“Hikmet (değerli bilgiler, ahlâkî-edebî, öğüt verici sözler), mü'minin yitik malıdır; onu nerede bulursa, almaya daha hak sahibidir.” [Tirmizi, Sünen, İlim, 19; İbn Mâce, Sünen, Zühd 17]
***
İngilizce'nin büyük edebiyatçısı, dünyanın seçkin drama yazarı kabul edilen İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in (26 Nisan 1564-23 Nisan 1616), insanlarla / toplumla ilgili güzel ve bir o kadar da anlamlı ve isabetli bir tesbiti vardır. Şöyle der şair o tesbit ya da teşhisinde:
“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için... Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için... Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için...”
***
Kısacası Shakespeare cesaretsizliği yeriyor, insanları cesaretli olmaya teşvik ediyor. Cesur olmayanların hayatın hiçbir alanında başarılı olamayacaklarına işaret ediyor... Binaenaleyh korku ve endişelerle, tereddütlerle bocalamaktansa hayatta cesur olmaya, her şeyin üzerine yüreklilikle gitmeye çalışmak gerektiğini hatırlatıyor.
***
Tefekkürden, tezekkürden, taakkuldan... hâsılı her sahada düşünmekten, düşünce üretmekten imtina etmemek, geri durmamak gerekiyor. Zira düşünce fukarası-tenbeli toplumların varabileceği bir hedef yoktur hayatta...
***
Şüphesiz her devirde unutmaktan, unutulmaktan şikâyet olunmuştur. Edebî ve tarihî eserler incelendiğinde, bunun misâllerine bolca rastlanır. Meselâ büyük divan şairimiz Fuzulî merhum, asırların arkasından unutulma ve ihmâlin verdiği ıztırabı şöyle dile getirmiştir:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne çalar kimse kapum bâd-ı sabâdan gayri
Dilerseniz meraklıları için şiiri, edebî yönden bir nebze ele alalım.
Bütün şiirlerinde olduğu gibi Fuzûlî’nin, bu beyiti de her kelimesi birbiriyle kafiyelidir ve muazzam bir âhenk örgüsüne sahiptir. Sadece alt alta gelen “kapum”, “bana” ve “özge”, “gayri” kelimeleri aynı seslerle bitmemiş diğer kelimeler de alt alta aynı seslerle bitmiştir.
Fuzûlî'nin dillerde dolaşan bu beyti, mana ve hayâl / imaj açısından da popüler beyit olmayı hak eder. Beyit oldukça sade bir dille yazılmıştır. “Yalnızlığı ve garipliği” hârikulâde bir üslûp ve tesirle ifade etmektedir.
"Âteş-i dil" gönül ateşi, "dil" Farsça’da gönül manasına gelir. Türkçe’de ise lisan ve tatma organı manalarındadır. Münekkitlerimiz dil lafzının Farsçasını akla getirirken, bir Türk şairinin, dilin ateşi manasında da kullanabileceğini hiç akıl etmemektedirler. Farsça, âteş ve dil kelimeleriyle kurulmuş bir terkip (tamlama) olmasına rağmen, şairimizin bu terkipte Türkçedeki dil manasını da kastederek tevriyeli kullandığını görüyoruz.
Beyitte, kapıyı gıcırdatan sabah yelinin çıkardığı ses ile yapayalnız gönlünün ateşine yanan kimsesiz ve garip-garip türküler söyleyen şairin, kimsesizliğinin sesleri duyulur gibi olur. Beyit yalnızlığın resmini de çizmiştir. Sabah yeli ile gıcırdayan bir kapı… birileri gelsin diye bekleyen şairin hüzün dolu bekleyişi… şiirde resm edilir." Bâd-ı sabâ, sabah rüzgarı anlamındadır. Özge kelimesi Âzerî lehçesinde ‘başka’ anlamında bir kelimedir.
Gönlümün (ve dilimin ) ateşinden başka kimse bana yanmaz, üzülmez; sabah rüzgârından başka da kapımı açan kimse yoktur.
Bu beyitte şairin dil ateşi olarak hep yanık ve yalnızlık kokan Kerkük ezgilerinin / nağmelerinin yanık âhenklerini kastettiği de düşünülebilir. Şairin dilindeki ateş, bu yalnızlık ve gariplik mevzulu nağmelerdir.
Beyitte, sabah rüzgârının kapıyı açması hayâli (imajı-imgesi) hissedilir ve sesi duyulur gibi olmaktadır.
Ne yanar kimse, Ne çalar kimse ibarelerinde tekrir (tekrarlama) sanatından söz edilebilir. Ateş, yanmak ve dil arasında tenasüp ( uygunluk) vardır. [Gazelin tamamı ve tahlili için bkz. Şahamettin Kuzucular, http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/yazi/37-fuzulinin_bir_gazeli_inceleme_edebi_tenkit.html
***
Evet, “unutma” ve “unutulma” hadisesi, asrımızdaki korkunç boyutlarına hiçbir devirde ulaşmamıştır.
Yirminci ve yirmi birinci asrın gürültülü-patırtılı ve dağdağalı hayatı, en fena tesirini insan hafızasında gösterdi… Gerçekte marazî bir hal olan unutkanlık, çağın insanının âdeta mümeyyiz bir vasfı haline geldi! İnsanlar beyinlerinden vurulmuş, ne yapacağını şaşırmış gibi bir dalgınlığa itildi... Bu durum, insanın Allah’a ve cemiyete karşı vazifelerini ihmâlin de ötesinde, ona bizzat şahsiyetini ve şahsi menfaatlerini dahî unutturdu.
Unutkan insan, ekseriya hafiflikler yapmakta ve gülünç durumlara düşmektedir. Bu durumu resmeden bir ve halkımızın da dilinde dolaşan bir hikâyemiz şöyledir:
Meşhur birisinin hanımı, hazırladığı çorba için, kocasından bir limon almasını rica eder. Adam, limon almak için sokağa çıkınca yabancı bir ülkeye gitmek üzere olan bir arkadaşı ile karşılaşır ve bu seyahate katılmaya heveslenir. Formaliteleri kısa zamanda halledip yola çıkarlar. Zavallı hanım evde limon bekleye dursun, beyinden altı ay haber yok. Beyefendi kendisine bir meşgale bulmuş, ailesini çoktan unutmuştur. Nihayet bulunduğu yerde çevresi daralır, yapacağı bir iş kalmaz; o zaman yurdunu, ailesini hatırlar ve döner. Hiçbir şey olmamış gibi bakkaldan bir limon alıp evine girer, kadıncağız gülsem mi, ağlasam mı, diye şaşırır!!!
Şimdi kendi kendimize bir soralım:
Bindiği vasıtada eşyasını; çarşıda-pazarda, parkta çocuğunu; gurbette, yabancı ülkelerde ailesini, yakınlarını, hatta yurdunu unutanları gördükçe, bu hikâyeyi hatırlamamak mümkün mü?
Ya akşam yediğini sabah unutur gibi, verdiği sözü unutanlara, sözlerine sadık kalmayanlara ne diyeceğiz! Şüphesiz dostluğu-arkadaşlığı, akrabalığı, anayı-babayı, sıla-i rahmi unutmak, daha acı ve üzücü unutmalardır.
Ama bilinmelidir ki; unutmaların en kötüsü, Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diyen insanoğlu, kendine hayat veren, sayısız nimetlere gark eden Cenab-ı Rabbi’l-âlemîn’i unutuyor... Allah Teala’yı unutmak, bütün felaketlerin ve fenalıkların kaynağıdır. Çünkü Allah’ı unutan insan, hesap gününü, O’nun huzurunda ayıplarının ortaya çıkacağını da unutur. Allah’tan utanmayan ve bir hesap gününe inanmayan kimseyi, hiçbir şekilde zapt u rabt altına alamazsınız. Alacağınızı düşünüyorsanız, kendinizi aldatırsınız. Bun tipler bir bakıma gayesiz ve hedefsiz insanlardır. İnsan için gayesiz ve hedefsiz bir hayat ise, ya maddi ya da manevi intihar sebebidir. Neticesi başka değildir.
***
Meşhur sözümüzdür, bilirsiniz; "Unutursan unutulursun"...
Sen hayatın boyunca iyi şeyler yap, Rabbine kul, Rasûlüne ümmet, Allah dostlarına sâdık kal... Güzel eserler bırak, yüce dinimiz İslâm'ın tabiriyle "sadaka-i cariyeler"le süsle hayatını... Gene bu cümleden olarak çocuklarını sâlih ve sâliha kullar olarak iyi ve güzel ahlâk üzere yetiştir... Bak o zaman unutulur musun!
Unutulmazsın, merak etme.
Ne Rabbin nezdinde ne de kulları yanında... Zira sen unutmadın ki unutulasın... ama aksi olur, sen unutursan, elbette ki unutulursun. Hem de en çok hatırlanması / unutulmaması lazım gelen yerde… Nitekim bu hususu beyan eden Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki: “Kim beni zikirden / anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O; ‘Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’, der. (Allah Teala) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” [Tâhâ suresi, 124-25-26]
Mevlâmıza nâmütenâhi hamd ü senâlar ve şükürler olsun ki, unutmamanın ve hatırlamanın çaresini de göstermiştir bizlere... İşte o ayetler:
“Eğer şeytandan bir vesvese, bir gıcık gelirse hemen Allah'a sığın. Muhakkak ki Allah, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir. Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, durup düşünürler de derhal kendi basîretlerine sahip olurlar. Şeytanların kardeşlerine gelince, onlar öbürlerini sapıklığa sürüklerler, sonra da yakalarını bırakmazlar.” [A’raf suresi, 200-1-2]
***
Unutmanın bir nimet olduğu haller de vardır elbette...
Eğer devamlı gam-kasavet-keder-hüzün ve sıkıntı veren şeyleri unutmazsak, bu bir hastalık kaynağı olur.
Kezâ, hayatımızda fazla önemi olmayan şeylerin unutulması gerekir ki, yeni şeyler öğrenilsin, öğrenilebilsin...
Ayrıca başkalarına yaptığımız hayrı-hasenatı, iyilik ve ikramları da unutmamız tavsiye edilmiştir. Aksi halde bu kimseleri minnet altında bırakmış, kendimiz de riya ve süm’a tehlikesiyle yüzyüze kalmış oluruz. Bu ise mezmûmdur, kaçınılması gereken çirkin bir huydur. Nitekim Mevlâmız buyuruyor ki:
“Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halîmdir, yumuşak davranır”. [Bakara suresi, 263]
Ancak başkalarından gördüğümüz iyiliği unutmamak da tavsiye edilmiştir. Çünkü iyilik gördüğümüz bir insana teşekkür ettikçe Cenab-ı Hakk’ın sonsuz nimetlerini hatırlar ve ona devamlı şükretme ihtiyacını duyarız.
Unutmanın zıddı hatırlamadır ki, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde Allah Teala’nın nimetleri ve mühim hadiselerin unutulmaması, hatırlanması ihtar edilmektedir.
***
Rabbim cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed'i unutan-unutturulan ve unutulan talihsiz ve bedbaht zümrelerden eylemesin. İmandan, ibadetten-tâatten, zikir ve fikirden mahrum eylemesin. Neticede Cennet ve Cemâliyle şereflendirsin.