Halis ECE
“Modern toplumlar”da insan, kendi ismiyle yalnız başına bırakılmıştır. Kendi ismi artık onu tanıtmaya yetmez.
Fert; cemiyet içinde sıra no., sicil no., kayıt no., diploma no., kod no. gibi referans bilgileriyle yeri belirlenen bir eleman olmuştur.
İnsanın, tabiî olmayan bu çeşit kodlamalarla, aynen lojistik bir malzeme (herhangi bir askerî harekâtta yol, haberleşme ikmâl gibi hizmetleri sağlayan eşya) gibi belirlenmesi “çağdaş” Batı kültürünün ekonomi ve matematiğe dayalı mantığına çok da uygun düşmektedir.
Böylece insanlar, cemiyet içinde semereli (verimli-başarılı) oldukları sâhalara yönlendirilmekte ve eserleriyle değerlendirilmektedir.
Ferdin bir dizi kod numaraları dışında hakiki şahsiyeti ise, ismiyle birlikte sanki “ke-en lem-yekün (hiç yokmuş gibi)” sayılmıştır. Bu da insanın, kendine ve cemiyete yabancılaşmasının bir işâretidir. Halbuki Osmanlı-İslâm kültüründe isim müessesesi, yakın çevreden başlayarak ferdi cemiyete bağlar, onu tanıtır, yabancılaşmayı ortadan kaldırırdı.
***
Klasik kültürümüzde isimler, âdeta kategorik (şüpheye meydan vermeyen, kesin, açık) bilgileri içine alan düzenli bir fihrist (liste, indeks) meydana getirirdi. Bu fihrist içindeki unsurların bir kısmı sâbitti ve ömür boyu değişmezdi... Bir kısmı da kendiliğinden tabiî biçimde veya isim sahibinin dileğiyle değişebilirdi.
Sâbit olan unsurların bazıları, ferdin seçimine bağlı değillerdi. Kategorik isim indeksinin en mühim unsuru, günlük hayatta “ad” dediğimiz “isim veya alem”, ebeveyn tarafından seçilir ve değişmezdi. Bu, ferdin büyük âile içinde imtiyaz faktörü idi. Ancak ismin, kompozisyonun diğer unsurlarıyla birlikte her zaman kullanılması gerekmezdi.
Bir diğer “değiştirilemez” kısım da “ibn (oğlu)” ve “bint (kızı)” kelimeleriyle belirlenen ve “isim”den sonra kullanılan “neseb (soydan geliş)” kısmı idi. Buna karşı “ebû (baba)” veya “ümm (anne)” ile bir başka “ism”in birleşerek meydana getirdikleri “künye” kısmı, “isim”den önce geliyor ve diğer bilgilere lüzum kalmadan yalnız başına da kişiyi belirleyebiliyordu: Ebû Bekir, Ebû Hanîfe, Ebû’l-Fâruk gibi... Bu kısım, tabiî olarak zaman içinde değişebiliyordu.
“Lakab ve nisbet” bilgileri de isteyerek veya tabiî olarak değişebilme imkânına sahipti. Meselâ et-Tavîl (uzun), Leng (aksak-topal), Peçevî (Peç’li) gibi. Çoğu kez zamanla lakab’lar ism’in yerini alırlar ve yalnız başına kullanılırlardı.
“Mansıb, uhde, mertebe ve ünvanlar” kategorisindeki “bilgi-isimler”, hitab ile lakab’dan farklıdır. Çünkü nezâket îcâbı kullanılan ve i‘tibârî benzetmelere dayanan şeref ünvanı ek isimler değil, devlet teşkilatının hususiyetlerinden gelen bilgilerdir. Müfti, Kadı, İmam, Şeyh, Binbaşı gibi. Ancak kendi gayret ve isteğiyle sahip olunan “Hâfız, Hacı, Hoca” gibi ünvanlar da vardır.
***
Müslüman toplumlarda aristokrasi (asilzâdeler, soylular, kibarlar sınıfı) olmamakla birlikte bir imtiyaz olarak, Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) torunları Hz. Hasan’ın nesebinden gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere de “Seyyid” ünvanları verilmiştir.
Bir isim indeksinin bütün elemanlarını birden kullanmak gerekmez. Vaziyetin icap ettirdiği kısımlar kullanılırlar.
İsim kategorilerinin klasik kullanım sıralanması şöyledir:
“Hitab”, “Künye”, “İsim”, “Neseb”, “Lakab”. “Mansıb, uhde, makam-mertebe, ünvan”, “Mahlas (hususi durumlarda kullanmak için seçilen takma ad)”.
Bir de klasik isim listesi içinde bulunmayan “göbek adı” vardır. Yeni doğan bir çocuğun “tâbiiyyeti”ni belirlemek için, yani Müslüman olduğunu tesbit maksadıyla sağ kulağına “ezân-ı Muhammedî”, sol kulağına da “kaamet” okunup asıl ismi söyleninceye kadar geçerli olmak üzere, göbeği kesilirken umumiyetle erkeklere “Mehmed” veya “Ali”, kızlara da “Fatma” veya “Ayşe” adı konulurdu.