Bu gün de belki birçokları için diğer günler gibi sıradan bir gün. Ama benim gibi belli bir yaşın üzerinde olanlar için hiç de öyle değil. Cumhuriyet dönemimizdeki askeri darbelerden ikincisi olan 12 Mart Muhtırası’nın Arifesi (1971) … Yarın 36. yıldönümü. Gerçi ondan sonra iki askeri darbe daha gördük. Ama hiçbirini unutmak mümkün olmadığı gibi, 12 Mart 1971 Muhtırası’nı da hafızalardan silmek imkânsız. Özellikle de benim için…
Henüz 19 yaşında bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir gencim. İslâm’a, insana, ülkesine hizmet şuuruyla yetiştirilmiş, bu mefkûre aşkıyla yoğrulmuş bir delikanlı… Sahib-i zaman tarafından, “Allâh’ın memuru, dînin memuru, Kitâbullâh’ın memuru, Resûlüllâh’ın memuru, füyûzât-ı İlâhî’yi tevzi‘ memuru” olarak vasıflandırılmış ve de vazifelendirilmiş seçkin zümrenin bir ferdi… Ege’nin güzel mi güzel illerinden birindeyim. Vatikan papazlarından birisinin, dünya üzerinde cennetin misali olarak gösterdiği bölgede… (İzmir-Nazilli arası) Ertesi sabah Muhtıra verilmiş, bizler de mürteci yaftası zaten yakamızda olduğu için, aranan adam olmuştuk. Haliyle yerimizde kalabilmemiz imkânsızdı. Peki bu ülkeye, ülke insanına hizmetten geri mi kalacaktık? O yüce memuriyetlerden istifa mı edecektik? Hayır asla! Belki hizmet mahallimiz değişebilirdi; fakat hizmetten geri kalmamız düşünülemezdi. Biz de öyle yaptık. Vatani görevimiz için çağrılacağımız güne kadar farklı yerlerde, farklı hizmetlerde bulunduk. Ama hiçbir şekilde hizmete ara verme, kabuğumuza çekilme, ya da yan gelip yatma gibi bir pısırıklığın içine düşmedik. Zaten bu sebeple karakollara, mahkemelere pek de yabancı sayılmazdık. İlk karakol ziyaretim, ya da zoraki misafirliğim, 18 yaşımda bir ramazan akşamı kendi ilçemizde vuku bulmuştu. Hem de va’z ve teravih namazının ardından… Gecenin 03.30’una kadar.
Bütün bu düşüncelerle güne başlamış, biraz da yarı dalgın vaziyetteyken birden masanın üzerindeki davetiyeye gözüm ilişti… derken hemen ardından hanımın,
- “Nişana gecikmeyelim!” uyarısı geldi.
Gitmemiz, mutlaka gözükmemiz, aynı fotoğraf karesi içinde bulunmamız gerekiyordu. Çünkü nişanlanacak genç bizim oğlanın iş ortağı (önceki işinde), ailesi aile dostumuz… Kız tarafı da uzak sayılmazdı… Aynı meşrebin, aynı çeşmenin müdavimlerindendik. Deyim yerindeyse, her iki taraf da bu yönüyle aynı memeden süt emen insanlardık. Bütün bunlar bir tarafa, “davetliydik!” Davete icabetse, hepimizin bildiği üzere sünnetti.
Pazar günlerinin değişmez/klasik tam kadro sabah kahvaltısı… Anne-baba, oğlan-kız… Kısacası aile meclisinin sıcak sohbetleri… Bu esnada önemli sayılabilecek hususların espritüel tarzda hoş bir havada görüşülüp konuşulması… Haftalık plan-proğram… Akabinde hazırlık safhası…
Bu arada kısa süreliğine bilgisayar ve internet kaçamağım… MSN’de sevgili hemşehrim “Adıgüzel”le gecenin 01:30-02:00 civarı başlayıp virgülle ara verdiğimiz görüşmenin kısa da olsa bir devamı ve tamamı... Birkaç mesaja cevap… Gazetelere ve bazı köşe yazılarına, okumakla bir göz atış arası bakmak… Sonrasında nişan’ın yapılacağı Silvan Sosyal Tesislerine doğru yola çıkış…
Yeri tam olarak bilmiyoruz. Ama kaptana (bizim oğlan) güvenimiz tam. Nasıl olsa o ne yapar-eder bulur. Bana kalsa, prensibim değişmez: “Sora sora Bağdat bulunur” tabirimizden hareketle, yola çıktığım gibi sormaya başlarım. Bu sorma işini bazen öylesine ileri götürdüğüm olur ki, sorduğum adresin önünde hem de orayla ilgili birisine sorduğum bile olur.
Tesislerin bulunduğu Turgut Reis mahallesine geldik. Kısa bir sağa-sola göz atıştan sonra arkadaşın arabasını gördük, hemen arkasına park ettik. Bu arada arabadan iner inmez karşıdan gelen üç kafadara tesisleri sormaya kalkıştım ben. Kendi metodumla… Ama öyle anlaşılıyor ki adamlar akşamdan kalma. Pek de beni duyacak duysalar da cevap verebilecek halde değiller. Birisi, ancak kendisinin duyup anlayabileceği bir şeyler söyledi, ardından da hızla uzaklaştılar… Bu arada baktım ki bizimkiler tesisleri görmüş ve o tarafa doğru yönelmişler… Haliyle ben de onları takip ettim, kendi durumumu onlara çaktırmadan… Sen öyle zannet; meğer onlar benim sorma işlemimi görmüş ve aralarında alay etmeye başlamışlar bile… Babam gene kendi sünnetini ihmâl etmedi diye…
Tesislerin bahçesinde, başta müstakbel damat, kardeşi ve yeğenleri tarafından karşılandık. Girişe adımımızı attık, aile büyüklerinin “hoş geldin!”i… Ardından salondaki gösterilen yerimize, diyecektim ama, değil; birkaç haftadır görüşemediğimiz iki samimi arkadaşla göz göze geldik. Onlar hemen benim için aralarında bir yer açtılar ve mecburen oraya oturduk.
Merasim faslı başladı… Tabii her toplum kendi inanç, kültür ve meşrebine göre bir proğram tensip ediyor. Bizim davet sahibi aileler ve davetliler, tamamı değilse de çoğunluk dini hassasiyeti olan insanlar. Dolayısıyla kurra hafız bir kardeşimizin aşere-i takrib üzere okuduğu Kur’an’ı dinledik. Ardından güzel sesli birkaç arkadaşımız bazı şeyler okudular, ilahi-kaside nev’inden… Bir arkadaşımız da, hemen her toplantı ve davetlerde olduğu gibi, klasik türden “günün mana ve önemini” belirten -itiraf edeyim- pek de sıkıcı olmayan bir konuşma yaptı. Ardından bir arkadaşımız da dua… Sonrasında ise gelsin ikramlar… İkramlar üzerinde sanırım durmaya değmez. Hemen hepimizin bildiği türden tatlı-tuzlu pastalar, sıcak-soğuk içecekler…
Sonrasında ikili-üçlü-beşli görüşüp konuşmalar… Hasret gidermeler. Fırsattan istifade, “yahu şu bizim çocukları ne zaman nasıl nişanlayıp evereceğiz?” takılmaları… birbirine verilen, verilmeye çalışılan mesajlar… Hani “Emret Bakanım”da bakanın müsteşarı Hanfry bir cenaze törenine katılır ve pekçok kişiyle önemli görüşmeler yapar ve “Bu cenaze çok verimli geçti” der ya… İşte bizim nişan da onun gibiydi, çok verimli değilse de pek de verimsiz sayılmaz. Tabii bu arada kameralar çalışıyor, deklanşörler boş durmuyor, flaşlar patlıyor, grup gurup hatıra fotoğrafları çekiliyor. Bizimkileri de unutmayın, getirin dedik. Bir arkadaş takip edeceğini söyledi… Bakalım. İnşaallah Unutmazlar…
Nişan oldu bitti. Dönüyoruz. Dönüş yolunda trafik hayli kalabalık. Yollar oldukça sıkışık. Ama gene kaptana güvenimiz tam, içimiz rahat. O ne yapar-eder, açık bir güzergâh bulur ve bizi fazla strese sokmadan menzil-i maksuda ulaştırır. Nitekim öyle de oldu. Ara sokaklardan, yan yollardan derken… bir de baktık ki Dörtyol’a gelmişiz. O da ne! Dörtyol’da alışılmışın dışında bir hareketlilik var… Kalabalık bir emniyet ordusu, polis panzerleri, hatta bunlara ilaveten zabıtalar… Halkımızı bilirsiniz; pek meralıdırlar… Hiçbir ilgisi olmasa bile, sırf ne var ne yok diyerek durumu öğrenmek, merakını gidermek için toplanır. Bu arada bizimkiler de,
- “Ne oluyor, ne var, olay mı var, büyükler(!)den birisi mi gelecek acaba?” filan demeye başladılar…
Ben de,
- “Nasıl olsa eve 150-200 m. Çok merak ediyorsanız gelir öğrenirsiniz… Yoksa da akşamleyin TV’den seyredersiniz” deyip yürümemizi, dolayısıyla trafiğin akmasını sağlamaya çalıştım. Başarılı da oldum. Yoksa dediğim gibi, millet durmuş, merakını gidermeye çalışıyor. Vaziyet, trafik kazası seyrederken yeni bir kazaya sebep olanların durumuna dönmek üzere. Yol tıkanmış, arkada kuyruk uzamış, sebep de kendisiymiş… Hiç umurunda değil kaptanların.
Hasılı eve geldik, ikindiyi kıldık ve bunları kâğıda (pardon bilgisayara) dökmek geldi içimden. Beğenirseniz, siz de deneyebilirsiniz.
Hoşça kalın.