- Ayrıntılar
-
Kategori: Fıkıh
-
Gösterim: 5103
Halis ECE
Vakitler, Cenab-ı Hakk’ın ilahi birer nimeti olan namazlar için zahirî bir sebep ve namazı kullarına farz kıldığının bir alâmeti olduğu gibi, ezan da vaktin alâmetidir.
Ezan’ın lûgavi manası/sözlük anlamı “bildirmek”tir. Yani ezan i’lâmdır, bildirmedir. Gerçi aslında vakit de bir i’lâmdır, fakat seçkinlere... Ezan ise herkese i’lâmdır; avam-havas, ehassu’l-havas… O bakımdan Müslümana yakışan, vakit ile kendine gelmektir. Vakit ile kendine gelemeyeni ise ezan uyarır.
Fıkıh lisanında ezan, “Özel bir şekilde yapılan bildirim”in adıdır. Ezan okuyana da müezzin denir.
Namaz için ezan okumak vacip değilse de vacip kuvvetinde müekked bir sünnettir. Bir namaz vaktinin girdiği ezanla ilân edilir. Bir günde 5 vakit namaz vardır ve 5 defa ezan okunur.
***
Ezanın sahih/geçerli olmasının şartları
1. Kelimelerinin asli şekliyle yani Arapça olması,
2. Müslüman ve akıllı bir kimsenin okumasıdır.
Ezan şu mübarek kelimelerden meydana gelmiştir:
“Allâhü ekber Allâhü ekber. Allâhü ekber Allâhü ekber.
Eşhedü en lâ ilahe illallâh. Eşhedü en lâ ilahe illallâh.
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh.
Hayye ale’s-salâh. Hayye ale’s-salâh.
Hayye ale’l-felâh. Hayye ale’l-felâh.
Allâhü ekber Allâhü ekber. Lâ ilahe illallâh”
***
Ezanın okunuş şekli; yavaş yavaş, harfleri ve kelimeleri tane tane okumak, ikamette olduğu gibi acele etmemektir. Bütün vakitlerde okunan ezanlar aynıdır. Ancak sabah ezanında, “Hayye ale’l-felâh”dan sonra iki defa, namaz uykudan hayırlıdır anlamındaki “es-Salâtü hayrun mine'n-nevm” cümlesi ilave edilir.
İkamet de ezan gibidir. Ancak ikamette “Hayye ale’l-felâh”dan sonra iki defa “Kad kameti’s-salâh” denilir.
Ezan ve ikamet, normal zamanlarda ve yolculukta, farz namazları edada ve kazada erkeklere müekked bir sünnettir. Kadınların ise ezan ve ikamette bulunmaları mekruhtur. Vakit girmeden ezan okunmaz, okunursa tekrar edilir. Ezan, vakitlerin sünneti değil namazların sünnetidir. Onun için kaza namazlarına da ezan ve kaamet okumak sünnettir. Evde, işyerinde ve kırda namaz kılanların yalnız ikametle yetinmesi caizdir, çünkü mahallenin ve köyün ezanı onlar için de geçerlidir. Fakat ikameti terk edip yalnızca ezanla yetinmeleri mekruhtur. Câhillerin ve fâsıkların ezan okuması da mekruhtur. İyiyi kötüyü, yanlışı doğruyu ayırabilen (mümeyyiz) sabinin ezan okuması caizdir.
Biraz önce de belirttiğimiz üzere kadınlar ezan ve ikaamet okumazlar. Ezan ve ikaamette cümlelerin son kelimeleri cezimlidir. Yani son harflerinde durulur, harekelendirilmez. "Hayyeale's-salâti Hayyeale's-salâh" şeklinde değil, "Hayyeale's-salâh, Hayyeale's-salâh" diyerek her cümlenin sonu cezimli okunur. Tekbirlerde durulmayarak geçilmesi halinde ise “ra” harfi, “Allâhü ekberallâhü ekber” şeklinde meftuh/üstün okunur.
***
Ezan okunurken...
Ezan okunurken kişi; şayet namaz kılmıyor, hutbe okumuyor, hutbe dinlemiyor, derste ve yemekte de değil, bir ihtiyacını giderme (tuvalet) durumu da yok, (kadın) âdetli ve lohusa da değilse ezana icabet eder. Yani hürmetle dinler ve bu esnada tekbirleri, şehadetleri müezzinle birlikte aynen tekrar eder. Ancak ilk "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh" denilirken 'sallallahu aleyke yâ Rasûlallah' der. İkinci "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh" denilirken, 'Qarrat aynî bike yâ Rasûlallah' der ki, 'gözüm seninle rûşen / aydınlık / parlak olsun' mealindedir. Ve bunları derken baş parmaklarının tırnaklarını yahut şehadet parmaklarının uçlarının içini öperek gözlerine sürer ki, bu bir müstehaptır. (*) Bu ikamette yapılmaz. “Hayye ale’s-salâh ve Hayye ale’l-felâh”larda 4 kerre “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym” (1) der. (Sabah ezanındaki “es-Salâtü hayrun mine'n-evm” cümlesine karşılık, doğrusun hakikati-gerçeği söylüyorsun anlamında, “sadakte ve berirte” diyerek icabet eder.) Sonra, “Allâhü ekber Allâhü ekber Lâ ilahe illallâh” diyerek müezzinle birlikte bitirir ve ardından da şu duayı okur:
“Allâhümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t tâmmeti ves-salâti’l-kaaimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete vel-fazîlete veb’ashü mekaamen mahmûdeni'l-lezî veadtehû, inneke lâ tuhlifü’l-mîâd.” (2)
Manası: Allâh’ım! Ey bu dâvetin ve kılınmak üzere bulunan namazın Rabbi. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) vesîleyi ve fazileti ver. Onu kendisine va’detmiş olduğun Makâm-ı Mahmûd’a eriştir. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin. (3)
***
Sonuç olarak diyebiliriz ki;
Ezan-ı Muhammedî, İslâm’ın en büyük güzelliklerinden biridir. Bununla müezzin, bütün âleme karşı Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hak peygamber olduğunu ilan eder. Bütün insanları ebedi kurtuluşa ve saadete/mutluluğa çağırır.
Milli şairimiz ne de güzel söylemiş:
“Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
***
Kâbe üzerinde okunan ezân
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), öğle vakti girince, Ka‘be’nin üzerine çıkıp öğle ezanını okumasını Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) emretti...
Ebû Süfyan bin Harp, Attâb bin Esîd, Hâris bin Hişâm ve daha başkaları Ka‘be’nin yanında oturuyorlardı. Hz. Bilâl, sesini olanca gücüyle yükselterek ezan okumaya başladı. Kureyşliler’den bazıları, “Ey Allâh’ın kulları! Ka‘be’nin üzerinde ezan okumak, bu kara köleye mi düştü?!” dediler. Bazısı da, Allâh’ın hoş görmeyeceğini ve bu işi değiştireceğini söylediler. “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlüllah” şehâdetine geldiği zaman, Ebû Cehlin kızı Cüveyriye, “Hayatıma yemin ederim ki, Allah Muhammed’in şânını, nâmını yükseltti. Namazı kılarız amma, vallâhi, sevdiklerimizi öldürenleri, hiçbir zaman sevmeyeceğiz! Muhammed’e gelen peygamberlik, babama da gelmişti. Fakat o, bunu reddetmiş, kavmine aykırı davranmak istememişti” dedi.
Halid bin Esîd,
- Kim bu seslenen? diye sordu.
- Bilâl bin Rebah, dediler.
Diyalog şöyle devam etti:
- Ebû Bekir’in Habeşî kölesi mi?
- Evet.
- Nereden sesleniyor?
- Ka‘be’nin üzerinden!
- Onu Ka‘be’nin üzerine Ebû Talha oğulları mı çıkardı?
- Evet!
- O, neler söylüyor?
- “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh! Ve eşhedü enne Muhammede’r-Resûlüllah!” diyor.
Halid bin Esîd, “Şükürler olsun ki, Allah, babam Esîd’i öldürdü de, ona bugünü göstermemek, şu hoşlanmayacağı sesi işittirmemek lûtfunda bulundu!” dedi. Esîd, Mekke’nin fethinden bir gün önce ölmüştü.
Hâris bin Hişâm, “Vallâhi, onun hakikaten peygamber olduğunu bilseydim, muhakkak kendisine tâbi olurdum!” dedi. “Muhammed’in, putları adamlara nasıl kırdırdığını ve şu kara köleyi Ka‘be’nin üzerinde nasıl bağırttığını görmüyor musun?” denildiği zaman da, “Eğer Allah, böyle olmasını istemeseydi, elbette onu değiştirirdi! Vay benim başıma gelenlere!.. Keşke ben, şu günden önce ölseydim de, Ka‘be’nin üzerinde Bilâl’in anırdığını işitmeseydim!” dedi.
Hakem b. Ebi’l-Âs, “Vallâhi bu büyük bir hâdisedir! Benî Cümahlar’ın kölesi çıksın da, Ebû Talhalara ait Beytullah üzerinde anırsın? Olur şey değil!” dedi.
Süheyl bin Amr da dedi ki: “Eğer Allah buna gadaplanırsa, muhakkak onu değiştirir. Eğer buna râzı olursa, onu yerleştirir!”
Ebû Süfyan bin Harp ise, “Ben bir şey söylemeyeceğim. Şayet bir şey söyleyecek olursam, şu kumlar, söylediğimi Muhammed’e haber verirler!” dedi. Nitekim Cebrâil aleyhisselâm da gelip, bunların söylediklerini Peygamberimiz’e (s.a.v.) haber verdi. Resûlüllah Efendimiz onların yanına varıp başlarına dikildi ve “Ben sizin söylediklerinizi biliyorum! Ey filan! Sen şöyle söyledin! Ey filan! Sen şöyle söyledin! Ey filan! Sen de şöyle söyledin!” buyurarak, onların konuştuklarını kendilerine birer birer haber verdi.
Ebû Süfyan, “Yâ Resûlellah! İyi ki ben bir şey söylemedim!” dedi. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti...
Hâris bin Hişam ile Attâb bin Esîd, “Biz şehâdet ederiz ki, sen Resûlüllah’sın! Çünkü, vallâhi bu söylediklerimize, yanımızdakilerden başka hiç kimse vâkıf değildi. Konuştuklarımız sana, herhalde Allah tarafından haber verilmiştir” dediler.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), öğle namazını kıldıktan sonra Ka‘be çevresindeki bütün putların bir araya toplanarak ateşe verilip yakılmasını, kırılacak olanların da kırılmasını emretti ve emri yerine getirildi.
Fudâle bin Umeyr, bu hususta söylediği şiirinde (mealen) şöyle demiştir:
“Sen, Mekke’nin fethinde putları kırdıkları gün, Muhammed’i ve ordusunu bir göreydin!.. Allâh’ın nûrunun nasıl parladığını; şirk ve küfrün yüzünü, karanlıkların nasıl bürüdüğünü de görürdün!”(4)
DİPNOTLAR
(*) Gülzar-ı Aşk’tan ‘baş parmakların tırnaklarını veya şehadet parmaklarının uçlarının içini öperek gözlere sürme’ sünnetiyle alakalı çok hoş bir menkabe:
Osmanizâde Hüseyin Vassaf Bey, Mevlid Şerhi / Gülzar-ı Aşk isimli muzzam ve mufassal eserinde gözümüzün nûrunu daha fazla artırmaya vesîle olan parmak ve tırnak öpme meselesini dinî kaynaklara dayanarak ve nev'i-şahsına münhasır üslûbiyle şöyle izah ediyor:
"Efendiler Efendisi (s.a.v.), Muharrem ayının onuncu günü Mescide giriyor. Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) hizasına oturuyor. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müezzini Bilâl-i Habeşî (r.a.) büyük bir huşû içinde ezan okumaya başlıyor. 'Eşhedü enne Muhammede' r-Rasûlullah!' a gelince Ebû Bekir (r.a.) baş parmaklarının tırnaklarını öpüyor, gözlerinin üzerine koyuyor ve 'Gözümün nûrusun yâ Rasûlallah!' diyor. Hz. Bilâl (r.a.) ezanı bitirince Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir'e dönüyor ve 'Kim senin yaptığını yaparsa; Allah onun ister yeni, ister eski, ister kasıtlı, ister hatalı olsun bütün günahlarını bağışlar!' müjdesini veriyor."
Kaleme aldığı vasıflı eserleriyle irfan dünyamıza büyük katkıda bulunan Hüseyin Vassaf merhum, mevzuya açıklık getirmek için ilk peygambere atamız Adem aleyhisselâma kadar gidiyor ve şunları söylüyor:
"Hazreti Adem (a.s.) Cennet’teyken Rasûl-i Kibriya Efendimizle (s.a.v.) buluşmayı arzu ediyor. Cenab-ı Hak celle ve alâ kendisine 'O senin sulbündendir ve âhir zamanda ortaya çıkacaktır!' diye ilham ediyor. Ona parmaklarının üzerinde Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yüzünü gösteriyor. Hz. Âdem aynada görür gibi görüyor. Baş parmaklarının tırnaklarını öpüp gözüne sürüyor. Bunun üzerine bu davranış, zürriyeti için müstehap / güzel bir amel oluyor. Cebrail aleyhisselâm bu kıssayı anlattığı zaman Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) 'Kim ezan okunurken benim adımı duyar da baş parmaklarının tırnaklarını gözlerine sürerse hiçbir zaman kederlenmez!' buyuruyor." [A.g.e. ve m. Derleyenler: Dr. Mustafa Tatlıcı, Dr. Musa Yıldız, Kaplan üstüner, H Yayınları]
(1) Manası: “Günahtan dönmek ve ibadetegüç bulmak ancak Allâh’ın lûtfu ile olur.”
(2) Bkz. Bilmen, Ömen Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, s. 142, md. 19-20-21; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar, Trc. Ahmet Davudoğlu, 1, 398, Şamil Yay. İstanbul 1982, Ezan bahsi.
(3) Eserlerde, vesîle’nin de fazilet’in de Cennet'te yüksek birer makam, Makâm-ı Mahmûd’un ise, en büyük şefaat makamı olduğu ifade edilmiştir.
(4) Ebû’l-Münzir Hişâmü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Esnâm, s. 31.
* * * * *
Tarihte kapkara bir dönemin sonu
Yeni Şafak, 14.06.2014 Cumartesi
Ali Dikici'nin ulaştığı Emniyet Genel Müdürlüğü arşivindeki belgeler o yıllarda yaşananları gözler önüne seriyor.
"Tanrı uludur, tanrı uludur"
1932'den 1950'ye kadar Türkiye'deki camilerin minarelerinde namaz çağrısı Türkçe yapıldı. Arapça ezanın yasaklanması, Cumhuriyet'in ilk yıllarında din ve devlet işlerinin ayrılması yolunda atılan 'dinde reform' arasında sayılabilecek adımlardan biriydi. Türkçe ezan uygulaması sırasında yaşanan tartışma ve sıkıntılar, yasağın kalkmasıyla da sona ermedi, gündemde kalmaya devam etti. Konu siyasetçilere münakaşa ve propaganda malzemesi oldu.
Kısacası; ara dönemler ve askeri darbe dönemlerinde bolca kullanılan bir 'cephane malzemesi' işlevi gören bu yasağın kaldırılmasının artçı sarsıntıları günümüzde hala var olmaya devam ediyor. Günümüzde hala devam ediyorsa acaba o yıllarda neler yaşandı? Toplum ne reaksiyon göstermişti, yasağa karşı çıkanlar nasıl cezalandırılmıştı? Ali Dikici, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün arşivindeki resmi belgeler ve basında yer alan haberler ışığında bu soruların yanıtını veriyor.
Kitlesel ilk tepki Bursa'dan
Türkçe ezan ilk kez 1932 yılının şubat ayında okundu. Mesele, 18 Temmuz 1932'de resmiyet kazandı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, fetva mahiyetindeki 636 sayılı genelgesiyle ezan ve kametin Arapça okunması yasaklandı. Yasaklar çok sıkı bir şekilde denetlendi ve Arapça okumakta ısrar edenler hakkında soruşturma açıldı.
Türkçe ezan-kamet uygulaması, ülke çapında hoşnutsuzlukla karşılandı. Dikici bu tepkinin kaynağına ilişkin şu tespitlerde bulunuyor: 'Tepki ve direnç Arapçanın Hz. Peygamber'in (sav) ve Kur'an'ın dili olmasından, dolayısıyla ibadet dilinin de Arapça olması gerektiğine inanılmasından kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle uygulama, halkın devrimlere ve devrim yasalarına karşı fiilî tavır gösterdiği hususlardan biri oldu.'
Ali Dikici 'Yasağa karşı tepkiler daha Atatürk hayattayken başladı. Özellikle güvenlik güçlerinin kontrolünden uzakta bulunan kırsal kesimde halk, muhtelif zamanlarda bu yasağı çiğnemiş ve Arapça ezan okumakta ısrar etmişti. Propagandayı aşan ve eyleme dönüşen ilk ve tek kitlesel hareket, Bursa'da yaşandı' diyor ve şöyle devam ediyor: 'Bursa hadisesi ve yaşanan diğer olaylara rağmen hükümet Türkçe ezan konusunda geri adım atmadı, hatta uygulama peyderpey yaygınlaştırıldı. Hükümet hassasiyetini artırarak kasıtlı davrananları takip etmeye ve tavizsiz olarak haklarında yasal işlem yapmaya başladı.
Bu kapsamda İzmir'in Kahramanlar Mahallesi'nde, 5 Şubat 1933'te Arapça ezan okuyan müezzin Ömer Efendi ile yine aynı camide 8 Şubat günü Arapça ezan okuduğu görülen Mustafa Avni Efendi, tutuklandı. 15 Şubat'ta Biga'da Arapça ezan okuyan müezzin Mahmut ve bir başka müezzini Arapça ezan okumaya 'tahrik eden' imam Hacı Mehmet Efendi tutuklandı.'
Birer yıl ağır hapsine...
Ali Dikici'nin araştırmasına göre Emniyet Genel Müdürlüğü'nün arşiv kayıtlarında ve basın organlarında yasağı çiğneyenler hakkında yapılan işlemlerle ilgili birçok örneğe rastlamak mümkün. Dikici şu örnekleri veriyor: 'Hükümet, Türkçe ezan okumayanlar hakkında takibat başlatarak ilgilileri yargıya sevk ediyordu. İzmir ve Salihli'de Türkçe ezan okumamakta direnen dört imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye çıkarıldı. Arapça ezan okumakta ısrar eden ve buna dair savcılığa dilekçe veren Trabzon Çarşı Meydanı ve Ortahisar camilerinin müezzinleri Hamdi, Musa ve Halil Efendi isimli üç din görevlisi tutuklandı.
Çorum'da bayram namazından sonra Arapça ezan okuyan bir vatandaş ağır ceza mahkemesinde yargılandı! Neticede beraat etti ancak yanındaki arkadaşlarının Türk Ceza Kanunu'nun 163. ve 173. maddelerine göre birer yıl müddetle ağır hapsine ve o kadar müddetle 'emniyet-i umumiye' nezareti altında tutulmalarına karar verildi.'
Atatürk'ün ölümünden sonra Arapça ezan yasağıyla ilgili sorunlar artınca, 1941 yılında yasal bir düzenleme yapıldı. Arapça ezan ve kamet okumaya devam edenler 'Kamu düzenini sağlamaya yönelik emirlere aykırılık' suçundan cezalandırılıyordu. 2 Haziran 1941'de, 4055 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerini değiştiren kanunla Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesinin ikinci fıkrasına 'Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif hapis, 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılırlar' maddesi eklenerek yasağın cezai yaptırımı belli oldu. Buna göre görev dışı dahil herhangi bir yerde Arapça ezan okuyanlar da cezalandırılacaktı.
Ali Dikici, tüm bu yaptırımlara karşın güvenlik güçlerinin ulaşmakta zorluk çektiği yerlerde yasağın delindiğini söylüyor: 'Örneğin 1945 yılında Doğu illerinde teftişte bulunan bir polis müfettişi, Bingöl'deki köylerde hala Arapça ezan okunduğunu söylemektedir. Benzer bir durum, dönemin bir tanığı tarafından 'Köyde eski Türkçe [Arapça] ezan okurlardı. Böyle Allahüekber, Allahüekber... Eski Türkçe ezan okumak yasaktı o zamanlar. Ezan zamanı, jandarmalar gelirdi ki bakalım bunlar nasıl okuyorlar ezanı diye. Jandarmaları gördükleri zaman bizimkiler yeni ezanları okurlardı, 'Tanrı uludur, Tanrı uludur' diye' şeklinde dile getirilmekteydi.'
Yasağın kaldırılmasının üzerinden 64 yıl geçti ama 18 yıllık süren bu uygulamanın tartışmaları hala sürdürülüyor. Dikici bu durumu şöyle yorumluyor: 'Türkçe ezan uygulaması sırasında yaşanan tartışma ve sıkıntılar yasağın kalkmasıyla da sona ermedi, gündemde kalmaya devam etti. Konu siyasetçilere münakaşa ve propaganda malzemesi oldu.
Türkçe ezan taraftarları ezanın Türkçe okunmasıyla dinin elden gitmediğine, bunun bir 'dil sorunu' olduğuna ve ezanın Türkçe okunmasıyla halkın ibadetlerini daha bir istekle yapacağına karşı tarafı ikna etmeye çalışırken, Türkçe ezana karşı çıkan kesim de bunun bir dil meselesi olmadığını ve doğrudan dine bir müdahale olduğunu ileri sürmektedir.'