında bir menzilededir” şeklinde özetlenen hükmü açıklayan Cübbâî’ye, Eş’arî’nin; “Biri mü’min, biri kâfir, diğeri küçükken ölen üç kardeşin ahiretteki durumu ve her biri için aslâh olanın yerine gelip gelmediği” tarzındaki sorusuna Cübbaî makul cevap veremeyerek bocalamış ve şaşırıp kalmıştır. Çünkü bu yanlış hükme ve aslâh esasına göre, mükellef çağdaki kâfirin hiç yaratılmaması veya çocukken öldürülmesi, çocuğun da büyüyerek mü’min olduktan sonra ölmesi ve Cennet’e girmesi gerekirdi. Zira küfrün, kul için dininde aslâh olmadığı, bilakis onu Cehennem’de ebedî azaba mahkum ettiği âşikardır.
Salâh ve Aslâh mevzuunun; Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasında ihtilâf mevzularından ve Mu’tezile’nin beş ana esasından biri olan “el-Va’d vel-Vaîd” meselesiyle de yakın ilgisi vardır.
Ana kaynaklara göre, Mu’tezile mezheplerinin özetlediğimiz ortak görüşlerini isbat eden meşhur bir delili vardır. Diyorlar ki: “Eğer kul için aslâh olanı terketmek câiz olsaydı; Allah Teâlâ’ya, âciz olmak veya cehalet veya bahillik veya sefihlik (hafiflik) veya abes iş yapmak (hâşâ) câiz olurdu. Fakat bu sayılanlar Allah Teâlâ hakkında muhâldir, bâtıldır. O halde O’nun aslâhı terketmesi câiz değildir. Çünkü aslâh olanı terk etmesi eğer onu yapmaya kaadir olmadığından dolayı ise, âciz olması; kaadir fakat onu bilmediği için ise, câhil olması; bildiği halde yapmazsa, bahil olması icap eder. Bütün bu noksanlıklar Allah (c.c.) hakkında muhâl olduğundan, kul için aslâh olanı yapması vâcib olur.” [Salih Musa Şeref, Müzekkirât et-Tevhid, Kahire 1954, IV, 42]
Ehl-i Sünnet bu delili şöyle reddediyor:
“Allah Teâlâ’nın kul için aslâh olanı terk etmesi, zikredilen noksanlıkların hiç birini gerektirmez. Çünkü aslâh olan şeyler de, Allah’ın (c.c.) hakkı ve mülküdür. Allah Teâlâ’nın aslâh olanı terk etmesi câiz ise de, her şeye kaadir, sonsuz kerem, lütuf ve hikmet sahibi olduğu aklî ve naklî kesin delillerle sâbit olduğundan, dilediğinde kul için aslâh olanı terk etmesi, ezelî ilminde sâbit olan ilâhî bir hikmetin icâbıdır. Çünkü O, Kerîm’dir, Alîm’dir, gizli ve âşikar olanı, her şeyin başını ve sonunu bilir. Âlemlerin Rabbi, Hâlıkı ve Mâliki olduğundan, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Allah Teâlâ (hâşâ) mükellef bir kul mudur ki, bazı şeyleri yapmak O’na vâcib olacak, dilediğini terk etme gücünde olmayacak?! İnsanların bazan akıl erdiremediği bir hikmete binaen dilediği kulu hakkında aslâh olanı terk etmesi, bir cezayı kaldırması veya diğer bir topluluğun menfaatına ve hayrına olanı yapması, Ahkemü’l-Hâkimîn olan Rabbü’l-âlemin hakkında niçin caiz olmasın?!” Mu’tezilenin bu mevzudaki mesnetsiz görüşü, Allah Teâlâ’nın küllî irade ve ihtiyarını bir bakıma kaldırmak gibi bir sonuç doğurduğundan, Ehl-i Sünnet âlimlerince şiddetle red ve tenkit edilmiş; ilâhiyyat bahsinde kısır düşünce, noksan bilgi ve “Gâib’i şâhide kıyas etmek” ile itham olunmuştur. [Daha fazla bilgi için bkz. et-Taftazanî, a.g.e., 390-395; M. Yusuf eş-Şeyh, Müzekkerât fi’t-Tevhid, Kahire 1954, IV, 37-44; Salih Musa Şeref, Müzekkirât et-Tevhid, Kahire 1954, IV, 37-42, 44-46; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (İlm-i Kelâm) İstanbul 1984, I, 392-397]