Sevgili Hocam,
Önceki cevabinizi dikkatle okudum ve soruyu yanlis söyledigimin farkina vardim, özür dilerim. Benim demek istedigim, avam derecesinde insanlarin ayeti kerime meali okuyup veya hadisi serifi okuyup delil gösterme cabasina girmeleri. Son yillarda mealcilik aldi basini gitti, biraz meal okuyan, haddini bilmeden ileri geri mealden delil göstererek "hüküm" cikarma gayretine giriyor. Bu gibi insanlari uyarma babinda nasil cevap verebilirim. Tabiki mukallitlere düsen görev mezhebimize uymak olur.
2. sorumu eksik sormusum.
Sorum Peygamber efendimizin ve onun Varislerinin manevi hayati hakkinda olacakti. Mesela Efendimize (s.a.v.) ümmetinin ahvali arz edilirmi? Kimileri diyorki bir Hoca sohbetinde Peygamber efendimizi cok yüceltiyor, bu sorun tenkid edenlerin efendimizin ve onun varislerinin manevi hayatlari hakkinda bilgi sahibi olmadiklarindan kaynaklaniyor. bu gibi düsünenlere nasil cevap verilir.
Selam ve dua ile/Kemal Ates
*******
Değerli kardeşim;
İlk sorunuzda söyledikleriniz; maalesef aynen belirttiğiniz gibi. Bir mealcilik furyasıdır gidiyor. Eline meal alan ayetlerle hükmetmeğe, oralardan hükümler çıkarmağa başlıyor. Bu son derece sakat, yanlış ve bir o kadar da tehlikeli bir durum.
Oysa bir önceki cevabi yazımızda da işaret etemeğe çalıştığımız gibi, mukallidin yapması gereken, meal-tefsir ve hadis kitaplarından okuduklarıyla hükümler çıkartmak değil, akaid ve ilmihal kitaplarında çıkartılmış, hazır –tabir caizse- komprime hükümlerle amel etmektir. Problemlerine de çözümü oralarda aramak ya da o bilgilere vakıf olan kişilere sorup öğrenmektir. Dünyevi hukuk sistemi de böyle değil mi? Önüne gelen içtihat edebiliyor mu, kanunlardan hüküm çıkartabiliyor mu? Hayır. Ancak belli merciler içtihatlarda bulunuyor, mahkemeler de ona göre hükmediyor. Hatta bir hakim, Anayasa maddesine göre bile hükmedemiyor; ancak Anayasadaki o maddeye göre çıkartılmış kanunlara ve içtihatlara göre hüküm verebiliyor. Nerede kaldı mukallit bir kişinin Kur’an’dan, Hadislerden hüküm çıkartması… Malum, o işin bir yığın yolu-yordamı, usûlü-yöntemi var. Nitekim bir başka cevabi yazımızda anlatmıştık oradan bakılabilir; içtihat ve müçtehitle alakalı bilgilere…
Bu noktada onları uyarmak, meselenin ciddiyetini, nasıl olması ya da olmaması gerektiğini anlatmakla olur. Biz anlatalım, elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce, aklımızın ve ilmimizin elverdiğince izah etmeye çalışalım; gerisi onların iz’an, insaf ve irfanına kalmış bir şey. Ne diyebiliriz; Rabbim hidayet-i kamile ihsan eylesin.
***
İkinci sorunuza gelince…
Gerek Rasûlullah Efendimizin gerekse varislerinin maddi hayatı da manevi hayatı da malumunuz… Sevgili Peygamberimiz elbette ümmetinin ahvalini en hurda teferruatına varıncaya kadar biliyordu… Çünkü Rabbi ona bildiriyordu… Hem de onun ilmi bizimki ki satırlardan değil sadırdan… Nazari değil şuhûdidir. Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz malumunuz; o, her şeyi bizim ekranda gördüğümüz gibi görüyor, temaşa ediyordu. Evvelinin ve ahirinin ilmi onda… Daha neye gerek olacaktı ki…
Peygamber Efendimiz hakkında ne söylesek az, ne anlatsak eksik kalır. O, Yüceler Yücesi'nin yücelttiği bir beşer… Daha ilerisi yok ki… Bütün makan-mevki-mertebeler Rabbimizin yed-i kudretinde… O da Habibine vermiş de vermiş… Kim ne diyebilir, nasıl müdahale edebilir ki… Malumunuz Hallac-ı Mansur (k.s.) kendince bir laf etti, 'Himmeti selahiyetinden kasırdır, istese kâfirleri de cehenneme gitmekten kurtarabilir' dedi, ne büyük cezaya çarpıldı. Bir ara Hud aleyhisselâm, Divan-ı Salihin sonrası kendisine sorulması üzerine, '300 yıl oldu Rasûlullah'a (s.a.v.) onun affı için yalvarıyoruz, henüz müsbet bir netice alamadık' mealinde üzüntülerini belirtiyorlar... Ona ve onun varislerine dil uzatanlar iflah olmaz. Rabbim muhafaza buyursun.
Abdülkadir Geylani hazretlerine dil uzatan Şeyh San’an’ı hatırlayın… Ne dehşet bir ceza!
Bildiği İsm-i Azam’ı ülû’l-azm bir peygamber olan Musa aleyhisselam aleyhinde kullanmaya kalkışan Bel’âm bin Bâûrâ’yı düşünün… Ne büyük felaket…
Son olarak Mecmûatü’l-Cevâhir’de geçen bir hadiseyi nakletmeye çalışayım. Şeyh Şa’râvî (k.s.) anlatıyor:
Bir kimse huzurumda Ömer ibni Kariz hakkında ileri geri konuştu. (Ki bu zat, Haremyn’de bulunuyordu.) Onu ikaz ederek,
- “Bir velinin aleyhinde bulunmaktan korkmuyor musun?” dedim.
Bu defa adam kızdı ve daha ileriye giderek ona sövdü.
Ben de ondan ayrıldım, o benden sonra İskenderiye’ye gitti. Orada halk onu, zina etmekle itham ettiler. Oranın Kadıaskeri de sakalının yarsını kestirtti ve onu bir eşeğe ters bindirtti ve 3 gün İskenderiye sokaklarında dolaştırdı, teşhir ettirtti. Sonra yıkanmak için hamama girdi ve orada boğularak öldü. Yüzü ise simsiyah olmuştu ve sureti değişmişti. Hatta gelen haberlere göre kafası boynuz çıkartmaya başlamıştı. Halbuki Ehlullah aleyhinde konuşan ve söven bu zat, vaktiyle bir müfti-i muteber’di (saygın bir müftiydi).
Evet; Allah’a, peygamberine ve onun varislerine dil uzatanların, onların makam ve mevkilerini küçümseyenlerin hali bu. Onlara dokunan çarpılır. Ama bu âlemde ama öbür âlemde. Yaptıkları-söyledikleri mutlaka karşılığını bulur. O bakımdan bu gibi gafilleri de uyarmak, bilgi sahibi yapmaya çalışmak, söylediklerinin ne denli yanlış ve tehlikeli olduğunu hatırlatmaya çalışmak lazım.
Şeyh Abdullah Kureyşî hazretleri de der ki: “ Eğer bir kimse bir veliye sadece ters bir bakışla baksa, onun itikadı bozulur ve o kişi, bedenen de bir belaya uğramadıkça dünyadana ahirete gidemez.” Rabbim muhafaza buyursun.
***
Sevgili kardeşim; takdir edersin ki, bu gibi derin ve geniş meselelere, alanı sınırlı köşelerde, vakti dar kişilerce ancak bu kadar izah getirilebiliyor. Gerisi sizin irfanınıza kalıyor. Bilmem anlatabildim mi?
Mukabil selam ve dualarımla…