Halis ECE
RÂBITA VE TEVESSÜL ŞİRK MİDİR?
Âdemi en güzel surette yaratıp, âlemin nümûnesi, mahlûkatın en şereflisi, en üstünü kılan... Onu, hilâfet rütbesiyle şereflendirip diğer yaratılmışların saygısına lâyık, emrine râm eyleyen... İhtiyaçlarını gidermesi, necâta kavuşup derecelerini yüceltmesi, gâyelerin en sonu ve kurbiyetin en üst mertebelerine ulaşabilmesi için sebepler-vesîleler halk eden Allah Teâla’ya hudutsuz hamd ve senâlar olsun.
Topyekün mahlûkat ve mümkinâtın eşrefi-ekmeli ve efdali... Nebîlerin ve Resûllerin imâmı... Cenâb-ı Hakk’ın habîbi Hz. Muhammed Mustafâ’ya nihâyetsiz salât ve selâm olsun.
Bütün rahmet ve rızâ-yı İlâhî, Sevgili Peygamberimizin âl ve ashâbı ve onların izini tâkip eden, kıyâmete kadar da bu yoldan ayrılmayan Ümmet-i Muhammed üzerine olsun.
Bizleri meccânen yaratıp meccânen rızıklandıran, keza meccânen mağfiretini, meccânen de Cemâliyle şereflendirmesini dilediğimiz Yüce Mevlâ’mız, kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de, bütün mü’minlere hitâben buyuruyor ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona (yaklaşmaya) vesîle arayın ve onun yolunda (zâhirî ve bâtınî düşmanlarla) mücâhede edin ki, felâha erebilesiniz.”(1)
Bilindiği üzere lisânımızda “vesîle”; yol, vâsıta, sebep mânâlarını ifade etmektedir. Binâenaleyh, kendisi ile arzu edilen bir maksada-gâyeye ulaşılan her şeye vesîle denildiği gibi, –bundan müsteâr olarak– gerek günahların terki ve gerekse işlenen ibâdet ve tâatlardan kendisiyle Allâh’a tevessül olunan her şeye de vesîle denir.
Bu âyet-i kerîmede geçen vesîle, tefsirlerde çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Bunlar içerisinde “mürşid-i kâmil”e ve “râbıta-i şerife”ye de işâret edenler olmuştur. Âyet-i celîlede açıkça görülüyor ki; Rabb’imiz (c.c.) mü’minlere, Zât-ı ulûhiyetine yaklaştıracak “vesîle”yi arayıp bulmalarını emrediyor. Yine erbâbınca mâlumdur ki, mü’mini Allâh’a (c.c.) götüren yolların en üstünü, en kısa ve kestirme olanı da, râbıta yoludur. O da, kâmil ve mükemmil(2) bir mürşide(3) mürâcaat edip, mâneviyat yolunda onun rehberliğini kabul etmekle mümkündür.
OKUMAK İÇİN MUTLAKA BİR HOCAYA MUHTACIZ
Eğitim ve öğretim için bir hocaya ihtiyaç olduğu gibi, mânevî terbiye için de kâmil ve mükemmil bir mürşide ihtiyaç vardır... Allah Teâlâ’ya yaklaşmada en güzel “vesîle” onlardır. Bu itibarla, Allah yolunda yürüyüp mesafe almak isteyen hiçbir mü’min, kendisini bu ihtiyaçtan müstağni addedemez, buna ihtiyacım yok diyemez. Bakınız, bu hususu şâir ne güzel ifade etmiş:
Deme aşk içre bana kim ola reh-yâb-ı tarîk...
Gir hemân sen yola, Allâhü veliyyü’t-tevfik.(4)
Ne var ki, her şeyin olduğu gibi, râbıta-i şerîfenin de inkârcıları, kabul etmeyip karşı çıkanları hep olagelmiştir. Bunlar, dînin hakîkat ve mâhiyetini bilmeyen cemiyetlere musallat olmuşlar; bir takım bid‘at ve dalâletleri yaymaya çalışmışlardır.
Kezâ, günümüzde de belli alan ve çevrelerde faâliyetlerine devam etmektedirler ve bu hususta, bilhassa tasavvufu ve tasavvuf erbâbını hedef almışlardır. İşin farkında olmayan bazı insanlar da, bu bid‘at ve dalâlet ehlinin yalan ve iftiralarına –maalesef– âlet olmuşlar; ebedî hayatlarının hüsranla netîcelenmesine yol açabilecek tavır ve hareketlerin içinde yer alma gafletini göstermişlerdir!
RÂBITA EHLİNE “PUTPEREST” DİYENLER
Hz. Ali’nin (k.v.) torunu Zeynelâbidîn (r.a.), yaşadığı devirdeki râbıta-i şerîfe inkârcılarına işâretle Arapça manzûm olarak (şiir üslûbu ile) şunları söylemiştir:
“İnnî le ektümü ilmî cevâhirahû...
Key lâ yerâ zû cehlin fe yeftetinâ!
Lekad tekaddeme fî hâzâ Ebû Hasenin,
İle’l-Hüseyni ve vassâ kablehü’l-Hasenâ...
Yâ rubbe cevheri ilmin lev ebûhü bihî;
Le kıyle lî ente mimmen ya‘büdü el-vesenâ!
Ve le estehille ricâlün Müslimûne demî;
Yeravne akbeha mâ ye’tûnehû hasenâ.”
Meâli: Ben, câhil kimselerin, anlayışsızlıkları yüzünden fitne çıkarmalarını önlemek için, ilmimin cevherlerini gizlerim. Büyük babam Hz. Ali ve babam Hz. Hüseyin de böyle yapardı. Büyük babam, amcam Hz. Hasan’a da böyle yapmasını vasiyet etmişti (r.anhüm). Zira nice ilim cevheri vardır ki, ben onları açıklamış olsam, bana, ‘Sen putperestsin!’ diyerek, Müslümanlar’dan birçokları şüphesiz kanımı helâl addeder, öldürülmemi isterlerdi. Sonra da, yaptıkları bu en kötü işi yani haksız yere adam öldürmeyi güzel görürlerdi.
Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî (M.1058-1111) hazretleri, Minhâcü’l-Âbidîn isimli eserlerinin evvelinde, bu sözleri şiir hâlinde ondan rivâyet etti.
Muhyiddîn-i Arabî (M.1165-1240) hazretleri de, Fütühât-ı Mekkiye’nin otuzuncu bâbında zikrettikten sonra dedi ki: Üçüncü beytin sonunda geçen, “el-vesen: put” sözü ile Zeynelâbidîn radıyallâhü anh, maksadına, yani “râbıta”ya işâret etmiştir.(5)
Velhâsıl râbıtadan bahsetmiş olsa, Müslümanlar’dan birçoklarının kendisine, “putperestsin!” diyerek, katline hükmedeceklerini... Ve bu şeni‘ fiili de, iyi bir iş yapıyoruz zanniyle işleyeceklerini ifade ediyor.
Yine bunun gibi, yakın zamana kadar, mürşidi olan zâtın fotoğrafını teberrüken evinde veya işyerinde bulunduran râbıta ehli için, bunlar resme tapıyor, müşriktirler, diyerek onları, Müslümanlar nazarında kötü gösterme; bölücü ve yıkıcı olduklarını iddia ederek, belli mihrakları zaman zaman onların aleyhine kışkırtıp harekete geçirerek huzûrlarını kaçırma, zarar ve ziyana uğratma gayretkeşlikleri vardı... Ve hâlen de, az veya çok vardır, kıyâmete kadar da olacaktır... Bunda şüphemiz yok. Maksadımız; öncelikle tasavvufta tevessül ve râbıta-i şerifenin İslâm’ın dışında bir husus olmadığını anlatmaya, konuya küçük de olsa bir ışık tutmaya çalışmak. Tâ ki bu mâhut gürûh, tamâmen dînin özüne ve aslına istinat ettiği halde, râbıta-i şerifeyi dîne aykırı bir şey sanıp, tasavvuf ehline dil uzatmasınlar.
Konuyu kısaca toparlamak gerekirse râbıta-i şerife, şer‘-i şerifin bâtını ile alâkalıdır. Kaal(6) işi olmaktan ziyade hâl(7) işidir. Tabii ki bu sâhada söz söylemek de hâl ehline ait olmalıdır. Ancak, maddî-mânevî bütün acziyetimize rağmen, “Memur ma‘zûrdur” fehvâsınca, Allah Teâlâ’nın tevfîkine, Resûlü’nün şefâatine, ricâl-i mâneviyenin himmet ve teveccühlerine sığınarak biz de gereği kadar bir şeyler söylemeye çalıştık. Çünkü mü’min olarak Allâh’ın memuru, dînin memuru, Kur’ân’ın memuru, Resûlüllâh’ın memuruyuz. İlâhî feyz ve bereketi yaymaya, insanlara ulaştırmaya memuruz...(8) Memura düşense vazifesini yapmaktır.
Hâl böyle olunca yazdıklarımızın yeterli ve kusursuz olduğunu söylemek kadar abes bir şey de olamaz elbette.
Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyâzımız; biz mü’minlere açıklayıp öğrettiği üzere, “Rabb’im, bana hikmet ver ve beni sâlihler zümresine ilhak eyle.”(9) “Ey Rabb’imiz! Unutur veya hatâ edersek, bizi hesaba çekme”(10) diyerek iltica ediyoruz. Çalışmalarımızı rızâsına muvâfık, gayretlerimizde bizleri muvaffak kılarak istifâde ve istifâza nasib eylesin.
DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35; Hâzin, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Hâşiye, 2, 278.
(2) Bazı te’lif ve terceme eserlerde yazıldığı gibi “mükemmel” değil, doğrusu “mükemmil”dir. Zira mürşidin sadece kâmil olması yani kendisinin olgunlaşıp mükemmel hâle gelmesi kâfi gelmez; ayrıca mükemmil de olması lâzımdır ki başkalarını da tekemmül ettirebilsin, kemâle erdirip mükemmelleştirebilsin.
(3) Mürşid, irşâd eden, gafletten uyaran, doğru yolu gösteren, kılavuz mânâsınadır. Tasavvufta tarîkat pîri, şeyhi demektir. Mürşidlik, Allâh’ın nûrunu, insanların kalblerine aşılamak, onları hak yolun yolcusu yapmak, kötü ve çirkin hareketlerden muhâfaza etmektir. Mürşidin gerçek kerâmeti ise, ümmet-i Muhammed’e hidâyet yolunu göstermektir.
(4) Aynî, M. A., İslam Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985, s. 91, 2 nolu dipnot. Açıklama: Reh-yâb: yol gösteren, kılavuz; veliyyü’t-tevfîk: muvaffak kılan, başarıya ulaştıran dost ve sâhip. Hâsılı, demek istiyor ki şâir: “Bana aşk içinde yol gösteren kim olacak deme! Sen hemen yola gir, muvaffâkiyeti ihsan eden dost ve sâhip Allah’tır.”
(5) İbrahim Fasîhuddîn b. Sıbgatullah b. Es‘ad el-Hayderî, Tuhfetü’l-Uşşâk fî İsbâti’r-Râbita, s.11.
(6) Kaal, kelime olarak, “dedi” mânâsınadır. Tasavvuf lisânında ise “kaal ilmi”, zâhir ve şer‘î ilimler demektir. “Kaal dili”, zâhirden ve şer‘î hükümlerden söz etmektir. “Kaalde kalmak”; lafızda kalıp mânâyı kavrayamamak, tasavvufî hakîkatleri idrâk edememektir. “Kaale kalan kalakalır” denilmiştir. “Kaal şeyhi” de, sahte şeyhler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
(7) Lûgatte, vaziyet-durum mânâlarında kullanılan “hâl” kelimesi; tasavvuf ıstılâhında, insanın irâdesi, çabası olmaksızın sırf Allâh’ın bir lûtfu olarak kalbe gelen mânâlar, feyz-bereket-ma‘rifet-his ve heyecan demektir. “İlm-i hâl”, bâtınî-tasavvufî ilimdir. “Hâl sahibi” demek, velî yani Allah dostu demektir. Sûfîler, “Hâller amellerden mevrûstur” derler. Yani amellerin neticesi, onların meyveleridir.
(8) Erol, Ali, Hâtıratım, s. 22-23.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Şuarâ sûresi, 26/83.
(10 Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/286.