Halis ECE
Öncelikle belirtelim ki İslâm fıkhında, “büyük hades”ten maksat; cünüplük, hayız veya nifas hâlidir.
Ehl-i Sünnet mezheplerine göre, küçük hadesle (abdestsiz iken) haram ve yasak olan şeyler, büyük hadesle de yasaktır. Ayrıca bunlara ilave olarak büyük hadesliye, Kur’an okumak ve mescide girmek de haramdır. Mezheplerdeki geniş açıklamalara göre hüküm budur; yani cünüp, hayızlı veya nifaslı olan kimseye, Kur’an okumak ve zarûret dışında mescide girmek câiz olmaz.
Soru hanımlardan geldiği ve “âdetli ve lohusa iken Kur’an okuyup okuyamamak”la ilgili bulunduğu için, evvela bu hallerde haram olan hususları kısaca maddeler halinde sıralayıp, sonra da ana meseleyi dört mezhebe göre ele almaya çalışacağız.
Hayız ve nifas halinde, Müslüman bir kadına, aşağıda belirtilen 8 şey haramdır:
1. Namaz kılmak.
2. Oruç tutmak.
3. Kur’an’dan âyet okumak.
4. Kur’an’dan bir âyete dokunmak.
5. Camiye girmek.
6. Ka‘be’yi tavaf etmek.
7. Zevciyet muâmelesinde (cinsel ilişkide) bulunmak.
8. Kocası, kadının diz kapağı ile göbeği arasında kalan kısmından perdesiz olarak –şehvetsiz de olsa– faydalanmak.
Hâsılı, bütün bunlar âdet ve lohusalık durumunda olan hanımlara yasaktır.
***
Dört mezhebin görüşleri…
Şimdi de gelelim 3’üncü maddeyle ilgili açıklamaya…
Şâfîlere göre, eğer tilâvetini kastederse (Kur’an okumak niyetiyle) bir harf dahi olsa, Kur’an okumak cünüp olan kimseye haramdır. Şayet zikir niyetiyle okur veya lisanından kasıtsız olarak çıkarsa haram olmaz. Mesela yemek için “Besmele” çekmesi, vasıtaya binerken “Bismillâhi mecrâhê ve mürsêhê inne Rabbî le-ğafûru’r-rahîm”(1) i okuması gibi.
Hanbelîlere göre büyük abdestsizlik üzere olan kimse, özürsüz olarak kısa bir âyetten daha az veya uzun âyetten onun kadarını okuması mubah olur. Bundan daha fazlasını okuması haramdır. Yemek yerken “Besmele” çekmesi gibi Kur’an lafzına uyan bir zikri okuması, bineğe binerken, “Sübhânellezî sehhare lenâ hâzâ vemâ künnâ lehû mukrinîn”(2) demesi câiz olur. Cünüp, hayızlı ve kanın inmesi halinde nifaslı, mescidi kirletmekten emin olursa, mescitte yürümesi ve orada beklemeksizin gidip gelmesi câizdir. Ayrıca cünübün, zarûret olmasa bile, mescitte abdestli olarak beklemesi de câizdir. Hayızlı ve nifaslı olan kadınların ise, -abdest almak suretiyle de olsa- orada bekleyip kalmaları câiz olmaz; fakat kan kesildiği zaman câiz olur.
Mâlikîler’e göre cünüp halde Kur’an okumak câiz değildir. Ancak azıcık olduğu, yahut korunmak ya da delil göstermek maksadiyle câiz olur. Âdetli veya lohusa kadınların, kanın inmesi hâlinde, ister önceden cünüplük olsun ister olmasın, Kur’an okumaları câizdir. Kan kesildikten sonra ise, gusletmeden önce Kur’an okumaları helâl olmaz... Bu durumda onların Mushafa el sürmeleri veya onu yazmaları ise, sadece öğrenmek ve öğretmek için câizdir.
Hanefîlere gelince; onlara göre cünüp bir kimsenin Kur’an okuması haramdır. Delilleri, “Hayızlı ve cünüp olan kimse, Kur’an’dan hiçbir şey okumasın”(3) hadîs-i şerifidir. Ancak muallim (öğretici) olduğu takdirde, talebeye, kelime aralarını ayırmak suretiyle telkin edip öğretmesi câiz olur. Kezâ, hayırlı ve önemli işlere de “Besmele” ile başlaması, dua yahut hamd ve senâ maksadiyle kısa bir âyet okuması da câizdir. Meselâ Fâtiha-i şerîfeyi ve içinde duâ mânâsı bulunan bir âyeti Kur’an okumak niyetiyle değil de, duâ niyetiyle okuyabilir, zikir ve tesbihte bulunabilir. Bu hususlarda âdetli ve lohusa kadınların hükmü de cünüp olan kimsenin hükmü gibidir.(4)
Âdetli veya lohusa olan kadın, ifraz ettiği mayiden dolayı tam bir temizlik hâlinde değildir. Cenâb-ı Hakk’ın mânevî huzuruna kabul edilebilmek ve mukaddes ma‘bûdumuzun mübârek âyetlerini okuyup elde tutabilmek için, tam bir tahâret ve nezâfet hâlinde bulunmak lâzımdır. Onun içindir ki, bu haldeki bir kadına namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerim’i okumak, elde tutmak câiz olmaz. Bir diğer bakımdan da, böyle bir kadın, bir nevi hastadır, istirahate muhtaçtır... Şer‘-i şerifin tâyin ettiği hükümlerde, kim bilir, daha nice sebepler ve hikmetler vardır. Bizim vazifemiz ise, bu hükümlere riâyet etmekten başka bir şey olamaz.(5)
***
Ehl-i Sünnet mezhepleri arasındaki ictihatların isabet derecesine gelince… Bu noktada dilerseniz sözü hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerine bırakalım, onu dinleyelim:
Hanefî mezhebi ve diğerleri…
“Hz. Îsâ’nın (a.s.) nüzûlünden (yeryüzüne inişinden) sonra dahi, bu şerîatin neshi câiz olmaz, hükmü kalkmaz. Çünkü, o da Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in şerîatına ve sünnetine tâbi olacaktır. Zâhir âlimler, me’hazin (kaynağın) derinliğinden ve işin tam mânâsı ile inceliğinden dolayı Îsâ aleyhisselâmın ictihâdını inkâra yeltenirler. Onun ictihadlarının Kur’ân'a ve sünnete muhâlif olduğunu zannederler. Oysa ictihad meselesinde Hz. Îsâ (a.s.), İmâm-ı A‘zâm-ı Kûfî (rh.) gibidir.
“İmâm-ı A‘zâm hazretleri, vera‘ (şüphelilerden dahi kaçınmak) ve takvâ sahibi olmak bereketi, sünnete tebaiyyet devleti (tâbi olma, uyma şeref ve rütbesi) ile ictihadda ve hüküm istinbat etmekte öyle yüksek bir dereceye nâil olmuştur ki; diğerleri, onu anlamaktan bile âcizdirler. Mânâların derinlik ve inceliğinden ötürü, onun ictihadlarını Kur’ân'a ve hadîse muhâlif saymışlar, onu ve arkadaşlarını re’y sahibi zannetmişler (kendi görüşlerine göre hareket ettiğini sanmışlardır).
“Bütün bunlar, Ebû Hanîfe hazretlerinin ilmî dirâyetinin hakikatine ulaşamamaktan ve onun anlayışına, firâsetine muttali‘ olamamaktan ileri gelmektedir. Ama İmâm Şâfiî hazretlerini, o türlü isnadları yapanlardan ayırmak gerek... Zira o, İmâm-ı A‘zâm hazretlerinin fıkhî inceliğinden bir nebze görmüş ve bunun için de şöyle demiştir:
“Bütün insanlar, fıkıhta Ebû Hanîfe'nin iyâlidir…’
“Yazıklar olsun diğerlerine ki, (onun kendi görüşünü öne çıkarıp hadis üzerine tercih ettiğini iddia etmişler) böyle bir cür’ete kalkışıp kendi kusurlarını başkalarına isnat etmişlerdir!
Bir şiir meali:
Ayıplarsa kusurlu biri bilmeden onları;
Kem sözlerden berîdir hep onların sâhaları…
Kırabilir mi hiç o zinciri hîlekâr tilki;
Bağlanmıştır onlarla dünyanın tüm aslanları...
“Hâce Muhammed Parsâ (k.s.), Fusûl-i Sitte'de şöyle demiştir:
“Yeryüzüne indikten sonra Hz. Îsâ (a.s.), Ebû Hanîfe'nin mezhebi üzere amel edecektir.’
“Mümkündür ki bu cümle, yukarıda da anlatıldığı gibi, Îsâ aleyhisselâm ile İmâm-ı A‘zâm hazretlerinin (ictihadlarının isabette) benzerliği dolayısiyle söylenmiştir. Yani Hz. Îsâ'nın ictihâdı, İmâm-ı A‘zâm hazretlerinin ictihâdına muvâfık olacak; ama onu taklid etmeyecektir. Zira onun şânı, ümmet ulemâsını taklid etmekten yana yücedir...”(6)
“Hiçbir tekellüf (zorlanma) ve taassup şâibesi olmaksızın deriz ki;
“Hanefî mezhebinin nûrâniyeti, keşfe dayalı nazarda, bir okyanus gibi, diğer mezhepler ise, havuzlar ve kanallar gibi görülmektedir. Yine zâhirde mülâhaza edildiğinde görülecektir ki, Ehl-i İslâm'dan sevâd-ı a‘zam (en büyük topluluk), Ebû Hanîfe'nin (rh.) mezhebine tâbi olmuşlardır. Binâenaleyh, bu mezhebin mensupları hem kalabalıktır, hem de usûlde ve füru‘da (yani gerek iman ve i‘tikat esaslarında, gerekse ibâdet ve amelle alâkalı meselelerde) diğer mezheplerden ayrı bir yere sahiptir...
“İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe (rh.), sünnete uymakta hepsinden öndedir. Nitekim mürsel hadisleri(7) bile, müsned hadisler(8) gibi i‘tikad edip, onlara uymayı daha lâyık görür ve kendi görüşüne takdim eder.
“Kezâ ashâb, Hayru'l-beşer Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in sohbetine nâil oldukları için, onların sözlerini de, kendi görüşünden önde bilir. Ama diğerleri böyle değildir. Vaziyet anlatıldığı gibi olmasına rağmen muhâlifleri, onun sadece ashâb-ı re’y olduğunu (yani görüş sahibi olup kendi görüşlerine itibar ettiğini, onları öne çıkardığını) zannederek, kendisine edep dışı laflar sarf ederler… Halbuki onun ilimdeki kemâlini, vera‘ ve takvâsının ziyadeliğini de itiraf etmektedirler. Allah Teâlâ, onlara muvaffâkiyet ihsân eylesin de, dînin ve ehl-i İslâm'ın Sevâd-ı a‘zamının reisine eziyet etmesinler...
“Bu büyüklere, ‘sahib-i re’y’ diyenler, onların kendi görüşlerine göre hüküm verdiğine, Kur’ân'a ve hadîse tâbi olmadıklarına inanıyorlar. Bunların bozuk itikatlarına göre, Sevâd-ı a‘zam (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e mensup Müslümanlar) da dalâlette kalan bid‘atçilerdir; hatta İslâm zümresinin de hâricindedirler. Halbuki onlar hakkında böyle bir i‘tikad besleyen bir kimse, öylesine câhildir ki; kendi cehâletinden bile haberi yoktur; yahut da, zındıklığından dolayı dînin yarısını iptâle çalışıyor demektir. Bu kimsenin cehâleti o derece büyüktür ki; sadece sayılı hadisler toplamış, şerîat hükümlerini de ancak onlara inhisar ettiriyor. Bildiğinin dışında kalanları ise nefyedip kendince sâbit olmayanı atıyor.
Şiir meali:
O ki saklanıp kalmıştır taş içerisinde;
Başka ne yer vardır, ne de semâ kendisine…
“Binlerce kere yazıklar olsun onlara, soğuk taassuplarına ve bozuk nazarlarına… Zira fıkhın bânisi Ebû Hanîfe'dir. Fıkhın dörtte üçü ona bırakılmıştır. Diğerlerinin ortaklığı (fıkıhtaki nasîbi) ise, kalan dörtte birdedir. O, fıkıhta hâne sâhibidir; öbürleri de tamamen onun iyâlidir.
“Fakîr (İmâm-ı Rabbânî k.s.), bu mezhebi tutmakla beraber, İmâm Şâfiî'ye de zâtî muhabbetim vardır. Büyüklüğüne inanır, bazı nâfile ibâdetlerde onu taklid ederim. Ama ne yapabilirim ki; ilminin bolluğu, takvâsının kemâli ile Ebû Hanîfe'nin yanında diğerlerini çocuklar gibi bulmaktayım...”(9)
***
Peki, bugün yeni ve farklı ictihatlarda (!) bulunamaz mıyız? Ya da ictihat kapısı açık mı, kapalı mı? Gelin bu soruların cevabını da Necip Fazıl’dan dinleyelim:
“Bir konferansımda bana sordular:
− Devrimizde ictihad kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?
Şu cevabı verdim:
− Devrimizde ve her devirde ictihad kapısı ardına kadar açıktır. Nebî ve Resûl gelmeyeceği mutlak... Fakat müctehid gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcut değil. Şu kadar ki, imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta, o âlemin istediği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüştür. Nebî ve Resûl gönderilmesine muhâl, yeni müctehidler gelmesine de imkânsız demek doğru olur. Öyle bir ‘imkânsız’ ki, mücerrette mümkün, fakat müşahhasta kabil değil... Cins atların atladığı, meselâ 2 metre yüksekliğinde bir engel düşünün. O atlar geldi, geçti ve gitti. Nesillerse Arap atı yerine atlı karınca derecesinde küçüldü. Atlamak serbest, ama kim atlayacak?.. Hoş, atlasa da öbürlerinden farklı ne görecek ve ne getirebilecek?..
Demek ki, hem gerektirdiği şartlar, hem esasen getirdiği şartlar ve hem de esasen getirilmesi gereken şeylerin tamamlanmış olması bakımından, apaçık ictihad kapısı yeni bir geçişe sımsıkı kapalıdır. Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekân tecellîlerine karşı ancak şerîat bütününden zerre fedâ etmeyen büyük ‘mütefekkirler’ gelebilir....
Düşününüz ki, bir asrın değil, on asırlık yekpâre bir zaman blokunun yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri, derecede belki bütün hak mezhep müctehidlerinden üstün olduğu halde Hanefî mezhebindendi, bin yıllık yenileyiciliğini (müceddidliğini) bu mezhep üzerine binâ etmişti ve kabul ettiği temelle üzerine kurduğu binâ arasında en küçük ihtilâf pürüzü yoktu.
Konferansımda söylediğim bu sözlerin, ‘ictihad’ meselesini en açık ifadeyle çerçevelediği zannındayım.”(10)
***
Netice:
Bütün bu hüküm ve açıklamaları görüp öğrendikten sonra, dinine bağlı bir Müslümanın yapması gereken şey; mensubu bulunduğu mezhebin görüşlerine tâbi olmaktır. Yoksa kendi kafasına göre –zamane müctehitleri gibi- ictihadlar (!) ortaya koymak değil. Zira mukallidin muayyen bir mezhebe bağlanması, hiçbir hususta gerek bütün halinde gerekse bazı meselelerde ondan ayrılmaması farzdır. “Telfîk-ı mezâhib”(11) câiz değildir. Diğer mezheplerden, ancak zarûret hallerinde, telfîk’a kaçmamak kaydıyla istifade edilebilir. Aslolan, kişinin kendi mezhebinin ictihatlarına uymak, mensubu bulunduğu mezhebe tâbi olmaktır.
“Kitap ve Sünnet’in îcabına göre inanmak (Müslüman olabilmek için) nasıl zarûri ise, müctehid imamların onlardan istinbat ve istihraç ettiği (Kur’an ve hadislerden çıkartıp ortaya koyduğu) hükümlerin gereğince amel etmek de zarûridir. Hâl böyle olunca; helâl-haram, farz-vâcip, sünnet-müstehap gibi hükümleri bilmek de aynı şekilde zarûri olmaktadır.
“Müctehidlere uymak durumunda olan bir kimsenin, Kur’an ve hadisten, müctehidin görüşüne aykırı olarak hükümler çıkartıp alması ve onunla amel etmesi câiz değildir. (Mukallid bir Müslüman için) münasip olan; kendisinin, tâbi olarak taklid ettiği mezhebinin müctehidi tarafından ihtiyar edilen (seçilip alınan) kavil ile amel etmeyi tercih etmektir.”(12)
DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 11/41. Meali: “Onun yüzüp gitmesi de (yürüyüp yol alması da), durması da Allâh’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabb’in çok bağışlayan, çok rahmet edendir.”
(2) Kur’ân-ı Kerim, Zuhruf sûresi, 43/13. Meali: “Bunu bize râm edeni (boyun eğdirip bizim hizmetimize veren Allâh’ı), noksan sıfatlardan tenzih, kemâl sıfatlarla takdis ederiz. Yoksa biz ona güç yetiremezdik.”
(3) Tirmizî, Sünen, 1, 236; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, 2, 368.
(4) Kitâbü’l-Fıkhi ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, Kitâbü’t-Tahâre (Terc.) 1, 107-110; Mehmed Zihnî Efendi, Nimet-i İslâm, 177-181.
(5) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul, 1966, s. 73-74, m. 131.
(6) el-Mektûbât, Imâm-i Rabbânî, 2, 55.
(7) Senedinde, sahâbenin adı anılmaksızın rivâyet edilen ve bu yüzden muttasıl olmayan hadislere “mürsel hadis” denilir. Meselâ; Resûlüllah Efendimizi görüp dinleme fırsatı bulunmadığı için, ondan hadis duyması imkânsız olan Tâbiîn’den bir zâtın veya Peygamberimizin vefatı esnasında çok küçük yaşta bulunan bir sahâbînin, “Resûlüllah (s.a.v.) şöyle dedi, şöyle yaptı...” üslûbiyle rivâyet ettiği hadis “mürsel”dir.
(8) Resûlüllah’a (s.a.v.) varıncaya kadar senedinde hiçbir kopma, atlama bulunmayan hadislere “müsned hadisler” denir.
(9) el-Mektûbât, Imâm-i Rabbânî, 2, 55.
(10) Doğru Yolun Sapık Kolları, İstanbul 1973, s. 98-99.
(11) Telfik; birleştirme, toplayıp bir araya getirme demektir. "Telfîk-ı mezâhib" ise fıkıh lisanında, bir mesele veya amelde birkaç müctehidin re’yini (görüşlerini) birleştirerek taklid etmek mânâsınadır. Bu hususta farklı görüşler olmakla birlikte iyi niyetli Müslümanların, ihtiyaç ve zarûret hallerinde telfik durumuna düşmeden diğer mezheplerden de istifade etmesi, onların görüşüne uyması caizdir. Ekseriyetin görüşü budur. Zaman zaman ihtiyaç hissedildikçe de yapılagelmiştir. Yasaklanan telfik ise, bir mevzûda farklı mezheplere ait müctehidlerin ileri sürdükleri şartlardan işine geleceği biçimde seçme yapılarak meydana getirilen birleştirmedir. Kasıtlı ve art niyete dayalı böyle bir toplama caiz görülmemiştir.
(12) el-Mektûbât, Imâm-i Rabbânî, 1, 286.