Halis ECE
Tâlib, kendisine tâbi olduğu pîrden aldığı zikirleri, tahâret-i kâmile (tam bir temizlik ve abdest, hatta mümkünse boy abdesti) ile, kalb huzûru bakımından en müsâit zamanlarda; mümkün olursa seherlerde, ikindi ile akşam ve akşamla yatsı namazları arasında, gece ortalarında boş ve temiz mekânlarda icra ve edâ etmelidir.
Havâtır (kalbe gelen düşünceler) ve huzursuzluk ile yapılan zikirler hevâi olacağından fâidesizdir. Zikrin neticesinin husûlü (fayda ve tesirinin meydana gelmesi), kalbin havâtırdan tecrîdine (soyulup temiz olmasına), mümkün olan huzûr ve cem‘iyet(1)in temin ve muhâfazasına bağlıdır.
Havâtırın hücûmundan kalbin selâmeti mühim (bir) iş olduğundan, bidâyette bu beliyyeden lâyıkıyla vâreste kalmak mümkün olamaz. [Yani başlangıçta bu felâketten tam mânasıyla kurtulabilmek imkânsızdır.]
Onun için, huzur ve cem‘iyet melekesi hâsıl olmazdan önce tâlibin yapacağı iş; gücünün ve tâkatinin yettiği kadar havâtırı def‘etmekle meşgul olmak, huzuru ve cem‘iyeti temin etmeye çalışmaktır.
Bu hâl, tâlipler için en mühim bir mücâhede ve büyük ecirleri müstelzimdir (müridin büyük ecir ve sevaplara kavuşmasına vâsıtadır).
Netice itibariyle hidâyet ve ma‘rifet yolunun açılmasına vesîle olur. “Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza hidâyet edeceğiz (eriştirip kavuşturacağız)”(2) âyet-i kerimesi, bu mânâya şâhittir.(3)
DİPNOTLAR
(1) Cem‘iyet; derli toplu, düzenli ve huzurlu olmak demektir. Toplantı ve dernek mânâlarına da gelir. Tasavvuf lisânında ise cem‘iyet, mâsivâdan yani Hak Teâlâ’dan başka her şeyden yüz çevirip, bütün dikkati Allah’a (c.c.) teveccüh noktasında toplamaktır. Bir başka ifadeyle, kalbin huzursuz ve dağınık bir halde olmaması, mâneviyat yolcusu mü’minin zihnen ve kalben kendisini tamamen Hakk’a vermesidir. Bu cümleden olarak, cem‘iyyet-i hâtır terkîbi de, kalbin kederli ve perişan olmaması, bilakis tam bir huzur içerisinde Allâh’a yönelmiş bulunmasıdır. (Abbâdî, Kutbuddîn Ebu’l-Muzaffer, Sûfînâme (et-Tasfiye fî Ahvâli’s-Sûfiyye), Tahran, 1347)
(2) K.K., Ankebût sûresi, 69.
(3) Salâhuddîn ibn Mevlânâ Sirâcüddîn, a.g.e., s. 168-169.