Halis ECE
“Bülbülün seherdeki çığlıklarını duymadan asla açılmayan bir gülün sadakati mi büyük; yoksa şakımak için gül mevsiminin gelmesini bekleyen bülbül mü, ayırdedemedim. Kokusunu sevgililer sevgilisinin [iki cihan güneşi sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in] terinden alan gül mü daha büyük aşık; yoksa gülün uğrunda can veren bülbül mü; bilemedim” diyor bir yazarımız.
Divan şairimiz Bâki de bir beytinde şöyle diyor:
“Gül gülse dâim ağlasa bülbül acep degül
Zira kimine ağla demişler kimine gül”
Yahya Efendi ise,
“Gül dahî bâğa gelmeden pür–şûr gördüm bülbülü
Pîrâhen-i Yûsuf gibi benzer ki almış bûyunu” diyor ki, şu demek:
“Gül henüz bahçeye teşrif etmeden, bülbül şakımaya başlamıştı... Anladım ki; Ken‘ân diyârındaki Hz. Yâkub'un, Mısır'da bulunan oğlu Yûsuf'tan kendisine getirilecek olan gömleğin kokusunu aldığı gibi, o da gülün kokusunu almıştı.”
Bir başka şairimiz de şöyle der:
“Gül ile bülbülü sordum, o gonca güldü dedi:
Benim gibi sana gül yok, senin gibi hezâr(*) bana”
(*) “Hezâr” kelimesi, “bülbül” demek olduğu gibi, “binlerce” mânâsına da gelmektedir.
***
BÜLBÜLÜN GÜLE MUHABBETİ NE ZAMAN BAŞLADI?
Hz. İbrahim’in, Nemrud tarafından ateşe atıldığını, ehlî ve vahşî hayvanlar dahi, Allâh Teala'nın ihsan ettiği bir his ile idrak etmiş oldukları için, onlar da ağlamakta, feryad etmektedirler.
İşte bülbül ağlıyor... ve ortasının gülistan oluşundan bî-haber, etrafı hâlâ kor ve alev halindeki büyük ateşe doğru koşuyor. Cenab-ı Hak Cebrail’e (a.s.) emrediyor:
- Ey Cebrail koş, Nemrud'un ateşine doğru uçan bülbülü tut, ne istiyor, sor.
Cibrîl yetişiyor, ateşe varmak üzere olan bülbülü tutuyor ve soruyor:
- Küçük kuş, burada işin ne? Bülbül ağlayarak cevap veriyor:
- Allah'ın Halîl'ini (dostunu) ateşe attılar; madem ki ben onu kurtarmaya kadir değilim, bari ben de onunla beraber yanayım, diyorum.
Cebrail aleyhisselam bülbüle:
- Gel, diyor ve İlahî tecelliyi ona gösteriyor... Bülbül şimdi ne yapsın?.. Feryadı dinmiştir. Sevincinden mesttir. Dili tutulmuştur. Kıyamete kadar böyle kalabilir. Cenab-ı Hak Cibrîl'e yine emir veriyor:
- Bülbüle söyle: Benden ne dilerse, şimdi dilesin.
- İste bülbül, Rabbinden, ne isteyeceksen iste!..
Bülbül dile geliyor:
- Ben, diyor, kendimi bildim bileli, Rabbimin zikri ile meşgulüm. İşittim ki, Rabbimin bin bir güzel ismi varmış; ama ben, sadece yüz birini biliyorum. Diğer dokuz yüzünü de öğrenmek isterim.
Bülbülün dileği, derhal kabul edilmiş, bilmediği Esmâ-i Hüsnâ'yı da hemen öğrenivermiştir... Ve şimdi bülbülün vazifesi var: Cibrîl bülbülü alıyor; nârın, nûr olduğu yere, Hazret-i İbrâhim'in bulunduğu gülistana koyuyor ve ona ırmağın kenarındaki gül ağacını göstererek;
- Bülbül, diyor, senin yerin burası.
Bülbül, güle konmuştur. Ötüyor... ötüyor... ötüyor...
***
İşte bülbülün güle muhabbeti böyle başlar.
Şimdi o, her seher vakti konacak bir gül dalı bulur, öter, öter, öter... Baygın düşünceye kadar...
Bülbülün seher vaktindeki bu hali, gafiller uyurken, uyanık aşıklarla beraber, binbir Esmâ-i Hüsnâ'yı zikredişidir.
Eğer siz; seher vakti, bülbül ile beraber uyanmış da secdede iseniz, onun sizi zikirde geçmeğe çalıştığını duyarsınız.
Yok, eğer o sizden daha evvel uyanmış, pencerenizin önündeki güle konmuş ötüyor da; siz onun nağmeleriyle uyandı iseniz, biliniz ki o, sizin kalbinizdeki gaflet külünü eşelemekte, oraya kendisinin küçücük kalbindeki büyük aşk ateşinden bir kıvılcım sıçratarak, ruhunuzu tutuşturmak istemektedir.