Selamun aleyküm halis hocam. Nasılsınız, iyimisiniz? Afiyettesinizdir inşallah. Müsadeniz olursa benim "edebe riayet" mevzulu bir sorum var. Vaktiniz olur da cevaplarsanız çok mutlu olacağım hocam.
....... Sizin görüşlerinizi de merak ettiğim için size de sormak istedim.
Mektuplar’da, "edebe riayetin neticesi" ile ilgili yapılan açıklamalarda; "edebe hakkıyla riayet eden müride muhabbet ve istidatı kadar pirin kemalatının aksedeceğini, müridin de mürşidin bu tasarrufunu kendi batınında hissedeceğini(?), akis halindeki bu kemâlâtın en kısa vakitte müridi maksadına kavuşturacağını beyan ediyor. Umarım soru işaretli kısmı ve diğerlerini doğru anlamışımdır hocam.
Gün içerisinde bu açıklamaları tatbik sadedinde hal, hareket ve tavırlarımı kontrol etme niyetine büründükten sonra, çok değil 3-5 dakika içerisinde maneviyat, muhabbet ve huzur ile dolmaya başladığımı hissediyorum. Ama ne yazık ki bu hali uzun süre muhafaza edemiyoruz. Bu açıklamaların ehemmiyetini ve manasını daha iyi anlamak için vaktiniz olursa sizin açıklamalarınızı da öğrenmek istedim. Hürmetler sunarım. Enes Mermerci – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Teşekkür ederim, hamdolsun, idare etemeye, hekimlerin tavsiyelerine -olabildiğince- riayetle iyi olmaya çalışıyoruz. Rabbim cümlemizi sağlık ve afiyetten mahrum bırakmasın. Zahirî ve bâtınî bütün hastalıklarımıza şifalar ihsan ederek, terakkimize mâni halleri yolumuz üzerinden meccanen bertaraf ediversin.
***
Mevzuu bahs ettiğiniz hususu aslında çok güzel hulâsa etmiş, kendi nefsinizde tatbikatınızla da âdeta tevsik etmişsiniz. Bunun üzerinde konuşulacak fazla bir şey olduğu mülâhazasında değilim. Maamafih Mektuplar’daki o kısmı -teberrüken- istinsah ile idrâke çalışıp tefeyyüz etmeye gayret edelim. Sonra da anlattıklarınız üzerinde bir nebze de olsa durmaya çalışırız.
“Âdâb ile teeddübün neticesi
“Tâlib-i sâdık; âdâb-ı muharrare ile kemâ yenbağî müteeddeb ve mütehakkak oldukta bâtını, istîdâd-ı hâssı ve derece-i muhabbeti kadar, evsâf u kemâlât-ı pîrin in’ikâsına kabiliyet hâsıl eder. Bu kabiliyet husûle geldiği gibi, âyine-i bâtında kemâlât-ı pîrin lem’a-pâş olduğunu görür. Zılliyyet ve aksiyyet halinde zuhur ve tecelli eden kemâlât-ı pîr, bi-inâyetillâhi teâlâ zamân-ı yüsrde asliyyet ve zâtiyyete inkılâb ve tahavvül eyler. Tâlip de bu suretle sülükte tevakkuf ve tekellüfe dûçâr olmaksızın maksad-ı aslîye nâil ve vâsıl olur. Bu maksat ise bir daha ric’ati mutasavver olmayan, velâyet-i hâssa; fenâ fillâh ve bekâ billâh’dır.” [A.g.m. ve e., s. 156]
Görüldüğü üzere maksat; o kadar enfes bir ifade ve i’câz bir üslûb ile tarif ve tavzih olunmuş ki, bunun üzerinde bir açıklama yapmaya tecâsürün edebe aykırı düşeceği âcizâne kanaatimdir. Bununla birlikte fehm-i âcize tebellür edenleri şöyle hulâsa edip toparlayabiliriz:
“Sâdık bir mürid, yazılan âdâbla, anlatıldığı tarzda edeplenir, bunları şahsında tatbik ile nefsinde gerçekleştirirse, kendi hususi istidad-kabiliyet ve muhabbet derecesi kadar, şeyhinin-mürşidinin kemâlât vasıflarının kendi bâtınına yansımasına kabiliyet elde eder.
Bu kabiliyet meydana geldiği gibi, bâtın aynasında / letâifinde şeyhin kemâltının parladığını, in’ikasını / yansımasını görür.
Gölge ve yansıma halinde zuhur ve tecellî eden (açığa çıkan, görünen) mürşidin kemâlâtı, Allah Teâla’nın yardımıyla kolay ve rahat bir şekilde asliyet ve zâtiyete (hakikate) dönüşür, değişir.
Mürid de bu suretle sülûkta (manevi yolculukta) durup eğlenme, bekleme olmadan ve de zahmete uğramadan asıl maksadına ulaşır, kavuşur.
Bu maksat ise, bir daha geri dönüşü (düşüşü) olmayan velâyet-i hâssa’ya, yani umumi velâyet’ten [Bkz. Âl-i İmrân suresi, 68; Bakara suresi, 227] hususi velâyet [Bkz. Enfâl suresi, 34] makamına nâiliyettir ki; o da, fenâ fillâh ve bekâ billâh’dır (Allah’ta fâni olma ve Allah ile fâni olma makamıdır).”
***
Sizin anlatmak istediklerinize gelince…
Demişsiniz ki; “Gün içerisinde bu açıklamaları tatbik sadedinde hal, hareket ve tavırlarımı kontrol etme niyetine büründükten sonra, çok değil 3-5 dakika içerisinde maneviyat, muhabbet ve huzur ile dolmaya başladığımı hissediyorum. Ama ne yazık ki bu hali uzun süre muhafaza edemiyoruz.”
Elbette öyledir. Kendini murakabe ve murabatada tuttuğun an, pîrine itaat, sadakat, teslimiyet ve muhabbetin nisbetinde 3-5 dk bile fazla, anında her şey değişir. Maneviyatta sür’at vardır, hem de sessiz sadasız… Bunu anbean hisseder ve yaşarsın. Ancak bu hâl tabii ki sürekli olmaz. Ta ki sâlik itmi’nân makamına (nefs-i mut’mainne mertebesine) vâsıl oluncaya kadar……
Hâsılı mürid, nâil olduğu nimetleri büyük bir devlet bilip, devamlı bir gayretin içerisinde bulumalı, gaflet ve gevşekliğe asla pirim vermemelidir.
Asr-ı Saadet’te Hz. Hanzala hadisesini bilirsiniz.
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) kâtiplerinden Hanzala b. er-Rebi el-Üseydî (r.a.) kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Ebû Bekir’le (r.a.) karşılaştım. Bana:
“Ey Hanzala nasılsın?” dedi. Ben:
“Hanzala münafık oldu” dedim. O,
“Subhânallah, sen ne diyorsun?!” dedi. Ben:
“Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda bulunuyoruz. O bize Cennet’i ve Cehennem’i hatırlatıyor, sanki (onları) gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Fakat O’nun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile meşgul oluyoruz. (Dinlediklerimizin) çoğunu unutuyoruz.”
(Bunun üzerine) Ebu Bekir (r.a.) şöyle dedi:
“Vallâhi mutlaka bizler de bunun (söylediklerinin) benzeri ile karşı karşıya kalıyoruz.”
(Hanzala r.a. anlatmaya devam ederek):
“Ben ve Ebû Bekir yola koyulduk. Nihayet Rasulüllahın (s.a.v.) huzuruna vardık.”
“Hemen ben, Hanzala munafık oldu, ey Allah'ın Rasûlü", dedim. Rasûlullah (s.a.v) bunun üzerine:
- “O nedir (o ne biçim söz)” dedi. Ben de şöyle dedim:
“Yâ Rasûlallah! Senin huzurundayken bize Cehennem’i Cennet’i hatırlatıp anlatıyoryorsunuz. Biz (onları), sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurunuzdan çıkınca, eşlerimizle-çocuklarımızla oyalanmaya, mesleğimizi icraya başlayınca, çok (şeyi) unutuyoruz.”
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- “Nefsim (kudret) elinde olan (Allah’)a yemin olsun ki; huzurumda bulunduğunuz hâl üzere ve zikre devam edebilmiş olsaydınız, melekler (evlerinizde) yataklarınız üzerinde ve yollarda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat yâ Hanzala, bir sâat (ahiretiniz için ibadet ve tâat ile) bir sâat (de dünya işleriniz ve geçiminizle uğraşınız)’ diye üç defa tekrarladı.” [Müslim rivayet etti; Bkz. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Bâb: 14, Hadis no: 151]
Bu mevzuya mümâsil olarak Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî (rh.) hazretleri meşhur eseri İhyâ’sında buyurur ki:
“İnsan arasıra (mesela) gece namazı kılan kimseler arasında gecesini geçirir. Bunlardan bir kısmı gece yarısına, bir kısmı sabaha kadar, bir kısmı da gecenin bir bölümünü ibadetle geçirir. Böyle bir adam eğer kendi evinde bulunmuş olsaydı, gece ibâdetini kısa kesecekti. Fakat ibadet edeni görünce onlara tâbi olmaya heves eder ve normal âdetinden daha fazla ibadet eder… Veya gece ibadeti hiç âdeti değilken, onların arasında bulunduğu için kalkar ibâdet ederse ya da aynı şekilde onlarla beraber heveslenip nâfile oruç tutarsa, tuttuğu oruç gösteriş için olduğundan, tutmaması ve onlara uymaması gerektiği zannedilir.
“Hakikatte bu öyle değildir. Bunun açıklaması vardır. Çünkü bütün mü’minler, Allâh’a ibâdet etmeyi, gündüz oruç tutup gece namaz kılmayı ister. Ancak karşısına bazı engeller çıkar. Şehvetine tâbi olur, gaflete düşer ve bu ibâdetleri yapamazlar. Fakat başkalarının gafletten uyanıp ibâdet ettiklerini görünce, kendiside gafletten uyanır veya bazı yerlerde ibâdetine engel olan şeyler ortadan kalkar, hevesi fazlalaşır, böylece de ibadete başlar.
***
Netice itibariyle bizim vaziyetimiz, hâl-i pür-melâlimiz de bu tablonun dışında olmadığına göre, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin sık sık tekrarladığı “Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamen de terk edilmez” fehvası muktazasınca, gerek zâhir planda gerekse bâtın sâhasında sa’y u gayretten uzak kalmamalıyız. Ta ki yakîn / ölüm gelinceye kadar…