Halis ECE
“Dünya işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman, kabir ehlinden (salih zatlardan, onları vasıta ederek Allah’tan) yardım isteyiniz” buyuruyordu Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selem Efendimiz. [Aclûnî (rh. Hicrî, 1087-Miladî, 1676 / H. 1141-M.1730,), Keşfü'l-Hafâ, 1, 85, Hadis no: 213; Müfti’s-Sekaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) Şeyhülislâm İbn Kemâl Paşa, 40 Hadis]
İki Cihan Serveri’nin bu öğüdüne uyarak evden çıktık, Bayrampaşa, Eyüp… derken Fatih Sultan Mehmed Köprüsü’nden Anadolu yakasına geçtik. Ümraniye, Üsküdar güzergâhını takip ederek nihayet Karacaahmed’e vasıl olduk.
Kabr-i şerifin ayakucunda huzuru Üstaz’da âdâba uygun olarak kemal-i edeple hudu’ ve huşu’ içerisinde durduk. Hz. Üstaz'ın (k.s.) kendi tabirleriyle, "Yer melekleri"nin arasında yerimizi aldık.
Kendimi birden âdeta Medine’de Ravza-i Mutahhare’nin önündeymişim gibi hissettim… Çünkü huzurunda bulunduğum Zât, O’nun varisi… Hem de zahir ve batınına bihakkın tamamiyle, kemaliyle… Bu hissiyatımı etraftaki manzara, mevcut atmosfer de destekliyor-tamamlıyordu.
Manevi “irtibat numarasını / şifresini çevirdik. Alakayı-irtibatı temin eder etmez üç-beş dakikalık kısacık süre zarfında batınımızın ihtiyacı olan enerji ikmalini yaptık. Ardından yine kısa ve öz bir dua ve sonrasında yüzümüz yine Hz. Üstaza dönük kemal-i edeple “destur” ile ayrıldık. Ama bedenen… Sadece bedenen ayrıldık; çünkü kalbimiz-lataifimiz daima O’na, O’nun vasıtasiyle diğer silsile-i sâdâta, oradan Rasûlüllah’a, O’ndan da nihayet Cenab-ı Hakk’a merbut…
***
Dönüş yolundayız.
Ortalık günlük güneşlik! Üstelik mevsim kış olmasına rağmen... Ağaçlar çiçek açmış, kuşlar ötüşüyor, arılar vızıldıyor, kelebekler uçuşuyor… Etraf sanki ilkbahar… Bu sene kışı yaşayamadık zaten… Görünen-bilinen sebep: “Küresel ısınma!” Bakalım gelecek yıllar yaşayabilecek miyiz kışı? Kim bilir, belki… Ama “Görünen köy kılavuz istemez” demiş atalarımız. Dünyadaki manzara maalesef hiç de iç açıcı değil! Bilim adamlarının söylediğine göre, geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş. Bir nevi son’un başlangıcı… Yaşanabilecek felaketleri de bir bir sayıyorlar. Kıyamet senaryoları ortalıkta uçuşuyor.
Rabbimiz hakkımızda hayırlı olanı versin.
Dönüşümüz farklı bir güzergâhtan… Boğaziçi Köprüsü’nden… Her ne kadar trafik yoğun olsa da gene her zamanki yolu takip ediyoruz. Mecidiyeköy-Okmeydanı güzergâhı…
Merkeze doğru ilerledikçe ortalığın biraz tuhaflaştığı sezinleniyor... Ama bu tuhaflık hiç de bazı polislerin yolumuzu kesmesini bekletecek denli ileri gidecek gibi gözükmüyor. Fakat o da ne? Birden yolumuz kesildi: Trafik işaretleriyle ve bir de yolun ortasına yanlamasına park edilmiş bir polis arabasıyla…
Soldan kayarsak her zamanki güzergâhımıza ulaşabileceğimizi sanırken meğer yanılıyormuşuz. Sonradan anladığımız, fark ettiğimiz kadarıyla Edirne-Avrupa istikametine çıkan bütün yollar tutulmuştu.
Bu olağanüstü durumun sebebini öğrenmek üzere arabamızı yavaşlattığımızda, düdüklerini öttüren polisler, hız kesmeden derhal uzaklaşmamızı işaret ettiler. Biz de yolumuza devam ettik.
Trafiğin sıkıştığı bir noktada, arabanın camını indirerek oradaki sivil birine:
- “Ne oluyor?” diye sorduğumuzda, vücut diliyle müphem bir işaret yaptı…
Elini şöyle bir yarım daire şeklinde çevirerek başını yana salmanın anlamı ne olabilirdi acaba?..
O an bu işaretin, Âbide-i Hürriyet’te bir gösteri yapıldığı anlamına geldiğini kavrayamadık!
Meğer o müphem işaretin anlamı buymuş!
Demek ki, bizim böyle bir gösteriye katılmamız önlenmek isteniyordu…
Ama neden?
Bırakılsaydık, sanki biz de orada toplanan kalabalığa karışıp onlar gibi slogan mı atardık?
Sanmıyorum.
Çünkü bu gösteriler her ne kadar mevcut sistem içinde “hak arama yolları”ndan biri de olsa, bizim inanç manzumemize tersti.
Rabbimiz kudsi hadisinde buyuruyordu ki: “Ben şânı yüce olan Allah, hükümdarlar hükümdarıyım. Hükümdarların kalpleri ve nâsıyeleri (alınlar[ının saçı], tabir caizse ipleri) benim elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse; ben de onları, onlara rahmet kılarım. Eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara ceza kılarım. Şu halde hükümdarlara / idarecilere / yöneticilere sövmekle meşgul olmayın ve fakat bana tevbe ve müracaat eyleyin ki, onları size doğru meylettireyim.” Rasûlümüz de yine bu manada, “Siz nasıl olursanız, başınıza öyleleri idareci olur” buyuruyordu. [Keşfü’l-Hafâ, 2, 166, Hadis No: 1997]
Biz buna inanıyor, bu yönde hareket ediyorduk. Bununla birlikte tabii ki düşünmeden de edemedim:
Gösteri yapanlar kimlerdi? Bunu da bilmiyorduk.
Hoş, bizim için kim oldukları da çok önemli değildi. Nihayetinde kör/topal da olsa demokrasi ile idare edilen bir ülkede yaşıyorduk? Bazı kesimlerin belli istekleri vardır, onları dile getiriyor olabilirlerdi.
Ama biz gösterinin dışında bırakılmıştık. Zaten böyle şeylere, Batı’ya nisbetle henüz pek de alışık olmayan bir toplumduk. Nemize gerekti toplantı, gösteri filan…
Buna rağmen, bu gösterinin “dışında kalmak zorunda bırakılmamız” üzerine düşünmeye başlamıştım şahsen...
Bu düşüncelerle ağır aksak ilerlerken, gösteriye katılanların neler yapabileceklerini merak ettim. Ne de olsa 70’li yılları yaşamışlığın tecrübesi vardı üzerimizde. Sultanahmet-Cağaloğlu, basın-yayın caimasının göbeğinde geçen yıllar...
Yine bu esnada, gösteriye katılanların isteklerinde ne derece haklı olup olmadıkları, katılımın ne kadar olduğu hususları da ister istemez aklıma takıldı.
Düşündüm; orada belki binlerce insan şu anda bağırıp çağırıyor, hak arama temrininde bulunuyordu.
Ama...
- Acaba gösteriye katılanlar kendi adına mı hareket ediyordu?
- Onları böyle davranmaya sevk eden saik neydi?
- Acaba gerçekten her katılımcı kendi zatını mı temsil ediyordu?
- Yoksa hepsinin birlikte oluşturduğu topluluğun temsil ettiği anlam, onların teker teker oluşlarından farklı bir yere mi göndermede bulunuyordu? Başka bir ifadeyle, herkes bir kukla mıydı?
- Eğer kukla iseler, yolumuz kesildiği için biz bir kukla olmaktan mı kurtarılmış oluyorduk? Buna sevinmemiz mi lazımdı? Çünkü kuklalar durduk yerde oynamazlar, onların bir oynatanı olurdu. Kuklacı kimdi? Ve saire ve saire…
Bütün bu düşünce ve sıkıntıları ve de trafik keşmekeşini geride bırakarak Fatih’e ulaştık… Bozdoğan kemerlerinin altından geçerek meşhur Vefa Bozacısı’na bir selam verdik. O da bize taze, hoş ve nefis bozasından ikram etti. Hem de içebildiğimiz kadar… Ne o, şaşırdınız mı? Tabii ki ödemesini yaparak. Bahşişiyle birlikte…
Sonra da evin yolunu tuttuk.
***
Evet, bir Pazar gününün hikâyesi böyle geçti mega-kent İstanbul’da…
Bu hikâye, belki de romanlaştırılabilir… Bu minvâl üzere uzayıp gidebilir.
Ama ne gereği var.
Biz kısaca;
Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) Hz. Ali’ye (r.a.) yaptığı güzel nasihate uyduk. O Fahr-i Kainat buyuruyordu ki:
- Yâ Ali! Herkes halka yaklaşmak için vasıta arar, halkın hoşnutluğunu gözetirken, sen Hakk’ın rızasını gözet; Hakk’a yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara.
Biz bunu yapmaya çalıştık. Sıkıntılarımız için Allah’ın Rasûlü’nün varisinden istimdat ettik. Onu vasıta edindik. Eylem yapan topluluk gibi yöneticilere göndermelerde bulunmak yerine, günahlarımızdan dolayı Rabbimize tevbe edip isteklerimiz için O’na müracaatta bulunduk.
Bir başka hikâyede buluşmak üzere…
Hoşça kalın.