Başlıktaki soru, e-mailime bir okuyucudan geldi bugün... Kendisine vermeye çalıştığım cevabı diğer okuyucularla da paylaşmak istedim.
***
Kanla abdest alan bir peygamber bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla Hallâc-ı Mansur hazretleri, aşkı bir zevk ve haz olarak değil, elem ve azap olarak görüyor ve âşığın sevgili uğruna en acı ıztırabı tereddüt etmeden göze alması gerektiğini düşünüyordu. İdam edileceği gün vücudundan akan kanla abdest aldığı ve "Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır" dediği rivayet edilir. [Nesîmî Dîvânı'nda Aşk ve Aşk Üzerine Yapılan Teşbih ve Mecazlar]
Ancak bu da onun, "ene'l-hak"sözü gibi bir şathiyesi (zâhirde saçma görülen, fakat şerh ve tahlili halinde mânidar olduğu anlaşılan söz) olarak görülmeli ve te'vil edilmelidir diye düşünüyorum. Bildiğiniz gibi, maneviyat büyüklerinin bu tip sözlerini iyiye-güzele, doğruya hamledip yorumlayarak kullanmak en doğru olan yoldur. Meselenin aslına inecek olursak bu husus, oldukça netâmeli bir mevzudur. Yani neden hepsinde değil de bazı velilerde bu gibi şathiyeler görülür? Bunlar, tabiri caizse "yolda kalmış" velilerdir. Yine tasavvuf tabiriyle ifade edecek olursak, "gidişi de dönüşü de tam olan" velilerde böyle şathiyat nev'i sözler pek görülmez… Hatta onlarda bu ve benzeri kaal ve hâllere hiç rastlanmaz.
Yine bilirsiniz ki velâyet mertebeleri de kalın hatlarıyla üç basamaktır:
1. Velâyet-i Suğrâ,
2. Velâyet-i Kübrâ (veya Vustâ),
3. Velâyet-i Ulyâ…
İşte şeriatın zahirine göre ilk bakışta yanlış gibi gözüken, te'vile muhtaç olan bu sözler-hâller daha çok velâyet-i suğrâ makamında olanlardan zuhûr eder…
Mesela Hallâc-ı Mansur Hz.leri hakkında ileri sürülen iddiaların en yaygını, en sürekli olanı, en çok dikkat çekeni onun tevhid ve fenâ (fenâ fillâh) fikrini-görüşünü ifade eden "ene'l-hak" sözü ile hulûl ve ittihâdı tedâi ettiren / çağrıştıran bazı ifadeleridir. Hallâc Hz.lerinin kafir ve zındık olduğunu iddia edenler, "ene'l-hak" sözü ile ilahlık iddiasında olunduğunu ileri sürmüşler; onu büyük bir veli olarak tanıyanlar ise bu sözü diğer sûfîlerin şathiyâtı gibi görüp, çeşitli mânâlarla izah ve te'vil yoluna gitmişler, yani iyiye-doğruya yorumlamışlardır.
Evet, Hallâc Hz.lerinin "ene'l-hak" dediği doğrudur. Ancak bu sözüyle ilahlık iddiasında bulunduğu yolundaki hükümler kesinlikle yanlıştır. Onun bu sözünün mevzu ile ilgili tam izah ve ifadesi şöyledir:
"Eğer Allâh'ı tanımıyorsanız eserini tanıyınız! İşte o eser benim, ben Hakkım; çünkü ebediyyen Hak ile Hakkım." [Kitâbü't-Tavâsîn, s. 208]
Bir şiirinde hulûlle alakalı olarak,"Ben sevgilimin kendisiyim, o da bendir; biz bir bedene hulûl etmiş iki ruhuz"[Dîvân, s. 279] diyen Hallâc Hz.lerinin bu sözleri, onun daima fenâ, sekr ve tevhid hali göz önünde tutularak açıklanmaya çaılışılmıştır.
Bu açıklamalara göre" Ben Hakkım"sözü "Ben Hak'tanım" veya "Ben bir hakikatim / gerçeğim ve bâtıl değilim" demektir. Kısacası böyle te'vil edilmeli / yorumlanmalıdır.
Bazılarına göre Hallâc-ı Mansur bu sözü Allâh'tan hikaye yoluyla söylemiş ve "Allâh, ben Hakk'ım diyor" demek istemiştir.
İmam Gazalî (k.s.) hazretleri ise, 'ene'l-hak'sözünün söylendiği manevi makamın ve hâlin önemine işaret ettikten sonra mevzuyu tecelli ve fenâ mefhumları ile açıklar ve şu misâli verir:
"Bir bardağa meşrubat konulunca, bardakla meşrubatın rengi birbirine karışır; artık bardaktan değil, sadece meşrubatın varlığından söz edilir. Kalbinde Allâh Teala'nın tecellî ettiğini gören bir velî, bazen tecellî mahalli olan kalbi göremez; sadece burada tecelli eden Hakk'ı görür ve o zaman 'ene'l-hak' der. Bundan maksat, velînin kendi varlığını yok sayarak Hakk'ın varlığını dile getirmesidir." Ne güzel, ne rahatlatıcı, gönül ferahlatıcı bir izah!
Bu mevzuda son söz
Son devir dersiâmlardan, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn kolu silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden üstâzünâ Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri, Ahzâb suresi 45-46’ncı ayetlerden bahsettikleri bir sohbetlerinde, Allâh’a dâvet mevzuu ve sadedinde olduğumuz vahdet-i vücûd meselesi ve Hallâc-ı Mansûr'un vaziyetiyle alakalı şu izahatta bulunurlar:
“وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ * [“Ve dâıyen ila’lallâhi”: Hem Allah'a (O'nun izniyle) bir da'vetçi…] Ef’âl-i İlâhi, Sıfât-ı İlâhi, Envâr-ı İlâhi’ye tebaiyyet ve ubûdiyyetimle sizi Allah’a davet ediyorum, kendime değil [diyor. Burada] vahdet-i vücutçulara söz var…
Sâir enbiyâ-i izâmın dâveti Cennet’e; bizim Nebîmizin dâveti ise, Zât-ı İlâhiyedir.
“بِإِذْنِهِ *: [“Bi-iznihî”: O’nun (Allah’ın) izniyle…] Allâh’ın mülkünde tasarruf güçtür... Sade [O’nun] izni ile, imdâd-ı ilâhi ile ‘fenâ fillâh’tan sonra dâvettir... Fenâ fillâh, beka billâh olmadan tehlike vardır! Bizim hudut dâhilinde bu sırra kadem basan bir adet dahi yoktur!
‘es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn’ yerine, ‘ibâdillâhil ecmaîn’ dese idi, bütün kullar kurtulurdu’ diyen Hallâc-ı Mansûr, Rasûlullah (s.a.v.) için, ‘derecesi yüce himmeti kaasır’ dedi ve bu hatasından ötürü bâtın-i şerîattte hata edip zâhir-i şeritte ceza gördü. Nitekim Hallâc idâm edildi ve ancak 300 sene sonra Âlem-i Berzah’ta şefaatle Rasûlümüze mülâkî oldu. ‘Makam-ı Sıddîkıyet’ 41 derecedir. O ancak birinci derecesine vâsıl olabilmiştir...” [Ahbâb, s. 63]
Ne muazzam bir iksîr-i ulûm ve mârifet!..
Rabbim (c.c.), bu âlemde himmet ve teveccühlerinden, ahirette şefaat ve yardımlarından yoksun bırakmasın. Hâssaten Rasûl-i Zîşânının şefaat-i uzmâsından hiçbir Ümmet-i Muhammed'i ve evladını mahrum eylemesin. Amin…
Günümüze gelince…
Ergün POYRAZ nam bir kişi,"Kanla Abdest Alanlar"adıyla sözde bir kitap hazırlıyor;Toplumsal Dönüşüm Yayınları da bunu,Araştırma ve İnceleme Dizisi olarak2003yılında basıp piyasaya sürüyor… Kitapta Said-i Nursî'ye ve sevenlerine hücum ediliyor… İddialar, tamamen gözü kapalı bir karalamadan ibaret! İsnat ve iftiradan öte bir şey ifade etmiyor. Güya"Allah'ın ahkâmını tesis etmek için gerekirse kanla abdest alacaksınız"demişler çevrelerine… Falan-filan… Okunmaya, vakit harcamaya değecek cinsten bir müsvedde değil.
Sonuç olarak sözü Efendiler Efendisine Resûlüllah'o (s.a.v.) bırakacak olursak, O buyuruyor ki:
"Sizden biriniz namaz kılmaya kalktığında, Allâh'ın kendisine emrettiği gibi abdest alsın. Sonra tekbir getirsin; Kur'an'dan bildiği bir şey varsa okusun. Eğer Kur'an'dan bir ezberi yoksa, Allâh'a hamdetsin ve O'nu yüceltsin."
Hâsılı, necasetle taharet olmaz. Kan da necis olduğuna göre onunla abdest alınmaz. Abdestin neyle ve nasıl alınacağı ise, takdir edersiniz ki, burada yazıp çizmeye bile gerek olmayacak kadar açıktır İslam'ın fıkıhla ilgili eserlerinde. Hatta ilmihâl kitaplarında bile...
Bilmiyorum; derlemeye-toparlamaya, yazıp çizmeye çalıştığımız bu kırıntılar sorunun cevabı oldu mu olmadı mı? Ama bildiğim bir şey varsa o da, eskilerin tabiriyle "Babamın adı Hıdır, elimden gelen budur".
Varsa ilave edilecek birşey dileyen ekleyebilir.