Rabbimiz celle şânuhu buyuruyor ki:
"Onlar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." [Furqan suresi, 67]
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde, yapılan masrafların;
- Ya bir zarûret (zorunlu harcama)
- Ya bir ihtiyaç
- Veya bir hüsün (güzellik) için olduğu ifade edilerek, bunlar dışında kalan harcamaların israf kategorisine gireceği kaydedilir.
Dilerseniz üçüncü kısmı biraz açalım:
Hüsün, antparantez belirttiğimiz üzere güzellik demektir. Güzel şeyler yemek, güzel elbiseler giymek "israf" değildir. Ancak, karşımızda veya yakınımızda zarurî ihtiyaçlarını karşılamaya güç yetiremeyenler varken onlara yardımcı olmak yerine kendi lüksümüzü artırmaya çalışmamız da israfa girmektedir. Elmalı’lı merhumun Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde bu mevzuda şu dikkat çekici cümleye yer verilmiştir:
"İbâdullahın ihtiyacı karşısında fazla tena‘um (nimetlenmek, yiyip içmek) da hüsün değil, israf hududuna girer."
Yani çevremizdeki insanlar muhtaç durumda iken fazla tena‘um, refah içinde yaşamak, günümüz tabiriyle lüks bir hayat sürmek israftır, haram tasnifine dâhildir.
Rasûl-i Zîşân (s.a.v.) Efendimiz, "Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir. (İslâm'ın istediği ideal Müslüman olamaz.) [Hâkim, Müstedrek, 2, 15; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8, 167] hadis-i şerifleriyle bu hakikati en güzel şekliyle ortaya koymuştur.
Elbetteki bu yazılanlar meselenin "azimet / takva" boyutudur, "ruhsat / fetva" boyutunda zekâtını veren kişi fakire ödemesi farz olan hakkı yerine getirmiş ve sorumluluktan kurtulmuş olur. Ancak insan, nafile ibadetlerden olan "sadaka" hususunda biraz cömert olmalıdır. Zira bu cömertlik ve bu yardımseverlik, yardımına koştuğu kişilerden çok ona fayda sağlayacaktır. "Kulum bana en fazla farzlarla, ondan sonra nafilelerle yaklaşır!" [Buhari, Sahih, Rikak, 38] mealindeki hadis-i kudsî, bu noktada rehberimiz olmalıdır.
Furkan suresinden naklettiğimiz ayette geçen "orta yol", aşırılıklardan uzak olan "istikamet" yoludur. Orta yola ters düşen iki zıt kutup vardır. Bunlardan birine "ifrat" diğerine ise "tefrit" denilir. İfrat, ileriye uzanan yahut yukarılara doğru çıkan bir aşırılık, tefrit ise gerilere giden yahut aşağılara düşen bir aşırılıktır. Bu mevzuda sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Mesela hastanelerde tedavi için istenen tahlillerde, bu iki kutup açıkça belirtilir ve; "şu değerin altına düşülmeyecek, şundan da yukarı çıkılmayacak" denilir.
Ayet-i celilelerden bir örnek:
"Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez." [A'raf suresi, 31]
Bu ayet-i kerimenin ilk kısmında kişi tefritten men ediliyor. Yani, "Hiç yemeyerek yahut gerekenin çok altında gıda alarak hayatınızı tehlikeye atmayın." talimatı veriliyor. Çünkü bu vücut kendi malımız değil, bize emanettir. Bu emaneti korumakla vazifeliyiz, ona hıyanet edemeyiz. O güzelim âzalarımızı / organlarımızı vazifelerini yapamayacak derecede takatten düşüremeyiz; ihtiyaçları olan vitamin ve kaloriyi mutlaka almamız gerekiyor.
Ayet-i celilenin sonunda ise kişi, ifrattan men ediliyor. İsraf ederek aşırı derecede yer ve içerseniz yine bedeninize zarar vermiş olursunuz. Birçok hastalıkların dengesiz beslenmeden kaynaklandığı tıbbî bir vakıadır. Bu dengesizliğin ikinci kanadı olan "israf etmek", gereğinden çok daha fazla beslenmek, aşırı derecede kilo almak her şeyden önce kendi bedeninize büyük bir zarardır.
Öte yandan, israf eden kişi, iktisatla artıracağı imkânlarını muhtaçlara yönlendirmek, onlara da yiyecek ve içecek sağlamak, barınacakları bir yuva kurmak gibi insanî değerlerden de büyük ölçüde sapma gösterir. Yine israfa giren insan, günün birinde elindeki imkânları kaybederse, yokluğa ve yoksulluğa alışık olmayan bedeni ve ruhu, çok kısa zamanda büyük bir çöküntüye uğrar. İnsanın yeme ve içmesine dikkat etmesi ve aşırılıklardan uzak kalarak orta yolu takip etmesi onun sıhhati için önemli bir esastır. Ancak bunu yaparken şunu da unutmaması gerekiyor: Sıhhatli yaşamak ana gaye midir, yoksa yaratılış gayemize ulaşmak için vasıta mıdır? Sıhhatli olunca insanlık vazifemizi yerine getirmiş oluyor muyuz? Bu sıhhatli bedenle bir şeyler yapmamız gerekmiyor mu?
İşte bu çok önemli nokta çoğu zaman dikkatten kaçıyor yahut nefsin isteklerine uyularak bu sorudan uzak duruluyor.
Yeme-içme, servet kazanma, makam sahibi olma insanlığın gerçek gayesi olamaz. İnsanı insan yapan değerler manzumesine kim sahipse o kişi üstün insandır, kâmil insandır, hakiki insandır.
Dünyevî açıdan sıhhatini, malını, makamını güzelce koruduğu halde, uhrevî bakımdan kendini korumayan nice insanlar görüyoruz. Bunlar kendilerini israf etmekte, hayatlarını israf etmekte, ömürlerini israf etmekte, konuşmalarını, dinlemelerini, düşünmelerini israf etmekte ve bütün bu kıymetli sermayeleri boşa harcamaktadırlar.
Nice emekler vererek elde ettiği mahsûlünü, harman yapıp, tanelerini samanlardan ayırıp daha sonra taneleri sele, samanları yele veren nice fertler -maalesef- toplum hayatımızı âdeta istila etmiş gibidir.
Malına, sermayesine çok dikkat ettiği, onları hassasiyetle koruduğu ve artırmaya, büyütmeye çalıştığı halde kendini değerlendirmeyi hiç düşünmeyen bir ticaret erbabı yahut derslerine çok dikkat ettiği halde kendine dikkat etmeyen, fizikten tam puan alırken ahlâktan sıfırın çok altına düşen bir öğrenci bunlara sadece iki örnektir. Bu örneklere daha başkalarını ilave ettiğinizde, karşımıza şu korkunç tablo çıkacaktır:
"Nefislerine zulmedenler / kendilerini israf edenler ordusu."
Allah’ın (c.c.) kelamında, "Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz." İhtar ve ikazı gibi birtakım ayetler, insanı maddî israftan men ederken yine birçokları da kişiyi mana israfından uzak tutmaktadır.
Atını aşırı derecede besleyip kendisi açlıktan kıvranan yahut evini en güzel, en değerli eşya ile donattığı halde, kendisi pejmürde bir kıyafetle dolaşan, bir telini çeksen kırk yaması dökülen bir kişi çok büyük bir aldanma içindedir!
Hikmet ehli, "Nefis insanın bineği, beden ruhun hanesidir." derler. Bu gerçekten gaflet edilirse son model bineklerde son derece müflislerin, en mükemmel köşklerde en fakir kişilerin boy gösterdiği ucûbe bir toplum yapısı çıkar ortaya. Bu perişanlığa düşmemenin tek yolu, sadece malımızı değil kendimizi de israftan uzak tutmamızdır.
Mânâ israfını / manevi dağınıklığı yasaklayan bir İlahî ferman şöyledir:
"De ki, ey nefisleri aleyhine israf etmiş (haddi aşan) kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." [Zümer suresi, 53]
Ayet-i kerimede geçen nefis kelimesi "zat" anlamındadır. Yani, beden ve ruhu birlikte içine alır. Nitekim, "Muhakkak ki Allah, mü’minlerden, nefislerini ve mallarını Cennet karşılığı olarak satın aldı" [Tevbe suresi,111] mealindeki ayette de nefis bu manâda kullanılmıştır.
İşte böylece hem organlarını hem de ruhî melekelerini Allah'a satan kimseye bunun karşılığı olarak "Cennet" ihsan edileceği ayet-i celilede haber veriliyor.
O halde, bu ticareti yapmayıp Cennetini kaybeden insan "kendini israf etmiş" demektir.
Zümer suresinden naklettiğimiz ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, kendilerini israf yolunda zâyi eden kullarına hitaben "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." buyurur. Bu ayeti tefsir eden âlimlerimiz, burada kulların ümitsizliğe düşmeyip tevbeye yönelmelerinin istendiğini kaydederek şu açıklamayı yaparlar:
Bu ayette, yıllarca putlara tapıp, zulümler işleyip, ahlâksızlığın her çeşidiyle kirlenen, bunlarla da kalmayıp kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar merhametten uzaklaşan insanlara, ‘Bütün bu yaptıklarınıza rağmen yine de Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, tevbe ederek İslâm'a dönün.' mesajı verilmektedir. Nitekim ayetin sonunda "Şüphesiz Allah bütün günahlarınızı bağışlar." buyruluyor.
Müşriklere böylece ümit ışığı yakan ve onları İslâm'a davet eden bu ayet, günahkâr mü’minler için de yine en büyük bir ümit kapısıdır.
Mevzumuza, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin dikkat çektiği iki büyük israfı kaydederek son verelim:
İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” [Buhârî, Sahih, Rikak, 1. Ayrıca bkz. Tirmizî, Sünen, Zühd, 1; İbn Mâce, Sünen, Zühd, 15]