Halis ECE

Hadîs-i şerifte, “Efdalü’z-zikri lâ ilâhe illallah”(1) buyurulmuştur. Yani, zikrin en faziletlisi, ‘lâ ilâhe illallah’ zikridir. Bu zikir, nefiy ve isbattan meydana gelmiştir. Hak Teâlâ’nın hakikat yoluna bu kelime ile gidilir.

Tasavvuf yoluna girenlerin kalblerinde meydana gelen perdeler, nisyanlarının yani unutkanlıklarının neticesidir. Bu perdenin aslı da, dünyevî şekillerin kalbte nakşolması (gönül levhasına işlenmesi)dir. Kalbe dünyevî şekiller nakşolunca, oradan Hak Teâlâ silinir, başka şeyler (mâsivâ) orada vücut bulur.

Zıtlarla tedâvi usûlünce kalbteki bu mâsivâyı, kelime-i tevhidle nefyetmek (silip atmak) gerekir. Bu kelimeye devam etmekten başka herhangi bir yolla gizli şirkten kurtulmak da mümkün değildir. (Bunun ilacı ancak kelime-i tevhiddir.)

Bu sebeple, kelime-i tevhid zikriyle meşgul olan kişi, nefiy kısmında, yani ‘lâ ilâhe (başka hiçbir ilah yoktur)’ derken, bütün mahlûkata fâni ve değersiz nazarla bakar, zikrin mânâsını tefekkür eder ve diğer bütün düşünceleri gönlünden siler.

İsbat kısmında ise, yani ‘illallah (sadece Allah vardır)’ derken de, O'nun bâki, maksûd ve mahbûb yani istenen ve sevilen yegâne varlık olduğunu düşünür. Kulluk edilecek tek zât olarak onu görür.

Her zikrin başında da sonunda da huzûr-i İlâhî’de olduğunu bilir. Kalbine herhangi bir şeyin bağlandığını görürse, nefy ile o bağı yok eder; isbât ile de, onun sevgisinin yerine Allah Teâlâ’nın sevgisini koyar.

Kul, bu şekilde devam ederse, zamanla gönlü, bağlandığı ve ülfet ettiği başka şeylerden uzaklaşır. Zikreden kişinin varlığı, zikirde yok olur. Beşerî vücudun alâkaları-bağları ondan kopup gider... Kelime-i tevhidin nûraniyeti ise, gönlün nûrâniyeti nisbetinde olur.(2)

Kelime-i tevhid; harf bulunmayan, ne Arapça, ne Farsça, ne de bir başka dille ifade olunamayan bir mânâ hâlinde kalbe hâkim olup yerleştiğinde; kalb, zorlanmadıkça başka bir işe yöneltilemez. Kalbin içi, dünyanın vesvese dikenlerinden temizlenip, zikrin tohumu oraya ekilince, kişinin irâde ve tercih ile alâkası kalmaz; irâde buraya kadardır. Ondan sonra ise, bu tohumun çürüyüp gitmemesi, kaybolmaması için çalışır, gayret eder. Kur’ân-ı Kerim’in, “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız” âyet-i kerimesi de buna işâret eder.(3)

Müslümanlığın aslı, ‘lâ ilâhe illallah’ kavlidir ve bu kelime-i tevhid, zikrin ta kendisidir. Diğer bütün ibâdetler de, bu zikri te’kid yani sağlamlaştırmak içindir.

Namazın rûhu ve özü, Allah Teâlâ’nın zikrini, heybet ve ta‘zim yoluyla gönülde tazelemektir.

Oruçtan gâye, dünyevî arzuların, nefsânî ihtirasların kırılmasıdır. Gönül, dünyevî arzulardan kurtulunca temiz ve saf olup zikrin karargâhı hâlini alır.

Hacdan gâye, Beytullâh’ın sahibini hatırlamak ve ona kavuşmayı arzulamaktır... Dünyevî bağlardan kurtulup günahları terk etmek, kalbi nefsanî arzulardan boşaltıp zikre temiz olarak hazırlamak içindir.

Binâenaleyh, İlâhî emir ve yasakların gâyesi zikr-i ilâhidir.(4)

DİPNOTLAR
(1) İbn Mâce, Sünen, Edeb, 55.
(2) Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye, s. 47-50.
(3) K.K., Şûrâ sûresi, 20; Silsiletü’l-Ârifîn, s. 311.
(4) Hâce Muhammed Pârsâ, a.g.e., 5. Makale.

Go to top