Halis ECE

Murakabe”; lûgatte kontrol etme, gözetleme, göz altında bulundurma, dikkati belli bir noktaya toplama mânâlarına gelmektedir.

Tasavvf lisânında ise kulun, “Cenâb-ı Hak, bütün hâl ve hareketlerime vâkıftır” şuur ve idrâki içinde olmasıdır.

Kezâ, kalbi ona zarar veren şeylerden korumak, Rabbim her an beni görüyor, kalbime bakıyor, anlayışı içinde bulunmaktır. Devamlı murakabe ise, Nakşibendî yolununun esaslarından mühim bir esastır.(1)

Dâimî zikir, Allah Teâlâ’ya kurbiyet (yaklaşma) vesîlesidir, kalbin dâima murakabe hâlinde olmasıdır. Bu durumda, kalbte sadece Allah Teâlâ olur, ondan hiç gâfil olmaz. Zikrin hakikati de gafleti kovmaktır. Devamlı murakabe büyük bir nimettir.

Murakabenin sahih oluşunun alâmeti de, İlâhî hükümlere uymaktır. Kişinin, kendi kalbini devamlı bir hâl ve sıfat üzere tutması çok zordur. Devamlı murakabe üzere olmak, hakikatlere kavuşturan bir yoldur. Ama bu murakabe hâli, nefse muhâlefete sabretmeden, buna mâni olan alâkalardan kurtulmadan elde edilemez.(2)

Şeyh Şihâbüddin Sühreverdi (k.s.) buyurmuştur ki:

Mübtedî yani yolun başındaki mürid, farz ve sünnet namazlarla iktifa eder; diğer vakitlerde zikirle meşgul olur.

Mutavassıt (orta derecedeki) müridin ise, farz ve sünnetlerden sonra Kur’ân-ı Kerim tilâvetine devam etmesi daha iyi olur. Mübtedî’ye zikir sayesinde tecellî eden hâl, orta dereceli mürîde Kur’an tilâveti ile hâsıl olur. Diğer nâfile ibâdetlerle, muhtelif mânâlı âyetlerin (evrâd-ı şerifin) okunması ve inceliklerinin tefekkürü ile de, farklı farklı tecellîleri elde eder.

Zikir nurlarıyla bezenen müntehî (son merhaledeki) sâlik içinse, en faziletli vird ve en kâmil amel namazdır. Çünkü namaz, bütün ibâdetleri ihtiva eden en mükemmel ibâdettir.

Hâce Muhammed bin Ali Hakîm et-Tirmizî hazretleri, Süfyân-ı Sevrî’den (k.s.) şöyle nakletmiştir:

“Duyduk ki; Kur’an okumak, zikirden daha faziletlidir.”

Tirmizî merhum bu sözü teyid eder mâhiyette şöyle demiştir:

“Bu sözü söyleyen ne güzel dalgıçlık etmiştir! Zira Allah Teâlâ’nın kelâmıyla Hakk’ı zikretmek, kendi sözümüzle zikretmekten daha faziletlidir.”

Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin sözünün devamı şöyledir:

“Çünkü Kur’an, kullara indiği zamandan bu âna kadar eskimedi ve bundan sonra kıyâmete kadar da eskimez ve paslanmaz. O, ilk tazelik, temizlik ve güzelliği üzere devam etmektedir. Kur’ân’ın, o kelâmın sahibi olan Allah Teâlâ’nın şânına lâyık bir kisvesi, yani büyük bir nûru vardır. Kulun, başlangıçta kendi ameli ve tercihi ile kalbinden yaptığı zikirde ise bu kisve yoktur.”

Kişi, Kur’ân’ın mânâsını bilmese bile, kalbini tilâvete hazırlamalı, onun vesveselerle başka taraflara yönelmesine müsaade etmemelidir. Böylece kalbi, huşu‘ ve huzu‘ (Allâh’ın huzurunda tam bir acziyetle boyun eğip, nefsini hor ve hakir görerek tevâzu ile, alçak gönüllülük) nûruyla süslenmiş olur. Orada, Allah Teâlâ’nın kelâm-ı ve kadîmi olan Kur’ân’ın azameti vücut bulur. Eğer o harflerin mânâları âşikâr olsaydı, onun tecellîsine yedi kat gökler ve yerler tahammül edemezdi.

Büyüklerden bir zât buyurur ki:

“Bir kimse ilaç içer, ne içtiğini (ilacın terkibinin ne olduğunu) bilmez ama o ilaç ona fayda verir. İşte Kur’ân-ı Kerim de böyle tesir eder. Kur’ân’ın her harfi, beşeriyetin vücûduna (benlik duygusuna) düşen bir dağ gibidir ki, o benliği yok edip beşer izlerini siler. Kur’ân’ın nûru, mü’minin kalb nûru ile birleşir; böylece nûrâniyet artar ve beşerî vücut (varlık ve benlik duygusu) yok olur.”(3)

DİPNOTLAR
(1) Risâle-i Behâiye, s. 164.
(2) Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye, s. 60.
(3) Hâce Muhammed Pârsâ, a.g.e., s. 60-61.

Go to top