“Ve yine salât ü selâm; Güneş’ten daha parlak olan dînin, aslında olmayan bid‘atlere uymaktan münezzeh bulunan o Resûl’ün âl ve ashâbı üzerine olsun.”
Gene burada da, “bid‘atler”den maksadı; Resûlüllah’tan (s.a.v.) bu yana yapılagelen, bid‘atle uzaktan ve yakından hiçbir alâka ve münâsebeti bulunmayan râbıta-i şerife ise, iki yönden hatâ etmiş olur:
1. Her şeyden evvel râbıta-i şerifeyi bid‘at kabul etmesi büyük hatadır! Zira râbıta-i şerife, ihlâs sahibi müridlerin ma‘rifet-i İlâhiye’yi tahsil için, kâmil bir şeyhin rûhâniyetinden feyz almasıdır. Ve o şeyhin de mürîde, rûhânî imdat ve nûrânî tasarruf eylemesidir. Bunun böyle olduğu ise, tefsir ve hadis kitaplarında yazılıdır...
Bidâyetten (başlangıçtan) beri devam eden bu hâl, bid‘at olamaz. Nitekim Hz. Yûsuf’un (aleyhi’s-selâmü’l-melikü’l-münezzehi ani’-l-âlâmi ve’t-te’essüf) yüce haklarında, “... Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı...”(9) buyruluyor.
Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Allâme Zemahşerî şunları naklediyor:
Yûsuf aleyhisselâm, kendilerini tahzir (sakındırma) sadedinde, müennes zamîri Züleyhâ’ya râci olarak “iyyâke ve iyyâhâ” diye bir ses işitti. Fakat îtimat edemedi...
İkinci defa işitti, yine îtimat edemedi.
Üçüncü defa aynı sesi gene duydu; fakat bu sefer de îtimat edemedi.
Daha sonra babası Hz. Yâkub’un (a.s.) mübârek sûretini gördü.
Diğer bir rivâyette de, Hz. Yâkub’un mübârek parmaklarının ucunu ağzına aldı.
Başka bir rivâyette ise, Yâkub (a.s.) şerefli elleriyle Yûsuf’un (a.s.) kalblerinin üzerine vurarak zuhûr eyledi... Ve Hz. Yûsuf’a mürşidlik yaparak, nûrânî imdat ve rûhânî tasarruf buyurmuş oldular.(10)
2. O bozuk niyeti üzere, ashâb-ı güzîne (aleyhimü’r-rıdvân) iftirâ etmiş olur.
Zira râbıta-i şerife denilen şey; diğer bir mânâ ile, evvela şeyh-i kâmilde “fenâ fi’l-vesîle” mertebesine, sonra da o fenâ fi’l-vesîle sebebiyle “fenâ fillâh” mertebesine vâsıl olmaktır. Bu ise, ashâb-ı kirâm (rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının hepsinde vâkîdir.
Çünkü öyle olmamış olsa, kelâm kitaplarında, “es-Sahâbiyyü men rae’n-Nebiyye ve âmene bih (Sahâbî, Peygamberi gören ve ona iman eden kişidir)” denilerek yapılan bu târif, onların hâllerine münâsip düşmez ve doğru olmazdı.
Nitekim Tercümânü’l-Kur’ân Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) bir gece rüyalarında, erkek ve kadın bütün mü’minlerin anneleri olan, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in zevcelerinden (r.anhünne) birini, iffetlerinin sığınağı olan şerefli hânelerinde ziyaret ediyorlar...
Resûl-i Ekrem’in o pâk zevceleri, Peygamberimiz’in (s.a.v.) mübârek ve şerefli aynalarını çıkarıp Abdullah b. Abbas (r.anhümâ) hazretlerine veriyorlar.
İbn Abbas hazretleri ise o aynada, kendi sûret ve heyûlâsını görmeyip, âdete muhâlif olarak, ma‘rifetullah aynası olan Peygamber-i zîşân (s.a.v.) Efendimiz’in nurlu cemâllerini görüyorlar.
İşte bu hâl, fenâ fi’l-vesîle mertebesinin sırrıdır.
Bakınız şimdi; ashâb-ı kirâmda râbıta varmıymış, yokmuymuş?!
Bu bahsi daha genişçe okuyup anlamak isteyenler, İmâm Süyûtî’nin (rh.) “Tenvîrü’l-Felek fî Ru’yeti’n-Nebiyyi ve’l-Melek” isimli risâlesini ve İbn Hacer-i Askalânî’nin (rh.) “Şerhu Şemâil”inin sonunu mütâlaa etsinler.(11)