es-Süyûtî‘nin, Hadis, Fıkıh ve Arap dili sahalarında içtihad mertebesine yükseldiğini söylediği (Kitâbu’t-Tahdîs bi Ni’metillâh, s. 205) Takiyyüddîn es-Sübkî (v.756/1355) hayâ timsali idi; yanında kimsenin mahcup duruma düşmesinden hoşlanmazdı. Talebelerinden en küçük bir mesele konusunda bir tesbitte bulunanlara, sanki o meseleyi hiç duymamış gibi tepki verir, onları cesaretlendirir, teşvik ederdi. Oğul es-Sübkî‘nin anattığına göre birgün talebelerinden birisi, muahhar (sonraki dönem) bir alimden bir mesele nakleder. Oğul es-Sübkî bu meselenin daha önceki bir alimin eserinde de geçtiğini, muahhar kaynağın zikredilmesinin uygun olmadığını söyler. Bunun üzerine baba es-Sübkî oğluna, “Bunu nereden biliyorsun, kaynağını getir” der. Oğul es-Sübkî, bahsettiği kaynak eseri getirmek için oradan ayrılır. Döndüğünde o talebe gitmiştir. Konuşmaya başlamadan baba es-Sübkî şöyle der: “Senin zikrettiğin mesele, o kitabın şu bölümünde geçiyor. Bunu biliyorum. Ancak bir ilim talebesi hocasına enteresan bir mesele keşfettiğini göstermek isterken sen onu mahcup duruma düşürecek bir tavır takındın. Bu uygun bir davranış değildir.” Ebubekir SİFİL, İslam ve Modern Çağ 3, s. 180.
Dr. Aziz – Ankara
*******
Selamün aleyküm.
Aziz kardeşim; kaynağını belirttiğiniz bu nakille, zannediyorum İmam Sübkî (rh.) hakkında sormak istiyorsunuz.
İmâm Sübkî’nin (rh.) hâl tercemesi (biyoğrafisi) ve ilmî seviyesi ile ilgili kısaca şunları söyleyebiliriz:
Ali bin Abdi’l-Kâfî b. Alî b. Temmâm es-Sübkî el-Ensârî (rh.) müfessirdir, hadîs hâfızıdır, münâzara âlimlerimizdendir. İmam Zehebî’nin (rh.) de ifâdesiyle asrının Şeyhu’l-İslâm’ıdır. Allâme Kevserîn’in (r.aleyh) tabiriyle devrinin en büyük cidâl âlimidir. Tabakâtü’ş-Şâfiiyye sâhibi Tâcüddîn es-Sübkî’nın (rh.) babasıdır.
Hicrî 683 senesinde Sübk’te doğdu. Sübk’ten Kâhire’ye, sonra da Şâm’a gitti. Hicrî 739 senesinde Şâm kadılığını üstlendi. Sonra hasta oldu ve Kâhire’ye döndü. 756 senesinde Kâhire de vefat etti.
Şâfii mezhebine göre tabakat-ı fukaha (fakihlerin durumu) üç mertebeye ayrılır:
1. Müctehid-i Mutlak,
2. Müctehidün fî’l-Mezhep,
3. Müctehidün fi’l-Mesâil veya Müraccih.
İmam Sübkî (rh.) ilk ve ikinci zümrenin içinde değilse bile, en azından üçüncü gruba dâhil bir fakihtir, büyük âlimdir.
***
Ulemânın onu medh u senâları…
Zehebî, Zeylü’l-İber’de ondan şeyhu’l-İslâm ve benzeri medih sözleriyle bahseder: el-Mu’cemu’l-Muhtass’ta da, ‘allâme’, ‘fakîh’, ‘muhaddîs’, ‘hâfız’, ‘fahru’l-ulemâ’, ‘takıyyü’d-dîn’, ‘sâdık’, ‘mütesebbit’, ‘hayırlı’, ‘mütevâzi’, ‘sîret ve ahlâkı güzel’, ‘ilim kablarından biri’… Fıkhı bilir takrîr eder, hadîs ilmini bilir tahrîr eder, usûl ilmini bilir ve tâlim eder, Arapçayı bilir tahkîk ederdi. Sağlam ve kaynak eserler yazmıştır. İbn Teymiye’ye muhaliftir, hatta bu yüzden bazıları tarafından tenkide uğramıştır.
Zehebî (rh.) onu öven bir şiirinde kendilerini köleye, onu da efendiye benzetir. İlimde Mâlik gibi seviyeye nâil olduğunu, hukümlerde, en üstün hüküm veren, hıfz ve nakd (nazmın-şiirin kusurlarını ortaya koyan ilim dalı)’de İbn Maîn, fetvâlarda Süfyân ve Mâlik, münâzara’da ve araştırmada Fahruddîn-i Râzî, nahiv’de de Müberrid ve İbn Mâlik gibi olduğunu, söyler. Usûl ulemâsından İsnevî, ‘gördüğümüz âlimlerin en üstün nazar sâhibi, ilimleri en çok toplayanı, ince meselelerde en güzel konuşanı...’ olduğunu anlatır. Hepsi de çok değerli ve sayıları yüz elliyi bulan eserleri ile kıymetli şiirleri de vardır. Hatta es-Seyfü’l-Meslûl’ün Muhakkık’ı, onun 211 eserini sayar.
[Ayrıca bkz. Bilmen, Ö.N., Büyük Tefsir Tarihi Tabakatü’l-Müfessirîn, Bilmen Yay., İstanbul, 1973, 2, 564-65]
***
Mesajınızdaki iktibasta, Takiyyüddîn es-Sübkî (rh.) hakkında, oğlu tarafından nakledilen hadisenin bir benzerini de, Hüseyin b. Ali es-Saymerî (rh.), Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbih (Haydarâbâd 1974) adlı menâkıbında şöyle anlatır:
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rh.) ilmî bir seyahat için Bağdat'a gitmiştir. Kûfe'deki talebeleri, aralarında çetin bir mesele takrîr edip üzerinde uzun araştırmalar yapar ve döndüğünde İmam'a bu meseleyi sormayı kararlaştırırlar. Kûfe dışında karşıladıkları Hz. İmam'a, hoş-beşten sonra meseleyi arz ederler. İmam-ı Azam (rh.),
- Bu meselenin cevabı şudur, der. Talebeleri itiraz eder ve aralarındaki konuşma şu minval üzre devam eder:
- Yâ İmam! Bağdat size yaramamış. Biz bu meseleyi günlerdir aramızda konuşup müzakere ediyoruz. Vardığımız netice sizinki gibi değil.
- Öyleyse getirin delillerinizi.
Deliller zikredilir ve konuşma devam eder:
- Şu şu sebeplerden dolayı bu meselede sizin vardığınız netice yanlış, benim söylediğim doğrudur.
Bunun üzerine talebeler özür dileyerek "tamam" derler. Ama Hz. İmam meselenin peşini bırakmaz:
- Birisi size benim söylediğim cevabın yanlış, sizin söylediğinizin doğru olduğunu söylese ne dersiniz?
- Bu mümkün değil. Zira siz az önce meseleyi vuzûha kavuşturdunuz.
Hz. İmam,
- Öyleyse dinleyin, der ve kendi cevabının delillerini çürütüp, onların delillerini takviye eder.
Bunun üzerine,
- Bize haksızlık ettiniz demek ki. Biz bu cevabın doğru olduğunu zaten söylemiştik.
- Acele etmeyin. Şimdi size, benim cevabımın da, sizin cevabınızın da yanlış olduğunu, bu meselenin doğru cevabının bir üçüncü alternatif / çare / seçenek olduğunu söylersem ne dersiniz?
Bunun mümkün olmadığını söylediklerinde, önceki iki cevabın delillerini çürütüp, üçüncü cevabın delillerini takviye eder. Talebeler şaşkındır.
- Ey İmam, derler, doğrusu neyse bize söyleyin.
Bunun üzerine İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rh.), ilk cevabının doğru olduğunu ve diğer iki cevabın yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koyar.
Her iki hadise de âlimlerimizin büyüklüğünü, ilmî meselelerin müzakere ve münazarası (tartışma) esnasında uyulması gereken usûl ve âdabın nasıl olması gerektiğini öğrenmiş oluyoruz. Kısacası büyükler, her halleri ile hem muallim hem mürebîdirler. Muhataplarını eğitiyor ve öğretiyorlar… (Rabbim celle şânuhu cümlesine rahmet eylesin.)