Halis ECE

Ebû Ümâme (r.a.) anlatıyor:

“Resûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki:

‘Bir kavim, içinde bulunduğu hidâyetten sonra sapıttı ise, bu, mutlaka cedel (münâzara ve münâkaşa) sebebiyle olmuştur.’ Sonra da, ‘Onlar, ‘Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?’ dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf seninle münâkaşaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münâkaşacı-muhâsamacı bir millettir.” (1) âyet-i kerimesini okudu. (2)

Görüldüğü üzere hadîs-i şerif bize, kendilerine gelen hidâyetle istikamet üzere gitmeye başlayan milletlerin, sonradan hangi sebeplerle sapıttıklarını haber veriyor. Bu sapmanın, Resûlüllah'ın (s.a.v.) getirmiş olduğu îtikâdî-amelî ve ahlâkî esaslar/düsturlar hakkında yerli-yersiz münâkaşalara girmekten, aleyhte deliller getirmeye kalkışmaktan dolayı meydana geldiğini belirtiyor, hatırlatıyor.

O bakımdan mü’min, mümkün olduğu kadar münâkaşadan uzak durmalıdır. Zira meseleleri münâkaşa yoluyla ele almak, faydadan çok zarar verir. Bilhassa insanlara İslâm’ı tebliğ-talim-telkin ve onların terbiyeleri ile meşgul olan kimselerin, kısacası eğitim ve öğretimle meşgul olana kardeşlerimizin ellerinden geldiğince münâkaşadan kaçınması gerekir. Çünkü “her on münâkaşadan dokuzu, tarafların kendi düşüncelerine daha çok bağlanmasıyla neticelenir.” (3) Bâhusus câhil ve münkir insanları, kötü niyetli inatçı ve itirazcı kimseleri, sabit fikirli-dediğim dedik tipleri münâkaşa yoluyla ikna etmeye imkân yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “(Habîbim,) sen affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir” (4) buyrulmuştur.

Binâenaleyh, imkân nisbetinde münâkaşadan uzak kalmak mü’min için en münâsip yoldur. Bununla beraber, münâkaşaya mecbur kalınmış ve iknâ etme imkânı da varsa, iknâ ederek; değilse, susturucu cevaplarla ilzâm ederek hak ve hakikat ortaya konulmaya gayret edilmelidir.
***

İNSANLARLA GÜZEL GEÇİMLİ OLMAK

Beyhakî (rh.)’nin Fâtıma el-İyâdî’den (r.anhâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyruldu:

“Allah Teâlâ kendisine bir çıkış yolu açıncaya kadar, (birlikte) oturup kalkmak zorunda olduğu kimselerle güzel geçinmeyen insan, hikmet sahibi değildir.”

İslâm ahlâkının temel esaslarından biri; insanlara zarar vermemek, çevresiyle barışık olmak, güzel geçinmektir.

Toplumla/insanlarla güzel geçinmenin yolu; onlara eziyet, sıkıntı ve rahatsızlık vermemek olduğu kadar, çevreden gelebilecek olumsuzluklara karşı da, Hazret-i Allah bir çıkış yolu gösterene kadar, sabırlı olmaktır.
***

FIKRA
KARGA

Maşhur divan şairimiz Şâir Bâki, bir tarihte Edirne’ye gider. Kendisine çok hürmet ve itibar gösterilir. Edirne şâirleri büyük üstâd için kır gezisi ve mükemmel bir ziyâfeti tertip ederler. Mevsim bahar, her taraf yemyeşil, Meriç nehri de tatlı nağmeleriyle çağıldamakta...

Şâirlerden biri Bâki’ye sorar:

— Edirnemiz’i nasıl buldunuz efendim?

Bâki cevap verir:

— Edirne cennet gibi ama, içinde Âdem yok!

Bu cevaptan son derece alınan Edirneli şâir Emrî, Bâki’nin sivri burnuyla yağız çehresini kastederek şu cevabı verir:

— Âdem cennetten sürüldü de, şimdi yerinde kargalar tünüyor!
***

BİR BİLMECE

- Benim bir arkadaşım var, ağzına bir lokma bir şey veremem. Arkadaşımın adı nedir?


DİPNOTLAR
(1) ez-Zuhruf, 58
(2) İbn-i Mâce, Mukaddime 7
(3) Dale Carnecie, Dost Kazanmak, s. 76-77
(4) el-A’raf, 199

Go to top