“Cinler, yalancı ve müstehzi (alaycı) bir kavimdir. En ufak bir sıkışmada bile hemen yalana müracaat ederler.” [Ebu'l-Faruk Süeyman Hilmi Tunahan k.s.]
***
Milletlerin-cemiyetlerin-toplumların sosyo-kültürel kaos ve bunalım dönemlerinde, hurâfe cinsinden bâtıl inançlar yaygınlık kazanır. Bunlardan biri de “tenâsuh-reenkarnasyon” saplantısıdır.
“Tenâsuh”, Arapça bir isimdir ve kısaca ruh göçü, yani ölen bir kişiye ait ruhun bir başka bedene geçme düşüncesini ve inancını ifade etmektedir.
Batı dillerindeki karşılığı ise “reenkarnasyon”dur. Bunu biraz daha açacak olursak; rûhun bir bedenden çıkıp bir başka bedene girmesi, bir cisimden diğerine ve bazan insandan hayvana veya tam tersi olarak hayvandan insana geçmesi şeklindeki bâtıl bir inançtır, diye ifade edebiliriz.
Kelâm ilmiyle alâkalı eserelere baktığımız zaman, bu inancı daha ziyade Gâliye veya Gulât olarak bilinen Şiî menşe’li fırkaların benimsediğini görmekteyiz. Eski Hint, Eski Mısır ve Eski Yunan kültürlerinde mevcut olan bu bâtıl inanç, hâlen Hinduizm, Caynacılık, Budacılık ve Sihlik gibi Asya menşe’li beşerî dinlerde varlığını sürdürmektedir.
İslâm akâidinde böyle bir inanışa yer yoktur, reddedilmiştir. Ama maalesef son senelerde, basın ve medya kanalıyla entellerimiz arasında konuşulur, “tartışılır” hâle gelmiş, hatta halkımıza da sirâyet etmiştir.
Tenâsuhçulardanbazıları da, mutedil açıklamalarda bulunarak diyorlar ki: “İnsan ruhunun hayvanlara geçmeyeceğini kabul ediyoruz. Bu insanlara mahsustur ve tekâmülü sağlayıcıdır.” Hatta İslâm’a da zıt bir inanç olmadığını iddia edip, bu görüşlerinin dîne inanmayı kuvvetlendirdiğini öne sürerler.
***
Dilerseniz meseleyi önce mücerret mantıkla ele alalım…
Böyle bir şey (farz-ı muhâl) var olsaydı, her şeyden ve herkesten evvel İslâm onu bildirirdi. Bu kadar önemli bir husus gizli tutulmazdı. Böyle bir gerçek varsa ortada, her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’deyeri olurdu, hadislerde açıklanırdı. İslâm âlimleri de o açıklamaları genişletirdi. Yok böyle bir şey. Tersine, tenâsuh düşüncesinin reddi var.“Tenâsuh-hulûl” ve benzeri sapmalar açıkça reddedilmiştir. İslâm âlimleri ve mütefekkirleri bu mevzuda gayet hassas davranmışlardır.
İkinci olarak, böyle bir inanış İslâm itikadının-inancının esaslarına aykırıdır. NitekimHicri ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani (k.s.), bu meseleyi şöyle izah ederler:
“Bâtıl olarak şeyhlik makamına oturmuş olan bazı mülhidler (dinsiz, sapıklar) var ki, tenâsuhün caiz olduğuna hükmederler. Zannederler ki, ruh kemâl haddine ulaşmadıkça (olgunlaşmadıkça) bedenlerde döner durur. Ve yine derler ki; ‘ruh, kemâl hadde ulaştığı zaman, bedenlere dönmeyi terkeder. Hatta, bedenlerle alâkası kalmaz.. Onun yaratılmasından gaye kemâlidir. Onun kemâli gerçekleştiği zaman, maksat da hâsıl olmuş olur…
“… Bu söz, apaçık küfürdür; tevatür ile dinde sabit olan (bir hususu) inkârdır. Zira, her nefis kemâl haddine ulaştığı zaman, Cehennem kimin için olacak ve kim azap görecek? Onların bu sözü-görüşü, aynı zamanda Cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesetlerin haşrini yani diriltilip toplanmasını da inkârdır. Zira, onların bozuk kanaatlerine göre, ruhun, kemâlâtına bir âlet olan cesede ihtiyacı kalmamıştır ki, cesetler haşr olunsun (tekrar diriltilsin). Bunlara göre azap, sadece dünya azabıdır. Bu da ancak ruhun temizliği içindir.” (1)
* * *
Özetlemek gerekirse, onların inanışına göre insan, değişik ve müteaddit hayatlar yaşaya yaşaya tekâmül edecek… Cezasını da mükâfatını da bu dünyada farklı hayat şartlarıyla görmüş olacak… Böylece tekâmülünü de tamamlayacak; hesaba da, Cennete-Cehenneme de, affa da şefaata da yer kalmayacak!
Esasen bu gibi sapmalar, felsefe kaynaklı süslü dalâletin şubeleridir ve ahtapotun kolları gibidir. Hiçbiri yeni de değildir, tarih boyunca var olmuşlardır. Batı’nın aklı başında adamları, düşünürleri bile bunlarla mücâdele etmişlerdir. Bu gibi sapmalar, insan ruhunu karışıklığa sürükler... Hiçbir teselli meydana getirmez; tam tersine, buhranları ve acıları koyulaştırır.
İslâm inancına göre, rûh bedenden önce yaratılmıştır. Ve “elest bezmi”nde, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” suâlinde Allâh’a, “Evet, sen bizim Rabb’imizsin”diyerek söz vermişlerdir.
Sonra da rûh, günü geldiğinde, o aslî vatanından ayrılıp dünyaya intikal ederek bedeniyle buluşmuştur. Fakat, bu ayrılık hasretinden dolayı, devamlı olarak aslî vatanını özlemektedir. Tabii ki bir gün mukadder olanecel gelecek ve o hasretlik bitecek;ruh da aslîvatanı olan âhirete, ebedî hayata intikal edecektir. Yoksa tenâsuhçuların iddiâ ettiği gibi ondan öbürüne, bundan diğerine göç söz konusu değildir.
Oysa günümüzde bazıları,“reenkarnasyon” inancının İslâmiyet’tede olduğunu iddiâ ediyor. Sanki 15 asırdır gelip geçen Müslümanlar –bâhusus ilim erbâbı– hata etmişler de, şimdi bunu kendileri keşfediyorlarmış gibi tavırlar içerisindeler. Kaldı ki bu inancın İslâmiyet’te olmadığı, Kur’ân-ıKerim’deki şu âyetlerle(2) de açıkça anlaşılır. Buyuruyor ki Mevlâmız:
“Onların, ateşin karşısında durdurulup, ‘Âh! Ne olur, keşke dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabb’imizin âyetlerini yalanlamasak ve Müslümanlar’dan olsak!’ dediklerini bir görsen... Bilakis daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilseler, yine men’olundukları şeylere döneceklerdir. Zira onlar, hakikaten yalancıdırlar.”
* * *
REENKARNASYONCULARIN SÖZDE DELİLLERİ
Reenkarnasyonainananların sözde delil olarak ortaya sürdükleri iki türlü hâdise vardır:
1.Bazı insanların,“Ben bu hayatımdan önce falan yerde doğdum, filan şekilde öldüm!” demeleri ve bu iddiâlarının bazan doğru çıkmasıdır…
2. Hipnoz esnasında geçmişe götürülen kişilerin, sözde eski hayatlarını görmeleridir.
Bu iki husus üzerinde biraz duralım ve öncelikle ilim adamlarının açıklamalarına yer verelim.
İlim adamlarına göre, mutlak unutma yoktur. Bizler, üç günlükken görmeye başladığımız rüyâları bile, beynimizin bir köşesinde muhâfaza ederiz. Ayrıca rastladığımız, okuduğumuz, dinlediğimiz, hayâl ettiğimiz her şey mutlaka beynin bir köşesinde yerini alır. Yıllar sonra bu kaydedilen şeyler, şuur üstüne çıkar ve bizleri şaşırtır. Böylelikle insanlar, daha önce farklı bir hayatta yaşadıklarını zannederler…
Psikiyatristlerin yaptığı araştırmalara göre, yeniden doğduğunu iddiâ eden kişilerin hepsinde şahsiyet bozuklukları, psikolojik tuhaflıklar görülmüştür. Anlattıkları hâdiselerde ise, pek çok sahtekârlığa rastlanmıştır. Psikiyatristler, hipnozun da reenkarnasyona delil gösterilemeyeceğini ifade ederler. Çünkü bu kişiler, farklı hipnoz seanslarında aynı zaman için farklı hikâyeler anlatırlar.
Vak’aya mânevî cihetten (metafizik yönden)bakan ilim adamları ise, bu sıradışı hâdiselerin altında cinlerin olduğunu söylerler. Çünkü cinler, insanların kalbine vesvese verirler… Çoğu insan bunun, meleklerden gelen bir ilham olduğunu zanneder, cinlerden gelen bir vesvese olduğunu bilmez. Halbuki ruh çağırma seanslarında fincanları oynatanlar, kendilerini, çağrılan kişinin rûhu olarak tanıtanlar; oysa bunlar, ya insanlarla alay etmeyi seven veya insanlara büyük bir zâtmış gibi gözüküp onları yoldan çıkartmak isteyen cinlerdir…
Son devir dersiamlarından Nakşi yolu Müceddidin kolu silsilesinin 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretlerinin ifadeleriyle, “Cinler, yalancı ve müstehzî (alaycı) bir kavimdir. En ufak bir sıkışmada bile hemen yalana müracaat ederler.”
Ayrıca onların zaman buudu / boyutu, insanlarınkinden farklı olduğu için, daha geniş devrelere yayılırlar. Dolayısıyla geçmişteki bilgilerini günümüze taşıyarak beyinleri karıştırırlar. Kur’ân-ı Kerim’de, insanlar kâfir cinlerin bu oyunları karşısında şöyle îkaz edilmiştir.
“Allah, insan ve cinlerin hepsini bir araya topladığı günde şöyle buyurur: ‘Ey cinler topluluğu! Siz, insanlara hakikaten çok ettiniz, (aldatmak için onlarla çok uğraştınız, çok çektirdiniz)’. Onların insanlardan olan dostları ise, ‘Ey Rabb’imiz, (biz) birbirimizden faydalandık ve (nihâyet) bizim için takdir buyurduğun ecele (verdiğin sürenin sonuna) ulaştık’ derler.”(3) Bu durumda biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’emensup olan mü’minlere düşense; onların hîle ve tuzaklarına kanmayıp, Kur’ân-ı Kerim’in, Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) ve vârisleriningösterdiği yoldan yani sırât-ı müstakîmden ayrılmamaktır.
Buraya kadar yapmaya çalıştığımız izahlardan da anlaşılacağı üzere, reenkarnasyonunvar olduğunu, hattaİslâmiyet’tebulunduğunu iddiâ etmek, tamamen safsatadır!.. Psikolojik problemleri olan muayyen bir gürûhun iddiâsından öte gidemeyen bir zırvadan ibârettir! Zira böyle bir inanç, insanın yaratılış gâyesi olan imtihan sırrına da, Cennet ve Cehennemin varlığına da aykırıdır.
* * *
KUR’ÂN-I KERİM REENKARNASYONU AÇIKÇA REDDEDER
Topyekün âlemlerin yaratıcısı, yoktan var edicisi olan Rabbimiz (c.c) buyuruyor ki: “Helâk ettiğimiz bir beldeye (halkına), artık (güzel amel ve makbul tâatlerde bulunmak imkânı-fırsatı yoktur) haramdır; çünkü onlar tekrar (hayata) dönmezler.”(4)
Abdullah b. Abbas (r. Anhümâ), bu âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle demiştir:
“Kendilerini helâk ettiğimiz bir ülkenin halkı, helâk olduktan sonra artık hayata tekrar dönmekten mahrum kalırlar.”
Görüldüğü üzere bu âyet-i celîle, tenâsuhu-reenkarnasyonu, yani ölmüş insanların ruhlarının başka canlıların bedenlerine hulûl ederek (girerek) tekrar dünyaya dönmeleri inancını, yeniden doğuş anlayışını reddetmektedir. Bu mümkün değildir. Dünya bir imtihan yeridir. Nitekim bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:
“O (Allah Teâlâ) ki, hanginizin daha güzel amel edeceğini (Zâtına daha iyi kulluk yapacağını, ibâdet ve tâatte bulunacağını) imtihan etmek için ölümü de, hayatı da takdir eden ve yaratandır. O, (kötü iş ve davranışlarda bulunanlardan, kendisine isyan edenlerden intikam almakta da) mutlak gâliptir, (tevbe edenleri de) çok mağfiret edici (günahları çokça bağışlayıcı)dir.”(5)
* * *
Ö z e t l e ;
Ehl-i Sünnet ve’-Cemaat inancına göre insanlar, yaşadıkları müddetçe imtihan içindedirler.
Kişi öldüğünde, lâyık olduğu cezâ ve mükâfata kavuşmak için bu dünyadan göçer.
Geri dönmek, hatalarını telâfi etmek fırsatı artık kalmamıştır. İnsan, ne yapacaksa, yaşarken yapacaktır.
Reenkarnasyon,insanı dinî vazifelerini yerine getirmekten alıkoyan, şeytanî bir oyalanmadan ibârettir. İslâm’ın inanç esaslarıyla hiçbir alâkası yoktur.
DİPNOTLAR
(1) Düreu’l-Meknûnat (el-Mektubat), , Fazilet Neşriyet, İstanbul, yyy., 2, 58.
(2) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 27-28.
(3) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm suresi, 128.
(4) Kur’ân-i Kerim, Enbiyâ suresi, 95.
(5) Mülk sûresi, 2.