Ahmet Selim – Aksiyon - Sayı: 593 - 17.04.2006

Hiçbir mesele kulbundan tutarak (ona asılarak) çözümlenemez. Hangi kesişme ve çapraşma noktalarının ürünü ve sonucu olduğuna bakılır, o noktaları meydana getiren hatların tashihi, aydınlatması, uyarlaması yapılır. Ve mesele kendi ‘çözüm süreci’ne böylece kavuşturulur.

Belki önce sadece karanlığı azalır, çözümsüzlüğü yumuşar, düğümleri gevşer. Fakat süreç işlemeye devam eder ve sonrası da gelir. “Gelsin birisi çözsün!” yaklaşımı ise çözümsüzlüğün en büyük düğümüdür.

Kavramları netleştiremezsek çok fazla mesafe alamayız.

Hemen söyleyeyim:

Seviyeli bir açık oturumda “İslâmî Kesim” “Laik Kesim” ayırımının benimsendiğini gördüm. Bütün analizlerini bu ayırıma oturttular.

Bu ayırım, sıhhatli değil, doğru değil.

İslâmcılığı kullanmamak için; haklı olarak, İslâmcılık kavramının yanlış yüklemelere konu edilmiş olmasından sakınmak için böyle davranıldığını düşünüyorum.

Toplumu iç yapısıyla tanımak gerekir ki, kavramların tekabülünü iyi ayarlayabilelim. (temyiz edebilelim)

1950’li 1960’lı 1970’li yıllarda, İstanbul’un herhangi bir meyhanesine gitseniz ve hanımlarının örtülü olup olmadığını sorsanız, büyük ekseriyetinin “örtülü” cevabını verdiğini görürdünüz. Köylerde de öyleydi. İçki içenler de çoğunluktaydı, başı örtülü olanlar da!

“Geleneksel” deyip geçilemez. İş olsun diye değil, bir özel duyarlılık söz konusuydu. Öyle gelmiş, öyle gider basitliğine irca edilemez, Selamet-Refah öncesindeki baş örtme keyfiyeti! İzahına girsem yazı bununla biter. Fakat bir iki cümle söylemek de gerekiyor. “Başörtüsü” eskiden, kadınla ilgili bir hayat tarzı tercihinin ifadesiydi. Kınamak için değil, tespit için belirtiyorum; mesela başörtüsü kullanan bir kız flört etmez, kimse ona yaklaşıp “sizinle arkadaş olmak istiyorum” diyemez. Herkese açık düğünlerde kalkıp oynamaz, dans teklifine muhatap olmaz. Kimseyle konuşmaz değil, komşusuna rastladığında tanımazlıktan gelmez… Ama mesafeli durur; durur da değil, zaten öyle tutulur. Piyasa yapmaz, hedefini düşünen bir yolcu gibi yürürdü.

Gençlik arkadaşlarımı hatırlıyorum; bunların yüzde 90’ından fazlasının kız arkadaşları vardı ama aralarında başörtülü olan yoktu. Bir tek saç telinin gözükmemesinde değil, başörtüsünün asli varlığında merkezinde çok önemli bir ağırlık vardı. “Sigara içen başörtülü kız” örneğini ben hiç hatırlamıyorum. Yolda gülüşerek şakalaşarak yürüyenini de hatırlamıyorum…

Bunun “İslâmî Kesim” vasıflandırmasını gerektiren bir tarafı yoktu. Meyhane müdavimlerinin, Beyoğlu eğlencelerinden hoşlananların da aileleri genellikle böyleydi. 1950’li 60’lı yılların İstanbul sokak fotoğraflarına bu açıdan bir bakın, kadınların genellikle başörtülü olduğunu görürsünüz. (İstanbul’da dahi öyleydi.) Bilinen anlamıyla “modern aile” tipi, çalışma şartlarıyla ve bürokrasi yakınlığıyla, biraz da Batılılaşma eşrafıyla ilgili bir alanda görülürdü.

SEKÜLER İLGİLER YENİ BİR ŞEY DEĞİL

Şimdi analiz yaparken diyorlar ki “başı örtülü olanın ailesinde seküler alışkanlıklar ve tercihler de var.” O hep öyleydi zaten! Hattâ eskiden daha çok öyleydi! Yukarıda “içki” meselesini zikrettim, daha birçok örnek verilebilir. Düğünleri hatırlayın yeter! Daha sonraki dönemlere gelirsek, teknolojik ürünlerle ilgilenme hevesleri ve heyecanları eskiden beri var olmakla beraber, o dönemlerde daha da belirli hale gelmeye başladı. Onlar “bir lokma bir hırka” anlayışını varsayıyorlar. Böyle bir şey yoktu. Cemaatleşme gerçeğinin belirginleştiği dönemde de böyleydi. Lüks otomobilleri de, otomobil sohbetlerini de sevenler epeyce çoktur, mesela!

Hassas nokta şurası: İslâmcılığı Abduh-Efganî çizgisiyle örtüştürürseniz, kavram sıkıntısı doğar. Siyasi-iktisadi model oluşturma arayışlarıyla ve tercihleriyle tanımlanan İslâmcılık türü, “tepkisellik” ve “acil ikame” zaaflarıyla, sebebiyle başından beri problemliydi. Hep var olan kadim İslâmcılık ise, geniş ve derin manasıyla İslâm Ahlâkını ve buna bağlı bir duyuş-düşünüş bütünlüğünü yaşama hassasiyetine sahip olmak demektir. Bu Yunus’ta da Akif’te de vardı, benim babamda annemde de vardı. “Dindar” olmak bunu karşılamaz. Katılık, anlayışsızlık, tutarsızlık, bencillik, paracılık, merhamet azlığı gibi zaaflardan kurtulamamış, çok dindar tanıdım ben.

1960’ın sonlarında bizde, siyasi-iktisadi model teklifleriyle ortaya çıkan ve 19. asırda doğan akımın paralelinde olduğu söylenebilen bir İslâmcılık eğilimi kendini gösterdi. Aslında “model” denilen şey, bir deneme soyutlamasından ibaretti. Temeli, birikimi, testten geçmiş bir müktesebatı yoktu. İslâm iktisadından söz eden yakın zaman ciltlerinin hepsi, sayfalarının yüzde 99’unu kapitalizmin tenkidine tahsis eden ve teklif olarak da bazı ilke özetlemelerinden ibaret çalışmalardı… Somut bir şey yoktu ortada, ama heyecanlar çok yüksekti. Bir inkisar yaşanacağı belliydi… Buradaki dalgalanmaları ve değişimleri, temel kavramları çerçeveleyen bir veri (mu’ta) belirleyicisi gibi görmek doğru sonuçlar vermez. Bir kere modernleşme, 19. yüzyıldaki İslâmcılığın (neredeyse) varlık sebeplerinden biriydi. “Çağa uyan İslâmcılık böyle olur” iddiasına sahiptiler ve “geleneksel” denilen yorumlara ciddi eleştiriler yöneltiyorlardı. Başörtüsü de bu manaya uygun bir farklılaşmaya tâbi tutuldu. Modernite’nin içinde rahatça faaliyet göstermek için başörtüsü bir “gerekli tedbir alınmıştır” vizesinin rahatlığını sağlayacaktı. Eski başörtüsü kullanımı, kusurlu ve geleneksel (itiyadî!) gösteriliyor ya, aslında daha belirleyici idi. Ali Bulaç’ın ifade ettiği gibi, “saç” kendi varlığıyla bir cazibe oluşturmaz, çerçevelediği yüzü cazip gösterir. Saçı örtüp yüzü alabildiğine makyajla güzelleştirmeye çalışmak, başörtüsünü de çarpıcı renk ve kalite dokularıyla ayrı bir revnaklı çerçeve gibi kullanmak; eski başörtüsü kullanımındaki anlayışla hiç ilgisi olmayan bir uygulamaydı. Eskisinde “dikkat çekici olmamak” ve “sadelik” esastı. Ayrıca, sadelik ve “gösterişten uzak olma”, İslâm’da bir genel ilke olarak algılanırdı. İslâm’ın kendine mahsus bir “etik-estetik” denge anlayışı vardı ve bunun evrensel savunulabilirliği de söz konusuydu. Şimdiki tesettür tipinin zengin örneklerinden biri 1950’de bizim mahalleden semtten geçseydi, hayret duyan seyirci kalabalıkları oluşurdu!.. Ayrı bir bahistir, dokunup geçiyorum.

MODERNİTE’NİN İSLÂMCILIĞI

Araştırma yapanların “İslâmî Kesim” dediği realite, 19. asırda çıkan modernite İslâmcılığı’nın bizdeki özel yansımasıdır. Buna başka ülkelerdeki yansımalar da daha sonra ithalen eklenmiştir. Zaten tutarlılığı olmayan “siyasi-iktisadi” model iddiaları çözüldü. Bu, irade dışı zaruri bir değişimdi. Batı demokrasisi, Avrupa Birliği, Batı laikliği, ekonomik liberalizm; o zaruri değişimin sonucu olarak munisleşti. Yunus’a kadar uzattığım genel İslâmcılık çizgisi, yani ahlâki, o ahlâki derinliğe ve genişliğe bağlı olarak ‘fikri’ hatta ‘felsefi’ bir ‘yorumlama bütünlüğü’ne erişmek, zaruretleri (nefse göre değil) miktarınca takdir etmek, eleştirel okumalarla evrensel değerleri Batı’nın da ilerisinde yorumlamak, konjonktürel modacı baskıları ve dayatmaları “zamanın sesi” deyip temessül konusu haline getirme yerine onları da sağlam ve kişilikli bir eleştirel akılla yorumlayıp süzmek, İslâm’ın özüne bağlılık şuuruyla aklıyla sezgisiyle evrensel ihtiyaçlara yeni düşünce üretimleri sunmak, bunu referans atıfları ve etiketleri kullanmadan yapabilmek; ve daha neler, neler… Tekamül’ün sonsuzuna uzanır bu. Asıl böyle bir İslâmcılığa, Yunus’un bulunduğu genel çizginin gereği olarak ihtiyaç vardı ve vardır kanaatindeyim. Böyle bir anlayış, kavrayış, bütün sahih evrensel değerlere açıktır… Çatal bıçak kullanıyorlar, yazlığa gidiyorlar, seküler renkleri de var; kamera, cep telefonu kullanıyorlar, internete giriyorlar; bunlar modernliğin teknolojik ve ekonomik sürecin kendiliğinden getirdiği şeyler.

Bir “kavramsal tashih” zaruretini, altını çizerek önemle dikkatle ve rikkatle ifade ediyorum:

Milletimizin büyük ekseriyeti Müslüman’dır. Ayrıca bu büyük ekseriyet, laikliği zaten bizatihi içinde barındıran liberal demokrasiye taraftardır. Son tahlilde 1950’den beri böyledir. “Laikliğe itirazı olan” anlamını dolaylı olarak içeren bir “İslâmi Kesim” tabiri de yanlıştır, “İslâmi ilgi taşımayan” anlamını dolaylı olarak içeren “Laik Kesim” tabiri de yanlıştır; böyle bir kavramsallaştırmanın gerçekliği de yoktur, geçerliliği de. İslamcılığın özel bir şekline karşı çıkanları ‘İslami’nin dışında tutmak, kaş yaparken göz çıkarmaktır.

Bu tashih, temel tashihtir.

Başörtüsü meselesini bu tashihin ışığında düşünmek gerekir. Hiçbir mesele kendi kulbundan tutularak halledilmez. Hangi kesişme noktalarının ürünü ve sonucu olduğuna bakılır, o kesişme noktalarını meydana getiren hatların tashihi ve aydınlatılması yapılır; ve mesele kendi ‘çözüm süreci’ne böylece kavuşturulur, oturtulur.

19. asırdaki mebdeinden gelen ve tepkisellik karakterini modernite ile birleştiren bir özel İslâmcılık deneyimi yaşadık. Aslen modernitenin mayasında katılık ve darlık vardır ve buna tepkisellik psikolojisi de eklenince, başörtüsü kullanımı anlayışında (zihniyetinde) çeşitli duyarlılıklara yol açan bir dikkat çekicilik oluştu. Bu özel İslâmcılık anlayışı, yani “siyasi-iktisadi” ikame kuramsallıklarıyla her şeyi kuşattığını zanneden aslında ise bütün hayatı kendi varsayımının mahfazasına tıkıştırmaya çalışan İslâmcılık anlayışı, hiçbir tepkiyle karşılaşmasa da hayatın testleriyle çözülecekti. Bu belki de fikren yaşanması gereken bir tecrübeydi. Fakat böyle değerlendirebilen bir otokritik (iç eleştiri) şuuruyla bakılamadı. Şimdi bir taraf diyor ki, “Türban bir modernizasyon aracıydı, sekülerleşme zaten onu halledecek ve sonunda bir estetik aksesuar haline getirecek. Kaygıya lüzum yok!” Bunda gerçek payı var. Lakin çözümü işaretleyen anlam burada değil.

GENİŞ AÇI VE ÇÖZÜM SÜRECİ

Kâğıt üzerindeki her düzlem iki boyutludur. O düzlemde iki doğru ya paralel olur, ya da kesişir. Başka ihtimal yoktur. Başörtüsü’nü modernite düzlemine bir müstakil done gibi soyutlayıp taşıyınca, kendi üçüncü boyutunu (hikmetini, manasını, delaletini, bazı ihtilaflara da esnekliklere de yeri olan varlığını) bir tarafa bırakınca, birbirini anlamayan tepkisel duyarlılıklar oluştu. Halbuki hayat, kağıttaki düzlem gibi 2 boyutlu değil, 3 boyutludur. Farklılıklar, zenginlikler, “3 boyutlu” bakışlarla yaşanır. Ya paralel ol, ya çakışıp aynileş; iki boyutlunun icbarıdır. (Açmak lazım, biliyorum; ama sığmıyor işte, bu köşeye de yazıya da!)

…İki şıklı bir tercih testi yapalım, üçüncü ihtimal yok; (ikisi arasında tahyir ediliyorsunuz) hangisini tercih edersiniz:

1) Kızım başı örtülü olarak gitsin tek başına Fransa’larda okusun. Kariyer de yapsın. Orada 8-10 yıl yalnız başına yaşasın.

2) Burada okusun, başını açsın ama “sadelik ve dikkat çekmeme” ve “estetik vakar” şuuru ile okusun.

Hangisini tercih edersiniz? Dinî referansları okuma uzmanlığı açısından sormuyorum bunu. Normal ama sıhhatli bilgi seviyesine sahip, kendi bireysel bütünlüğünü kurmuş “düşünen bir insan” olarak bu soruyu nasıl cevaplarsınız? (Kendi tercihimin altına referans atıflarından oluşan ve belki bir koca cilt oluşturabilen dipnot eklemeleri yapabilirim; o ayrı mesele)

Şu sorumun capcanlı örnekleri var, izin alıp isim de verebilirim. Tekrar ediyorum, meseleyi kulbundan tutup asılmak çözüm tavrı değildir. Çözüm, hayatın gerçeğinde olduğu gibi “üç boyutlu” gözlem ve düşünce yaklaşımındadır.

Usul-füru ayırımını dinî ilimlerle az-çok ilgilenen herkes bilir. Füruat’ı avam teferrüat gibi anlar. Türkçe’de “onlar teferrüat” denilince önemsizlik vurgusu çıkar. Düşünceyi buraya serersen, düşünce nasibi diye bir şey kalmaz. Füru, usul’ün asıl’ların ışığında düşünülüp yorumlanma şartını ve zenginliğini de içinde taşıyan bir kavramdır. Fürû’dan bir hususu çekip alır da ayrı bir düzleme koyarak kendince ayrı bir önem verme işlemine tâbi tutarsan, onu niyetinin hilâfına daraltmış olursun. Onunla ilgili uygulama, yorum, düşünce imkânları; ihtimali rezervler, teminat müjdeleri ve bilgileri, hikmet nükteleri ve nüansları, hepsi gider ve “şekl-i mutlak” halinde bir ifade kalır. Uygulanmasında başka zaaflar bulunur, uygulanmamasında ayrı sıkıntılar doğar ve zaaflara da sıkıntılara da çözüm getirme gücün kalmaz. Halbuki usul’ün ışığındaki öncelikler sıralamasının değerlerini bu değerlerin karşılıklı ilişkilerini bilseydin, o bilişin şuuruna sahip bulunsaydın öyle olmazdı. Bu zor görünür, zahmetli zannedilir; fakat mümkün ile uğraşmanın ayrı bir hazzı manevisi ve (fikrî’si) vardır ki, kolaylaştırıcıdır, basitleştirmeden kolaylaştırıcıdır. Diyalogla, meşveretle, eleştirel bakışla, kendi kendini aşmakla, ihtiyatlı derinleşmelerle, topyekûn tekamül’le ilgili, İslâm’ın ve hayatın bütünlüğüyle ilgili öyle bir zenginliği vardır ki bu “zorluk tercihi” sahici yaşamanın, inanarak ve düşünerek yaşamanın ta kendisidir. Keyif sürmenin değil ama, mutlu olmanın ta kendisidir. Çözülür çözülmez, ben çözüm yolundayım, çözüm sürecinin içindeyim; tam çözülemezse, çözülmezliği azalır ve yumuşar.

Zorluk, anlatımdadır, kavrayıştadır. Anlayıp kavramayı başaran, anladığını ve kavradığını yaşamayı da başarır. Ama biz zannediyoruz ki “bildik, öğrendik, yaşayamıyoruz, zorluklar var.” Hiç öyle değil.

...Hangi terminolojik açıdan bakarsan bak. Sosyolojik, felsefi, antropolojik; hakikat, belirli terim kombinasyonlarıyla seni kendi yoluna sevk eder. Tabii, eğer ona varmak istiyorsan ve hakikat sevgisi taşıyorsan. Şu yazıda karma bir terminoloji kullandım. İstenilirse, yoğunlaştırılmış tekli tercihleri de örnekleyebilirim… Bir metodik meseleyi de genel düşünce konularına çok yararlı olacağına inandığım için bilvesile işaretlemek istiyorum: daraltılmış yoğunlaşmalar, hem sanıldığının aksine yeterince derinleşmeye elverişli değildir, hem de yeterince pozitif etki yayabilme kabiliyetine sahip değildir. Daraltılmış yoğunlaşmaların çarpıcı hale geldiği şartlarda toplumun genel dokusunda güçlenmeler yerine çözülmeler görülmesi bundan dolayıdır. “Geniş açı ve diyalog” kimsenin sinirine dokunmasın. Teşhis ve vurgu çok yerindedir.

Go to top