Hz. Mûsâ ile İmam Gazâlî’nin konuşması
Evliyâullâhtan Şeyh Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî hazretlerinin gördüğü sâdık bir rüyanın hikayesi
Rasûlullah Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem buyururlar ki:
“Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâîl peygamberleri gibidir!” [Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 64/1744]
Bu hadîs-i şerîfteki, “Benî İsrâîl peygamberleri gibi” ifâdesi, Ümmet-i Muhammed’in âlimlerini tekrîm ve taltif içindir. Yani tazim-saygı gösterme, lûtuf ve kerem icrasında bulunup, iyilik ederek gönül almak içindir.
Evliyâullâhtan Şeyh Ebu’l-Hasen Şâzelî hazretleri, bu husustaki sâdık bir rüyâsını şöyle nakleder:
“Bir tahtın üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) oturmuş, diğer bütün peygamberler (aleyhimüsselâm) de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sâlih ulemâ vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sözlerini dinlemeye başladım.
Bir ara Mûsâ aleyhisselâm, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e hitâben şöyle bir suâl sordu:
“– Yâ Rasûlallah! ‘Ümmetimin âlimleri, Benî İsrâîl peygamberleri gibidir!’ buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gösterir misiniz?”
Bunun üzerine Rasûl-i Zîşân sallâllâhu aleyhi ve sellem:
“– İşte bu!” diyerek İmâm Gazâlî’yi (rh.) gösterdi.
Hazret-i Mûsâ da İmam Gazâlî’ye bir suâl sordu. İmam Gazâlî, bu suâle on türlü cevap verdi. Hz. Mûsâ, cevâbın suâle uygun olmadığını, suâl bir tane olduğu hâlde cevâbın on tane olduğunu söyleyerek îtirazda bulundu. O zaman İmam Gazâlî şöyle dedi:
“– Bu îtiraz Siz’in için de vâriddir. Çünkü Allâhu Teâlâ da Siz’e, ‘Ey Mûsâ! O sağ elindeki nedir?’ diye sormuştu. Bu suâlin cevâbının sâdece ‘O benim asâmdır!’ olması gerekirken, Siz de birçok sıfatlar daha saydınız!..”
İmam Şâzelî kuddise sirruh devamla der ki:
“Ben bu sırada Hazret-i Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kadrinin büyüklüğünü, O’nun, tahtı üzerinde; diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını düşünürken, birisi, ayağı ile bana öyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aksâ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
“– Hayret etme! Her şey Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) nûrundan yaratıldı”. dedi. Bunu duyunca düşüp bayıldım. Ancak cemâat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugüne kadar bulamadım.” [Bkz. Râgıb el-İsfehânî, el-Muhâdarât; O. Nuri Topbaş, Nebîler Silsilesi-2, Erkam Yayınları]
***
Malum olduğu üzere bazıları böyle bir hadisin olmadığını ve olmayacağını söylemektedir. Halbuki bu hadis-i şerif de, inkâr ettikleri pek çok hadis gibi sahihtir.
Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) 23 yıllık nübüvvet döneminde bütün konuşmaları, davranışları, amelleri ve takrirlerinin tamamına hadis denir ki, bunlar binlerce değil, milyonlarcadır. Ancak hadis ulemasından İmam Şâfiî hazretleri “Usûl ilmini” geliştirerek ahlâka, siyere ve mev’izeye ait olan hadisleri değil, ahkâma ait olan hadislerden hüküm çıkarmak için bu usûle uyulması gerektiğini savunmuştur.
Buhari ve Müslim gibi ahkâma ait hadisleri toplayan muhaddisler de ahkâma ait olan hususlarda sahih ve rızâ-ı İlâhiye uygun amellere kaynak olacak hadisleri sağlam ölçülerden geçirmiş ve “Sahihine” ancak bir milyon hadisten 4 bin kadarını almıştır. Diğerlerine “Hadis değildir” dememiş, benim kriterlerime tam olarak uymadığı için almadım demek istemiştir. Diğer hadisleri “Siyer/Tarih” ve “Edebü’l-Müfred” gibi ahlâka dair hadis kitaplarına almıştır. Bu sebeple “Sahih-i Buhari’de olmayan hadisler hadis değildir” denmemiştir ve denemez.
Kütüb-i Sitte dışında İmam Mâlik’in (rh.) Muvatta’ı ve Ahmed b. Hanbel’in (rh.) Müsned’i ve diğer pek çok “Câmi” ve “Müsned” adı verilen sahih hadis kitapları vardır ki, bunlarda geçen hadisler de kesinlikle doğrudur ve Rasûl-i Zîşân Efendimize (s.a.v.) aittir. Peki mesele nedir? Mesele, sadece bu kitapların sahipleri Buharî ve Müslim’in aradığı şartlara tam uygun bir râvî zincirine sahip değillerdir. Munkatı’, zayıf ve sahih değil kavramlarının mânâsı ‘hadis değildir’ şeklinde anlaşılamaz, ancak “Sahih senetle hadisiyeti Peygamber Efendimize (s.a.v.) ulaştığı sabit değildir” demek gerekir, muhaddisler böyle kabul etmişlerdir.
“Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisi de lafız olarak kat’i senetle Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) ulaşmayan hadislerdendir. Mânâsı ise hak ve hakikattir ve mânâ yönüyle sahihtir. Bazı hadis münekkidi olan ulema tarafından “Hadis olduğu sabit değildir” denirken, Aclûnî (rh.) gibi önemli bir münekkid şu dikkat çekici açıklamalarda bulunmuştur: “Bu hadisin kesin olarak Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v.) dayanan merfû bir hadis olduğunu söyleyen âlimler arasında Fahreddin Razî, İbni Kudame, el-Esnevî, el-Barizî, el-Yafiî (rahımehumullah) de vardır. Hadisin mânâsının sahih olduğunu söyleyenler arasında ise Taftazânî, Fethuddin eş-Şehid, Ebu Bekr el-Mevsılî (rahımehumullah) de bulunmaktadır. Süyûtî, el-Hasâis adlı eserinde bu görüşü te’yid etmiş / desteklemiştir. en-Necm “Hüsnü’t-Tenbih” adlı eserinde bu hadisin doğruluğunu gösteren başka şahitlerin de olduğunu söylemiştir. Aclûnî, bunları belirttikten sonra, “Bu bilgiler, hadisin bir aslının olduğunu güçlendirmektedir” ifadesine de yer vermiştir. [Bk.Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2, 64]
Bu hadis-i şerif hakkında şunlar da söylenebilir:
1. Bu hadiste bir teşbih/benzetme vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetinin âlimlerinin Benî İsrail’in peygamberleri gibi dini güçlendireceklerini ve dine hizmet edeceklerini haber vermiştir. Teşbihler, elbette zayıf olanı güçlü olana kıyas etmek için yapılır. Burada da ümmetin âlimleri peygamberler gibi vazife icra edecekler denilmiştir. Zaten “Âlimler peygamberlerin varisidir” [Buhari, Sahih, İlim, 10] hadisi de aynı manayı takviye etmektedir. O bakımdan bu hadis, Benî İsrail’in peygamberlerini küçük düşürecek mânâda anlaşılamaz. Nitekim İmam-ı Rabbanî (k.s.) “Eski zamanda Allahu Teâla, mürsel peygamberlere kitap vererek dini ikame etmiş, sonra onların dinini kuvvetlendirmek için nebîleri vazifelendirmiştir. Nebîler kendilerine kitap verilen peygamberlerin dinini güçlendirmişlerdir. Hâtemü’l-Enbiya Efendimizden (s.a.v.) sonra nebî gelmeyeceği için bu dini güçlendirme işi müceddid ve müçtehid olan ümmetin âlimlerine kalmıştır. Binaenaleyh Allah (c.c.) bu dini müceddid ve müçtehid olan âlimler ile güçlendirir. Bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir bakıma, ‘Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in müceddidleri gibidir’ buyurmuştur” demektedir. Bu sebeple bu hadisten kastedilen ulema “müceddidler” ve “müçtehid” âlimlerdir ki, bunlar her asırda bir ikiyi geçmezler. Lakin onlar, bu dinin kıyamı ve kıvamıdırlar.
2. Müceddidler ve müçtehid âlimlerin dini güçlendirmesi, zaman içinde dine sokuşturulan bid’at ve dalâletleri kaldırarak Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) sünnetini ihya etmeleri şeklindedir. Zira dinin terki sünnetin terki ve dinin ihyası sünnetin ihyası iledir. [Darimi, Sünen, Mukaddime, 16] Nitekim Allahu Teâla’nın emirleri ve yasakları ancak Rasûlü’nün (s.a.v.) tatbikatı ile sabit olur ve uygulanabilir. Aksi takdirde nasıl ibadet edileceği ve uygulanacağı bilinemez ve ibadet ortadan kalkar. Ulema ise Rasûlullah’ın (s.a.v.) uygulamalarını ortaya koymak suretiyle ümmeti ona uymaya davet ederek dini ihya ederler. Zira Allahu Teâla, “Peygamber size ne verdi ise onu kabul edin ve sizi neden sakındırdı ise ondan da kesinlikle kaçının” [Haşr suresi, 7] diye ferman etmiştir. “Peygamberin sünnetine aykırı olan ve yerine geçen her âdet, bid’attır ve her bid’at sahibini Cehennem’e götürür.” [Ebu Davud, Sünen, Sünne, 5] Bu bakımdan âlimler, dini, bid’atlardan arındırır ve sünneti ihya ederler. Rasûlullah (s.a.v.) nasıl ibadet ediyor ise ve ne yapıyorsa onu yapmak sünnettir [Nesâî, Sünen, Taksir, 1] ve ona uymak da Allahu Teâla’nın emridir.
3. Hakiki âlim (müçtehid), Kur’ân-ı Kerim’den hüküm çıkaracak ve ümmetin ihtilaflarını gidererek sünneti ihya edecek seviyede ilim ve ihtisas sahibi olan kimseye denir. Yeni ortaya çıkan meselelere Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkararak şüpheleri giderecek ve hadisi / sünneti koruyacak bilgiye sahip olamayan ve inkâr yoluna girenlere âlim denmez. Onlar nakilcidirler ve neyin gerçek ve neyin yanlış olduğunu bilmedikleri için belli âlimlere takılmışlar ve onlardan etkilenmişlerdir. O bakımdan özellikle “Ehl-i Sünnet Uleması” yerine “Ehl-i Bid’a” olanların görüşlerini naklederek hadislerin mantıklı ve doğru izahını yapamayarak, anlamadıklarına “Bu hadis değildir” diye inkâr yoluna gidenler gerçek âlim değillerdir. Bunlar ancak saptırıcı, kötü âlimlerdir. Olardan uzak durmak gerekir. Âlim izah ve isbat eden ve şüpheleri giderendir. İnkâra sapan ve şüphe uyandıranlar âlim olma vasfına ulaşmamışlar demektir. Ve bu âlim geçineneler elbette bu hadisin işaret ettiği âlimlerden değillerdir. Bunlar âlim olmadıkları için Benî İsrail’in peygamberleri gibi tabii ki dine hizmet edip dini güçlendirmekten uzaktır.
4. Hakiki âlimler imanları güçlendiren ve şüpheleri gideren, insanları ahirete davet eden, kibirden tevazua, riyadan ihlâsa, düşmanlıktan dostluğa ve kardeşliğe davet edenlerdir. Bunların yanında, hak ve hakikati izah ve isbat edip gösterirler. İlimleri ve faziletleri ile din yolunda ictihadları, takva ve cihadları ile meşhur olmuş olanlar ve ulema beyninde müçtehid ve müceddid olarak kabul edilenlerdir. Onlar bildikleri ile amel ettikleri için [Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2, 236; Gazalî, el-Munkızü mine’d-Dalâl, 60] Allahu Teâla onlara bilmediklerini de “ilham ve sünuhat tarıkıyla” öğretmiştir. Bu sebeple eşyanın hakikatine ve ledünniyata vâkıftırlar. Ümmetin uleması arasındaki ihtilafları ancak bunlar te’lif ederler. Bunlar da İmam-ı Azam, İmam Şâfiî ve sair mezhep imamları, Hüccetu’l-İslam İmam Gazalî, İmam Celâleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî (k.esrarahum)… gibi yed-i tûlâ sahibi allâmelerdir.
5. İmam-ı Rabbanî (k.s.) ve sair ismi mezkür zevât, müceddid ve müçtehid olduğu ve eserlerini “ilham ve sünuhat (kalbe gelen mânâ ve doğuşlar)” olarak keşifler ve ilhamlar yoluyla yazdığı için, hadis olarak belirttklerii nakiller kesinlikle hadistir. Müceddidlerin ilham ve sünuhat kabilinden yazdıkları hususlar esas olup, diğer âlimlerin görüş ve düşünceleri onların sözleri ile tashih edilirler. Bu sebeple İmam-ı Rabbani hazretleri ve diğer âlim ve ârif zatlar bir söze hadis diyorsa kesinlikle hadistir. O bakımdan ilim erbabı, bu rivayetin hadis olduğunu inkâra yönelik değil, isbata yönelik çalışmalar yapmaları gerekir. Zira Âlemlere Rahmet Efendimizin (s.a.v.) hadisine göre ulemanın dahi, “zamanın imamını tanıyarak ona uyma mecburiyeti” [İmam Ahmed, Müsned, 4, 96] vardır.
Mevzu ile ilgisi bakımından lütfen aşağıdaki linklere de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/501-men-arefe-nefsehu-fekad-arefe-rabbehu.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/956-hadisi-serif-kaynagi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/991-teravih-namazinin-faziletleri-hakkindaki-rivayet.html