Peygamberimizden (s.a.v.) hiç haberi olmayan, medeniyyetten uzak yerlerde yaşayıp ölen kimselerin ahiretteki durumu hakkında bilgi verir misiniz? Tşk. ederim.

Soru: Hikmet tarafından gönderildi. Kategori: Soru - Cevap

*******

Yani bir bakıma fetret ehlinin, İslâm'dan haberi olmayanların ahiretteki durumunu, bunlar hakkında verilecek hükmü soruyorsunuz.Fetret”, kelime olarak fâsıla, aralık, kesinti mânâlarındadır. Dinî bir tabir olarak da, iki peygamber arasında geçen zaman aralığına denilir.

Buharî'de geçen bir hadis-i şerifte “fetret” için Hz. İsa (a.s.) ile Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) arasında geçen zaman kastedilir. [Buharî, Sahih, Menakıbü'l-Ensâr, 53]

Ancak sizin sorunuzda olduğu gibi, bir şekilde kendilerine tebliğ ulaşmayanlar da elbette “fetret” ehlinden saylırlırlar.

***
Bazı âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, İslâmiyet’ten önce Arapların, peygamberlerin gönderilmesi ile ilgili bilgileri oldukça zayıftı. Kur'ân'da, Arap müşriklerinin "Rabbimiz, peygamber göndermek dileseydi, şüphesiz ki, melek bir peygamber gönderirdi" dediklerini belirtmekte… [Fussılet sûresi, 14] Böylece onların peygamberlik hakkındaki, dolayısıyla hak dinlerle ilgili görüşlerinin ne derece zayıf olduğu ifade edilmektedir.

Araplar her ne kadar Hz. İbrahim'i (a.s.) peygamber olarak bilmiş olsalar da, onun peygamberliğinin yalnızca kendi zamanıyla sınırlı olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. İbrahim ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) arasında geçen üç bin senelik uzun bir süreden dolayı, İbrahim aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu Hanîf dinin hükümlerini bilen pek yoktu.

***

İslâm âlimleri fetret ehlini üç kısımda inceler:

1. Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini kendi aklı ve zekâsının yardımıyla düşünüp bulan ve bilen kimseler: Kus bin Sâide ve Cennetle müjdelenen Sahabilerden Said bin Zeyd'in babası Zeyd bin Amr gibi.

2. Tevhid inancını bozup değiştirerek putperestliği kabul eden ve kendilerine göre din uydurup insanları kendi çevresinde toplayanlar: Araplar arasında putperestliği çıkaran Amr bin Luhay ve diğer müşrikler gibi.

3. Ne mü'min, ne de müşrik herhangi müsbet veya bâtıl bir inanca sahip olmayıp bütün ömrünü gaflet içinde geçiren; akıl ve zihnini bu nevi meselelerle meşgul etmeyen kimseler... Cahiliye devrinde bu sınıfa giren insanlar da vardı.

***

Bu üç sınıftan ikinciler putperest olduklarından Cehennemliktir. Üçüncü sınıfa girenler ise gerçek mânâda fetret ehli olduklarından bunlar Cehennem ehli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerine hak ve hakikati tebliğ edecek bir peygamber gelmediği, küfrü gerektirecek bir halleri de olmadığından ehl-i necattırlar. Bu hususta bütün Ehl-i Sünnnet ittifak etmişlerdir. [Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1976, 4, 544]

Birinci sınıfta bahsedilen Kus bin Sâide ile Zeyd bin Amr ise binlerce insanın arasında Allah'ın varlık ve birliğine inananlar olduklarından, o zamanlar bir peygamber gelmediğinden herhangi bir peygamberin de ümmeti bulunmadıklarından ve ayrıca Peygamber Efendimize de yetişemediklerinden Cenab-ı Hak onları tek başlarına ayrı bir ümmet olarak haşredecektir. Yine ehl-i necattırlar, îmanları sayesinde ebedi hayatlarını kurtarmışlardır. Haşrolurken sadece "tek bir ümmet" olarak mahşer yerinde bulunacaklardır. Bunlar "müstesna" insanlardır, Allah'ın lütuf ve ihsanına mazhar olacaklardır.

***

Kus bin Sâide, Arapların çok tesirli konuşan bir hatibi, belagat dolu şiirler okuyan meşhur bir şairi idi. Cahiliye devrinde kurulan Sûk-ı Ukaz panayırına katılır, hitabetiyle herkeste hayranlık bırakırdı.

Kus bin Sâide'nin o devir Araplarından farklı olan en önemli yönü, Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine, âhirete inanmış olması ve çeşitli vesilelerle İslâm dininin geleceğini ve Rasûlullah Efendimizin peygamber olarak gönderileceğini haber vermesiydi.

Yine Peygamberimize peygamberlik vazifesi verilmesinden birkaç sene önceydi. Adı geçen panayırda bir hitabede bulunmuş, Allah'ın varlık ve birliğinden, dünyanın fâniliğinden, ölümün hak olup ona hazırlıklı bulunmanın lüzumundan bahsetmiş, bir yerinde de şunları söylemişti:

"Yemin ederim ki, Allah katında bir din vardır. Şimdi bulunduğumuz dinden daha sevgilidir. Allah'ın göndereceği bir peygamberi vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi.

"Ne mutlu o kimseye ki, ona îman eder, o da kendisine hidayet eyler. Yazıklar olsun ona isyan ve muhalefet edecek bedbahta!.." [Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1, 61-62]

***
Gariptir ki, Kus bin Sâide, geleceğini haber verdiği zâtın kendisini dinleyenler arasında bulunduğunun farkında değildi. Aradan çok bir zaman geçmeden Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) peygamberlik vazifesi verildi. Fakat Kus bin Sâide'ye, gelip Peygamberimizle görüşmek nasip olmadı. Çünkü, bu sırada hayata gözlerini yummuştu. Vefat ettiğinde de yaşı bir hayli ilerlemişti.

Bir müddet sonra Kus bin Sâide'nin kabilesinden Cârud ismindeki zâtın başkanlığında bir heyet Peygamberimize (s.a.v.) geldiler, îman ettiler. Peygamberimiz onlardan Kus bin Sâide'yi tanıyıp tanımadıklarını sordu. Cârud, kendisinin onun yolunda gidenlerden olduğunu ve çok iyi tanıdığını söyledi. Bu arada Peygamberimiz, Kus bin Sâide'nin Sük-ı Ukaz'daki hitabesinden bahsederek o sözlerin hâlâ hatırından çıkmadığını ifade etti. Heyetten bir zat da kalkarak Kus bin Sâde'nin bir şiirini okudu. Bu şiirde Kus bin Sâide, Harem-i Şerifte Haşimoğullarından "Muhammed" isimli bir zâtın peygamber olarak gönderileceğini açıkça söylüyordu.

Onun istikametini takdir eden, muvahhid bir mü'min olduğunu beyan eden Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak Kus bin Sâide'yi ayrı bir ümmet olarak diriltip haşreder." [Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 4, 544-545]

***
Bu zâtın "ayrı bir ümmet olarak haşredilmesi" meselesine gelince; bu husus hadis ve kelâm kitaplarındaki "fetret" bahislerinde izah edilmektedir. Hz. İsa'dan Peygamberimize (s.a.v.) kadar geçen altı yüz sene içinde yaşayan insanlar fetret ehli sayılmaktadır. Çünkü, bu zaman zarfında hiçbir peygamber gelmediğinden, bu insanların îmânî durumları da farklı mütalâa edilmektedir.

Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mükellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında Ehl-i Sünnetin itikadî birer mezhebi olan Mâturidî ve Eş'arî mezhepleri arasında ihtilaf vardır.

İmam Maturîdî'ye (rh.) göre, bu insanlar Cenab-ı Hakk’ın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler.

İmam Eş'arî'ye (rh.) göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mükellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak "Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz" [İsrâ Sûresi, 15] buyurmaktadır.

Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba müstahak değillerdir.

***

Peki, itikadda kendisi de bir müçtehit olan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine göre hüküm nedir?

Şüphesiz ki akıl insana verilmiş olan büyük bir nimettir. Din ve dünyanın ihyası aklın sıhhatine bağlıdır. Bununa birlikte başta İmam Rabbanî (k.s.) hazretleri olmak üzere pek çok tasavvuf büyüğü vahiy terbiyesi görmemiş aklı tenkide tabi tutmuştur. Allah’ın insana bahşettiği her nimet hem hayır hem de şerde kullanılabilmektedir. Aynı şekilde akıl da hem Allah’ı tanımak hem de inkâr etmek için kullanabilmektedir.

Günümüz insanı her türlü meselesini akıl ile çözmeye çalışmakta, hatta dindar olarak bilinen insanlar bile “bence” ile başlayan cümleler kurarak, dini mevzularda aklına göre hareket edebilmektedir. Bazıları da peygamberleri devre dışı bırakarak akıllarını “modern zamanların peygamberi” yapmaya kalkışmaktadır. İmam-ı Rabbanî (k.s.) hazretleri akıl ile dini mevzular arasındaki alakayı inceleyerek vahiyden uzak kalan aklın acizliğini ve peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bize ne büyük bir ilahi ihsan olduğunu şöyle açıklar:

“Allah Teâlâ'nın, insanlara Peygamber göndermesi, onlara olan en büyük nimetidir. Bu ihsanın/iyiliğin şükrü, hangi lisan ile yapılabilir? Hangi kalb, onları göndermenin iyiliğini/faydasını kavrayabilir? Hangi vücûd ve aza, o iyiliklere şükür olabilecek bir şey yapabilir? O büyük insanların mübarek varlıkları olmasaydı, bu âlemi yaratanın varlığını, biz kısa akıllı insanlara kim gösterirdi?” [el-Mektûbat, 259]

İmam-ı Rabbanî hazretleri aklın tek başına hidayete yeterli olmayacağını göstermek için, Eski Yunan filozoflarını bize örnek verir. Eski Yunan Filozoflarının her biri dâhi derecesinde zeki olmasına rağmen, akılları ile Yaratıcı’nın varlığını bulmak bir tarafa, böyle bir Yaratıcı’nın gerekli olduğunu bile kavrayamamışlardır.

Daha sonraki filozoflar arasında Allah’ın varlığını kabul edenler de bu gelişmeyi Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) getirdiği ilahi vahiy bilgilerinden almışlardır: “Eski Yunanlıların ilk feylesofları, o kadar zeki ve kurnaz oldukları hâlde, Yaratan’ın varlığını anlayamadılar. Bu kâinatı var edenin tabiat olduğunu iddia ettiler. Cahillik devri geçip, gönderilen Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) davetlerinin nurları ile âlem aydınlanınca, sonra gelen Yunan filozofları, o nurların bereketiyle uyanarak, eski felsefecilerin sözlerini reddettiler. Kâinatın bir Yaratıcısının bulunduğunu ispat ederek kitaplarına yazdılar. Binaenaleyh bizlerin akılları, nübüvvet nurundan beslenmeksizin bu yüksek mevzuları idrakten çok uzaktır.” [A.g.e., 259. Mektup]

İmam-ı Rabbanî (k.s.) hazretleri bu inancın aksine olarak, aklın tek başına Yaratıcının varlığını ve birliği bulabileceğini savunan Mâturidi âlimlerini de tenkid eder. Mâturidi mezhebine göre bir insan, dağ başında yaşasa ve kendisine açık bir tebliğ ulaşmasa da Allah’ın varlığını ve birliğini kendi aklıyla bulmak zorundadır. Bulamadığı takdirde ebedi Cehennem hayatı ile cezalandırılacaktır.

İmam-ı Rabbanî hazretleri bu görüşün aksine, kendisine açık bir tebliğ ulaşmayan kimselerin, ebedi Cehennem ile cezalandırılmayacağı görüşündedir. Her ne kadar akıl doğru yolu bulmak için yaratılmış ise de, yalnız başına Allah'ı bulamaz. Hidayete erebilmek için, akıl daima ilahi vahiy bilgisine ihtiyaç duyar.

İmam-ı Rabbanî’ye (k.s.) göre kendisine tebliğ ulaşmayan küfür ehli, ahirette diğer canlı varlıklar gibi diriltilip hesapları görülecek ve ondan sonra yok edilecektir. Herhangi bir peygamberin daveti ulaşmamış fetret devri müşriklerinin durumu ile bunların çocuklarının durumu hakkında câri/geçerli olan hüküm bu şekildedir. Onlar için ne ebedî ceza, ne de ebedî bir mükafat vardır. Bununla birlikte İmam-ı Rabbanî hazretlerine göre, yeryüzünde peygamberlik nurunun ulaşmadığı mekânlar son derece azdır. Nitekim oğluna hitaben yazdığı mektubunda bu mevzuyu şöyle dile getirir:

“Ey yavrum! Bu fakir, çok geniş ve çok derin düşünüyorum da, Peygamberimizin (s.a.v.) haberi yetişmeyen / tebliği ulaşmayan, yeryüzünde, hiçbir yer kalmadığını anlıyorum. Bütün dünyanın, Onun davet nuru ile güneş gibi aydınlandığı görülüyor. Hatta duvar arkasında bulunan, Ye'cûc ve Me'cûc’e bile ulaşmış bulunuyor.” [A.g.e., 259. Mektup]

İnsanların kafasında Hint bölgesine peygamber gönderilmediği gibi yanlış bir kanaat vardır. İmam-ı Rabbanî hazretleri zannedildiğinin aksine, Hint diyarına da pek çok peygamber gönderildiğini şöyle anlatır:

“Hatta peygamber davetinden uzak gördüğün Hint diyarlarında bile Hintliler arasından gönderilmiş ve Hak Teâlâ’ya davet etmiş peygamberler buluyorum. Bazı Hint diyarlarında şirk karanlıkları içinde tutuşturulmuş meşaleler gibi peygamberlerin nurları görülmektedir. Şayet arzu edersen bu yerlerin adını da sana verebilirim. Mesela bir peygamber görüyorum kimse onun davetini kabul etmemiş, bir başka peygambere bir kişinin iman ettiğini görüyorum. Bir diğerini iki kişi tasdik etmiş, bazısına üç kişi iman etmiş. Hint diyarında üçten fazla kişinin iman ettiği bir peygamber görmedim.” [A.g.e., 259. Mektup]

İmam-ı Rabbanî’ye (k.s.) göre Hintlilerin inandığı kutsal metinlerdeki bilgiler de aslında peygamberlerin getirdiği vahiy bilgisinden alınmıştır: “Zira geçmiş ümmetlerde her dönemde mutlaka bir peygamber gelmiş geçmiş ve Vacib Teâlâ’nın varlığı, sübuti sıfatları, O’nun tenzihi ve takdisi ile ilgili haberler vermişlerdir. O ulu zatlar gelmemiş olsaydı, bu rezillerin küfür ve isyan ile kirlenmiş, kör ve kıt akılları ile bu nimete ulaşmaları nasıl mümkün olabilirdi?”

İmam Rabbanî’ye (k.s.) göre peygamberleri ve ilahi vahyi kabul etmeyenler aslında kendileri ilahlık özentisi taşıyan kimselerdir:

“Peygamberleri kabul etmeyen bu aşağılık kimselerin kıt akılları aslında kendi ilahlıklarını ilan etmektedir. Bu insanlar kendilerinden başka ilah kabul etmemektedirler.. Nitekim Firavun şöyle demiştir:

Sizin için benden başka ilah bilmiyorum.’ [Kasas suresi, 28] Bir başka yerde de: ‘Benden başka ilah edinirsen elbette seni hapse atılmışlar arasına katacağım.’ [Şuara suresi, 29]

İmam-ı Rabbanî hazretlerine göre akıl, iki tarafı da keskin bıçak gibidir. Bazen Allah’ı buldurmak yerine O’nun uluhiyetine ortak olmak ister. İnsanlar arasında yaygın olan Allah inancından istifade ile kendisine ilahın hülul ettiğini ve kendisinin de ilahlaştığını iddia eder.

“Peygamberlerin verdiği haberlerle kainatın Vacibü’l-Vücûd bir Yaratıcı’sının olduğunu öğrendiklerinde, bu rezillerden bazılarının aklına çirkin iddialar geldi. Vacibü’l-Vücûd Yaratıcı’nın varlığını, taklitle ve kötü maksadını gizleyerek kabul etti ve o Yaratıcı’nın kendisine hulul ettiğini, kendisiyle ittihad ettiğini (bütünleştiğini) iddia etti. Bu hile ile halkı kendine ibadet etmeye çağırdı. Allah zalimlerin iddialarından çok yücedir.” [Doç. Dr. Süleyman Derin, Akıl ve Hidayet, Altınoluk Dergisi, 2008 - Mart, Sayı: 265, Sayfa: 045]

***

Muhyiddin İbn Arabî (k.s.) hazretlerinin görüşü…

İbn Arabi hazretleri, yukarıda anlatılan durumda olanlara ahirette bir nebî gönderilir, bu nebîye itaat edenler kurtulup cennete gider; itaat etmeyenler cehenneme gider, diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri ise, dünya hayatı bittikten sonra mükellefiyetlerin kalkacağını (imtihan yerinin burası olduğunu) ifade ederek, bu görüşü doğru bulmaz. [Dr. Mustafa Özgen, İmam-ı Rabbani Uluhiyet ve Nübüvvet Anlayışı]

Go to top