Halis ECE
Osmanlı örfünde, âdet ve geleneğinde soy adı bulunmadığından ve başka sebep ve düşüncelerden dolayı, doğan çocuklara ekseriyetle çift isim verilmiştir. Buna rağmen aynı ismi taşıyan kişileri birbirinden ayırt etmek için lakap, ünvan, soy ve sülâle adı birlikte kullanılmıştır. Ancak atalarımız, hiçbir zaman çocuklarına “Muhammed” ismini koymamışlar; onu yalnızca iki cihan sultânı Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz için kullanmışlardır. Bu mübârek ism-i şerif anıldıkça da “salavât-ı şerîfe” okumayı ihmâl etmemişlerdir.
Ecdâdımız çocuklarına büyük insanların isimlerini koyduklarında, onlara sıradan da olsa ikinci bir isim daha verirlerdi... Zira terbiye ve telkinlerine rağmen çocuk, şayet taşıdığı ismin büyüklüğüne halel getirecek hareketlerde bulunursa, kendisini bir daha o asil isimle çağırmazlardı. Bu tatbîkat, çocuk idrâk çağına geldikten sonra, kendisine hitap edilen ismi istikametinde vaziyetini muhâfaza ve kontrol edebilme imkânını temin ediyordu. Büyüklerden birinin ismini taşımak elbette ki büyük mes‘ûliyet ister. Meselâ “Fâtih” ismi zâhirde çok güzeldir. Ancak bu ismi taşımak, İstanbul’u fethetmek kadar zordur. Zira hiçbir mü’min, bu ismi taşıyan birinin, söz gelişi, herkesten küfür işitmesini, ahlâksız, düzenbaz, esrarkeş, alkolik veya sigara müptelâsı bir insan olmasını istemez. Bu hâli, Hz. Fâtih’e hakaret addeder...
Çocuğa çift isim koymanın bir faydası da, ileride kendisine isim seçme hakkı tanımaktır. Bilfarz ömrünün herhangi bir devresinde, cemiyette aynı ismi taşıyan ayıplı birisi çıkar ve o da isminden utanmaya başlarsa, diğerini kullanabilsin.
Türk örf ve âdetlerinde lakap kullanma an‘ânesi/geleneği ise oldukça yaygındır. İnsanlar bilhassa gençlik yıllarından itibaren bir lakapla anılmaya başlarlar. Bu lakabın “iyi ve güzel” olması arzusu, ister istemez sahibine de müsbet yönde tesir eder. Zira kişide menfî bir hareket, kötü bir huy, hayatının hangi devresinde yahut kaç yaşında olursa olsun, kendisine o yönde bir lakap taktırıverir.
Osmanlı paşalarının, vezirlerinin pek çoğu, o mevkilere yükseldikten sonra aldıkları lakaplarla tarihe geçmişlerdir. Meselâ eski bahriye nâzırlarındran bir Hasan Rahmi Paşa vardır. İsmini yazarken H. Rahmi yazar, halk da bunu Harâmi Rahmi (Paşa) diye okurmuş. Hâl ve hareketlerinde harâmilik olmasa, kimsenin ona bu lakabı yakıştıramayacağı âşikârdır...
Kezâ Sultan II. Abdülhaümid Han rahmetullâhi aleyh zamanında, jandarma eriyken müşirliğe kadar yükselip Yıldız ve Beşiktaş muhâfızlığı yapan Yedi-Sekiz Hasan Paşa da öyledir. Bu zât da okuma-yazması olmadığı için imza atması gerektiğinde Osmanlıca yedi (v) ve sekiz (^) rakamlarını yazar, arasını da bir çizgi ile birleştirerek gûya Hasan yazmış olurmuş.
Yine Abdülhamid Han zamanında uzun yıllar Paris’te kaldıktan sonra İstanbul’a elde baston dilde pardon ile dönen Şerif Paşa’ya, herkes önceleri Fransızca güzel mânâsına gelen “bo” kelimesiyle “Bo Şerif” demiş. Sonraları ise kendisi bu saygıyı yitirince, lakabı “Boşherif”e dönüvermiş.
***
Öyleyse sevgili okuyucular;
Siz siz olun, çocuğunuz doğunca sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okuduktan sonra –tâbir câizse bir ezan hakkı için, bir de kaamet hakkı için olmak üzere– çift isim koymayı ihmâl etmeyin.