Halis ECE

Sultan II. Abdülhamid Hân (rahmetullâhi aleyh), siyâsî ve idârî bir dehâ olduğu kadar müthiş bir dış politika ustasıdır da. Nitekim bu ustalığının neticesidir ki, Devlet-i Aliyye-i Osmanî’nin dağılmasını 30 küsur yıl geciktirmiştir.

Babası Sultan Abdülmecid Hân (rh.) İngiliz elçisi Lord Stratford Canning’i çok takdir eder ve beğenirmiş. Hatta bir keresinde yanında bulunan oğlu Abdülhamid’den elçinin elini öpmesini istemiş. Ancak küçük Abdülhamid bu emre itaat etmemiştir.

Zirâ Abdülhamid Hân’da, devletin itibârını koruma şuuru, daha o yaşlarda gelişmiştir. Küçük bir çocuk da olsa, ileride hükümdar olması muhtemel bir hânedân mensubu olarak, yabancı bir elçinin elini öpmesi elbette münâsip olmazdı. (Wisconsin Üniversitesi prof.larından Kemal Karpat’ın bir konferansından)

ABDÜLHAMİD HÂN’LA İLGİLİ BİR KIT’A VE AÇIKLAMASI

Her yüz başında gönderir Allah bu ümmete
Te’yîd-i mânevîsine mazhar müceddidi
Bu asr içinde bahş ve atâ kıldı bizlere
Sultan Hamid Hân, kesîru’l-mehâmidi
(Lâ edrî)

Şu demek: Her asrın başında Allah Teala, bu ümmete, kendisini manevi bakımdan kuvvetlendirdiği müceddid bir zatı gönderir. Bu yüzyıl içinde de, pek çok güzel ahlâkın sahibi olan Sultan Abdülhamid Hân’ı bizlere verdi, bağışladı.

Dikkat edilirse bu manzûmede Sultan II. Abdülhamid Hân’ın asrının müceddidi olduğu, bir hadîs-i şerifin mealine atıf yapılarak ifade ediliyor. 

Büyük hadis âlimi İmam Hâkim’in (rh.) Müstedrek’inde, Beyhakî’nin Şuabü’l-Îmân’ında, Ebû Dâvud’un Sünen’inde geçen ve Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen söz konusu hadisin meali şöyledir:

“Muhakkak ki Allah, bu ümmet için, her yüz senenin başında dîni tecdîd edecek (yenileyecek) bir müceddid gönderir.” (Ebû Dâvud, Sünen, Melâhim, 1)

Müceddid lûgatte; yenilemek, tekraralamak yenileştirmek gibi manalara gelen tecdid kelimesinden meydana gelmiş bir isimdir ve ıslah eden, yenileyen demektir.

Dinî ıstılahta / literatürde ise dini yenileyen, dine canlılık ve aktivite getiren kimseye müceddid denilmektedir. Ancak yenilik asla dinin kendisinde ve özünde değildir. Çünkü o zaten eskimeyen bir yenidir.

Yenilemekten maksat, dinin, aslında olmadığı halde zamanla dışarıdan sokuşturulmuş hurâfe ve bid’atlerden temizlenmesidir. Yani Sünnet adına sonradan ortaya atılmış bir takım âdet ve geleneklerden, yanlışlardan arındırılmasıdır. Sünnetin üzerine çöreklenen küllerin üflenip nûrunun ortaya çıkmasını temindir. İlmin yayılması, ilim ehline yardımcı olmaktır. (Bu kavram müctehidle karıştırılmamalıdır, o ayrı bir bahis)

İşte bu manada İmâm-ı Rabbâni (k.s.) hazretlerine ikinci bin yılın müceddidi manasında "müceddid-i elf-i sâni" denilmiştir. Yukarıdaki şiirde de şairimiz Abdülhamid Hân’ı içinde bulundukları yüzyılın müceddidi olarak görmektedir.

Müceddidlerin mümeyyiz vasfı yani diğer âlimlerden ayrılan özelliği; Kitap ve Sünnet’in ihmâle uğrayan hükümlerini ihyâ etmesi, gereğince amel edilmesini emretmesi, toplumu sarıp Sünnet’e karışmış-karıştırılmış olan bid’atleri yok edip sünnetleri ihya etmesidir.

Bütün bu faaliyetlerin sahibi olan müceddid, dinî ilimlerin zâhir ve bâtın her çeşidinde âlim, Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) kâmil bir vârisidir.

Yüz yıl başında gelen müceddidlerle bin yılın başında gelen müceddidlerin farkı ise, yıldızla güneşin farkı gibidir. Bin yılın başında gelen müceddidler ülû’l-azm peygamberlere mukabil gönderilmiş, öbürleri de diğer peygamberlere karşılık gelmişlerdir. Aralarında büyük derece farkı vardır.

Bir devirde bazı kimselerce bir kısım ilim-irfan, şefkat-merhamet, hamiyet-adalet ve fazilet sahiplerinin müceddid olarak bilinmesi-görülmesi, dini açıdan normaldir; onları kınamak, hatalı olduklarını söylemek doğru olmaz. Tarihte vaki olan bu ve benzeri durumlar, tabiidir ki bundan sonra da devam edecektir.

Sözün kısası; bu meselenin Müslümanlar arasında münakaşa mevzuu olmaması gerekir.

Go to top