Halis ECE
Edebiyat, kelime ve kavram olarak Türkçe'mizde Tanzimat'tan (1860’lardan) sonra kullanılmaya başlanmış veya bu tarihten sonra giderek yaygınlaşmıştır. Ancak Divan edebiyatı tamamen nazımdan ibaret olduğu için, bu alanda şiir kelimesi tercih edilmekteydi.
Bugün de edebiyat daha mutlak bir ifade olarak kabul edilebilir. Hatta edebi eserler denildiğinde, şiirin dışındaki çalışmalar akla gelmektedir. Kısaca edebiyat, bir coğrafya veya milletin, bir devrin, bir sanat veya edebiyat mektebinin edebi mahsullerinin bütününe verilen isimdir, diyebiliriz. Şiirse bu bütünün bir cüz’ü, parçasıdır.
Sultanü’ş-şuara’ya göre “Şiir, daha çok tecrittir (soyut), mücerret sahillerinde kulaç atar. Nesirse müşahhasla, somut şeylerle meşguldür. Bir Batılı’ya (Valeri) göre, kaba bir his aleti olmak yerine, girift bir idrak cihazıdır…
“Mutlak hakikati (Allah’ı) arama işidir. Fevkalade sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer...
“Şiir beş duyumuzu kaynaştırıcı idrak ekseninde maddi-manevi bütün eşya ve hadiselerin maverasına-ötesine sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir...
“İlmin usûlünde tebliğ, şiirin usulünde ise telkin yer alır…
“Şiirde başlıca iki unsur vardır: His ve fikir.” (Necip Fazıl, Çile)
***
Şiir ve şairlerin faziletleri hakkında îrad buyurulan hadîs-i şeriflerden bazıları
“İnne mine'l-beyâni sihran ve inne mine’ş-şi’ri hikemen.”
Manası: Beyan ve ifadeden bir kısmı, sihir etkisi yapar (büyüleyicidir). Şiirlerden bir kısmında da hikmetler vardır.
“Lisânü’ş-şuarâi miftâhu’l-cenneti.”
Manası: Şairlerin dili, cennetin anahtarlarıdır.
“Kulûbü’ş-şuarâi hazâinü’r-Rahmâni.”
Manası: Şairlerin kalpleri, Rahmân olan Allâh’ın hazineleridir.
“Allimû evlâdekümü’ş-şi’ra fe innehû yeftehu'z-zihne ve yûrisü’s-şecâate.”
Manası: Çocuklarınıza şiiri öğretiniz; çünkü şiir, zihni açar ve cesaret verir.
“İnne lillâhi künûzen fî tahti’l-Arşi ve mefâtîhuhâ elsinetü’ş-şuarâi.”
Manası: Allâh’ın, Arş’ın altında hazineleri vardır. Bu hazinelerin anahtarları da şairlerin dilleridir.
“Teallemû mine’ş-şi’ri hikmeten ve emsâlehû.”
Manası: Şiirden hikmetli olanlarını ve benzerlerini (atasözleri-veciz ve güzel sözleri) öğreniniz. (Hadisler için bkz. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınları, İstanbul, 1972, II, 3-4)
***
ASR-I SAADET’TEN ÖNCE ŞİİR
İslâm’dan önce edebiyat özellikle şiir zirvede idi. Muallakât-ı seb‘a meşhurdur. Onun için Kur’an-ı Kerim de, her alanda olduğu gibi, edebi san’atlar açısından da zirvenin zirvesi olarak gelmiştir.
Muallakât-ı seb‘a: Muallak, alâka kökünden, ta‘lîk edilmiş, asılmış, asılı anlamına, muallakât ise bunun cem‘îsidir (çoğulu). Seb‘a da yedi demektir. İslâm’dan önceki Arap şairlerinin, beğenilip Ka‘be duvarına asılmış bulunan meşhur yedi kasîdesine bu ad verilmiştir.
***
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) DÖNEMİNDE VE SONRASINDA ŞİİR
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), müsbet yöndeki şiiri daima teşvik etmiştir. Mesela şair Hassan’ı (r.a.) duymayanımız yoktur. “Kaside-i Bürde” ve hikayesi de malum. O beyitlerin karşılığı olarak İki Cihan Serveri’nin (s.a.v.) verdiği Bürde’ye ister hediye deyin, isterse câize... Netice değişmez. Bilirsiniz, padişahlar da şairlere caizeler verirlerdi.
***
Şiirde mezmûm olan; kötülüğe, isyan ve inkâra sevk eden şair ve şiirlerdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, her günahkâr yalancının (gerçeği ters yüz eden, günaha düşkün olanın) tepesine inerler. Bunlar (Şeytanlar) onlara (yalan-yanlış hırsızlıkla elde ettiklerini) duyduklarını anlatırlar ve onların çoğu yalancıdırlar. Şairlere gelince; onlara azgın-sapıklar uyar. Onların her sâhaya daldıklarını ve gerçekten hep yapamayacakları şeyleri söylediklerini görmüyor musun? Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar. Fakat bunlardan, ancak iman edip salih amelde bulunanlar, Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (intikamlarını alanlar) böyle değildir. O zulmedenler yakında hangi inkılab (değişim) ile sarsılacaklarını-devrilecekleri görecekler.” (Şuara sûresi, 221-227)
BUNA GÖRE DİNİMİZCE KABUL GÖREN VE GÖRMEYEN ŞAİRLER
Âyet-i kerimede görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, önce şairlerin kötü özelliklerini ortaya koymuş, sonra da şu dört vasfı taşıyan şairleri bunlardan ayırmıştır. Peki bunlar kimlerdir:
1. İman sahibi olanlar.
2. Salih amel sahipleri.
3. Şiirlerinde tevhid, nübüvvet ve insanları Hakk’a davet edenler. Yani Allah’ı çokça zikredenler.
4. Dinlerini, mukaddesatlarını, şahsiyetlerini, manevi değerlerini hicvedenlere karşılık vermeleri dışında, hiç kimseyi hicvetmeyen-kötülemeyenler. Yani, zulme uğradıktan sonra öclerini alanlar da kötü şairler değildir. “Allah, çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez; zulme uğrayanlardan olursa bu müstesna...” (Nisa sûresi, 148) buyurmuştur. Bu hususu teyit eden bir ayet-i celile de şöyledir: “Kim size karşı haddi aşarsa, siz de tıpkı onların haddi aşmaları kadar ona karşı koyun.” (Bakara sûresi, 194)
Ayetteki bu istisna ile Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyr (r.anhüm) gibi şairlerin kastedildiği tefsirlerde ifade edilmiştir. Çünkü bunlar şiirleriyle Kureyş kafirlerini hicvediyorlardı. Ka’b b. Malik’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resûlüllah (s.a.v.) bana, ‘Kureyş’i hicvedin. Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizin onlara bu hicviniz, ok yağdırmadan daha çetindir.’ Hassan b. Sabite de hep, “Söyle, Ruhu’l-Kuds seninledir' derdi." (Tefsir-i Kebir, (Terc.), 17, 391)
Cinniler de mensûrdan çok manzûmdan (düz yazıdan değil şiirden) hoşlanırlar. Nitekim Abdülvehhab Şa’râni hazretleri, “Keşfü’l-Hicabi ve’r-Rân an Vechi Es’ileti’l-Cân” isimli eserlerinde, meseleleri kısaca nesir olarak ifade ettikten sonra nazım olarak daha geniş ve uzunca ele almışlardır.
***
OSMANLI’DA ŞİİR VE DİVAN EDEBİYATI
İlmi eserler müstesna hemen her alanda şiirin-nazmın, destanın hakimiyeti görülür ecdadımız Osmanlı’da. Hatta ilmi eserlerde de sıkça rastladığımız gibi, tamamen nazım olarak kaleme alınan kitaplar da vardır. Kasîde-i Nûniyye, Emâlî gibi…
“Divan edebiyatında roman yoktu.” (Cemil Meriç). Neden? Çünkü romanda teşhir vardır. Osmanlı toplumu Müslüman bir toplumdur. İslam’da teşhir makbul değil merduttur. Vebali büyüktür. “Fâsık-ı mütecahir” (işlediği günühı ilan edip açıklamak) kavramının içine girer teşhircilik. Ama romanda da teşhir değil tebliğ-telkin, talim-terbiye esas alındığı takdirde niye olmasın..? Nitekim bu amaçla yazılmış romanlar da vardır.
***
TASAVVUFTA ŞİİR VE MUSİKİ
İslam’da şiir ve musiki ile ilgili iki ana görüş vardır. (Bkz. Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-ı Âlâî, Devlet ve Aile Ahlakı) Bunları İmam Gazali ve İmam Rabbani’nin (k. esrarahüma) görüşleri olarak, ya da tasavvufta Cehrî ve Hafî yolların görüşleri başlığı altında ele alabiliriz.
a) Zikr-i cehri ile alakadar olan yollarda şiir, şair ve musikinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bunlar musiki ile ilgili birinci görüşü tercih etmişlerdir. Onlara göre, eğer şiir Allah’ı ve ahireti hatırlatıyorsa makbul, nefsani duyguları-arzuları kamçılıyorsa reddolunur. Mesela daha çok kavlî kerametleriyle meşhur olan Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve emsallerinin şiirleri gibi…
b) Zikr-i hafi ile alakadar olan yollarda ise şiire bakış ve bu yolun büyükleri tarafından yapılan değerlendirmeler oldukça farklıdır. Onlar ikinci yolu tercih etmişlerdir. Yani şiirin, musikinin hiçbir türü ile ilgilenmemişlerdir. Mesela İlahi ve Mevlid’le ilgili İmam-ı Rabbani hazretlerinin Şah-ı Nakşibend hazretlerinden naklen verdiği cevap (mealen) çok dikkat çekicidir: ‘Bizim yolumuzun dışındaki büyükler bu gibi şeylerle meşgul olmuşlardır, red ve inkâr etmeyiz. Bizim yolumuzun büyükleri ise bunlarla meşgul olmamışlardır, kabul etmeyiz.’
Teganni, raks ve sema ile alakalı değerlendirmeleri de şöyledir:
“Raks (mûsıkî refâkatinde yapılan düzenli hareket) ve semâ (dönmek), hakîkatte oyun ve eğlenceden ibârettir. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi tegannîden men için inzâl buyurmuştur:
“İnsanlar arasında, (bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için) boş lafa müşteri çıkan adam vardır.’ (Lokman sûresi, 6)
“İbn Abbas’ın (r.a.) talebesi ve tabiînin büyüklerinden Mücâhid (r.a.) şöyle dedi:
“Bu âyet-i kerimede geçen ‘lehve’l-hadîs’ yani boş laf, tegannîdir (şarkı, türkü söylemektir). Medârikte ise, ‘Lehve’l-hadis; kıssa, hikâye, yatsıdan sonraki (mâlâyani) konuşmalar ve şarkı-türkü söylemektir’ denilmiştir. İbn Abbas ve İbn Mes’ûd (r.anhüm), bunun mânâsının tegannî olduğuna dair yemin etmişlerdir.
“O kimseler ki, yalancı şâhidlik etmezler” (Fürkan sûresi, 72) âyet-i kerimesini izah ederken Mücâhid (r.a.) şöyle demiştir: ‘Yani şarkı ve türkü söylenen yerlerde bulunmazlar.’
“İmam Hüdâ Ebû Mansûr Mâtürîdi’den (r.a.) nakledildiğine göre, şöyle demiştir:
“Zamanımız kurrâlarından birine, tegannî ile Kur’an okurken, güzel okudun diyen kimse kâfir olur... Karısı kendisinden boş olur... Allah Teâlâ, onun hasenâtını, yani yaptığı iyilikleri iptal eder, hükümsüz kılar!”
“Ebû Nasriddebbûsî’nin bildirdiğine göre, Kaadı Zahîreddîn Harzemî (r.aleyh) şöyle demiştir: “Bir şarkıcıdan veya başka bir yerden şarkı ya da benzeri bir şey dinleyen, yahut başka bir haram iş gören kimse; bunu, inanarak veya inanmayarak güzel kabul etse, derhal mürted olur. Zira, dînin hükmünü bâtıl saymış olur. Dînin hükmünü bâtıl sayan bir kimsenin mü’min olmadığında bütün müctehidler ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk, bu gibi şeylerden bizleri muhâfaza eylesin!
“Tegannî’nin haram olduğuna dâir âyetler, hadisler ve fıkhî rivayetler o kadar çoktur ki, saymak zordur. Vaziyet anlatıldığı gibi olunca, bir şahsın, tegannînin mubah olduğuna dair nakledeceği mensuh (hükmü kalkmış) bir hadis veya şâz (hükümsüz) bir rivayete itibar edilmez. Zira hiçbir fakîh, hiçbir vakit tegannînin mubah olduğu hakkında fetvâ vermemiştir. Raksedip ayakları yere vurmayı câiz görmemiştir. Nitekim bunlar, İmâm Hümâm Ziyâeddîn Şâmî’nin, Mültakıyt isimli risâlesinde anlatılmıştır.
“Sofiyyenin (tasavvuf erbâbının) amelleri, helâl ve haram mevzuunda senet değildir. Fakat onları ayıplayamayız da; mâzur görürüz. İşlerini Allah’a bırakınız.
“Helâl ve haramı anlamakta, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in (rahimehullah) kavilleri mûteberdir. Şiblî’nin ve Ebû Hüseyin Nûrî’nin (k.s.) amellerine bakılmaz.
“Bugün, şeyhlerinin amellerinden başka bir şeye bakmayan ve kulak asmayan sofiyye, raks ve semâ’ı dinleri ve şerîatleri hâline getirmişlerdir. Şeyhlerinin amellerine istinad edip, onu, tâatları ve ibâdetleri olarak kabûl etmişlerdir. ‘Onlar öyle kimselerdir ki, dinlerini bir oyun bir eğlence haline getirmişlerdir...’ (A’râf sûresi, 51)
“Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşılmış oluyor ki; bir kimse, haram bir fiili güzel kabul ederse, İslâm zümresinden çıkar, mürted olur. Bunun üzerine, semâ ve raks meclisine tâ’zim etmenin (kabul ve tasvip ederek saygı göstermenin); hatta, onu ibâdet ve tâat hâline getirmenin şenâetini (fenalığını) düşünmek lâzımdır!..” (el-Mektubat, 1, 266)
***
Netice; şiirle meşgul olması gerekenlerin, bu dalda kabiliyet ve istidadı olanların, her şeyde ve her alanda olduğu gibi, kıstaslara/kriterlere riayet etmeleri, ölçüyü kaçırmamaları icap etmektedir.
***
GÜNÜMÜZDE ŞİİR VE MÜTEŞAİRLER
Hemen her sâhada olduğu gibi, günümüzde şiirin de şairin de ölçüsü kalmamıştır. Serbest nazım diye bir şey tutturulmuş, salkım-saçak bir şeyler üretilmeye çalışılıyor. Evet, şiirin de serbestisi vardır elbette. Ama ne olursa olsun, onun da bir kriteri olması gerekmez mi? Gerek ses ve gerekse mana yönüyle... Her neyse şiirle meşgul olmadığımıza göre, işin bu yönünü daha fazla kurcalamadan iki fıkra ile yetinelim.
Garip halleriyle meşhur olan şair Ali Rûhi Bey, klasik şiirin tabuta konulup defnedilmeye çalışıldığı ve serbest nazım ile şiir yazmanın moda olduğu devirlerde bir gün, eline geçen “Gülşen” mecmuasında, genç şairlerden birinin irili-ufaklı mısra‘larla bütün bir sahifeyi dolduran şiirini görüp merakla okur. Armudî istifi ile bu alışılmadık kelime yığınına, uzun uzun baktıktan sonra,
– Acâyip, der, bunlar üzüm salkımı; yazanlar da şair değil, manav olsa gerek!..
MÜTEŞAİR KİMDİR?
Namık Kemal bir edebiyat meclisinde ciddî bir münâkaşaya girmiş... Münâkaşa dönüp dolaşmış, dünyanın esasını teşkil eden ahlât-ı erbaa (Ahlât-ı erbaa, insan vücudundaki dört unsur demektir: Toprak, hava, su, ateş. Anâsır-ı erbaa da denir) bahsine gelmiştir. O devirlerde ahlât-ı erbaayı bilmeden şairlik iddialarında bulunmak düşünülemezdi. Mevzuyu herkes biliyor ve münâkaşa iyiden iyiye kızışıyordu. O sırada devrin müteşairânından (şair olmadığı halde şairmiş gibi geçinenlerinden) Diyarbakırlı Deli Nâim,
– Kemal Bey, Kemal Bey!.. diye sanki kendisinin de bu hususta önemli bir fikri varmış gibi ateşli ateşli bağırıp Namık Kemal’i susturur. Mecliste gözler ona çevrilmiş ve münâkaşa yeni bir hal alacak diye herkes pür-dikkat beklemeye başlamıştır. O sırada Nâim Efendi’nin gayet yumuşak bir sesle,
– Kuzum, ahlât-ı erbaa ne demektir? diye sorması üzerine Namık Kemal, bir şairden bu cehâlet ve densizliği görünce, hiddetle bağırmış;
– Dört kere halt etmektir!..