Fahr-i Âlem Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Muhakkak Allah Teâla’nın kullarından bazı insanlar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat kıyamet gününde, Allah (c.c.) katındaki makamlarından dolayı nebîler ve şehitler onlara gıbta edecekler (imrenecekler)dir.”
Ashâb-ı kiram (r.anhum) sordular:
- “Yâ Rasûlallah, bize haber ver, onlar kimlerdir?” Rasûlüllah (s.a.v.);
“Onlar öyle bir cemaat / topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal-mülk olmaksızın, Allah için birbirlerini severler. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl-pırıl nûrdur. Muhakkak ki onlar, nûr üzerindedirler (amelleri-işleri, her şeyleri nûrdur). İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar” [1] buyurdu ve şu mealdeki ayeti okudu: “İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yunus suresi, 62]
Bu ve benzeri rivayetlerden hareketle bu mes’ûd kulların bazı hususiyetleri ele almaya çalışalım…
1. Kıyamet günü nebîler ve şehitler onlara gıbta ederler
a) Şehid ve nebî olmadıkları halde, makamları çok büyük olan nebîler ve şehitler, kıyamet gününde onlara gıbta edeceklerdir. Gıbta, bir kimsenin başkasında gördüğü bir nimetin onda devam etmesini istemekle birlikte, kendisinde de olmasını istemesidir. [el-Mu’cemu’l-Vasît s. 643; Mecmau’t-Tefâsîr (Lübâbu’t-Te’vîl) III, 267] Nebîler ve şehidler, kıyamet günü, Allah (c.c.) nezdindeki mertebelerinden dolayı bu kimselerin sahip olduğu sevapların kendilerinde de olmasını arzuladıklarına göre, bu kimseler nebîlerin ve şehitlerin beğendikleri kimselerdir. Hem, bunlar nebî olmadıkları halde, nebîlerin ve rasûllerin vazifelerini yüklenmişlerdir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tebliğ-tâlim-terbiye ve irşad vazifelerini verâset-i nübüvvet (peygamber varisliği) sırrı ile, lisan-ı hâl ve kaal ile yerine getiren kimselerdir.
b) Ashab (r.anhum), “Yâ Rasûlallah (s.a.v.), bize haber ver kimdir bunlar?” veya “Ey Allah’ın Rasûlü kimdir bunlar? (bize haber ver) belki onları severiz?” diye sorduklarına göre, kendileri bu yüksek mertebenin sahibi olan kimseleri açıkça bilmemekte, ondan tarifini almak istemektedirler. Eğer Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) vasıfları ile bunları tarif ederse, böylelerini seveceklerdir. Çünkü Allah Teala indinde / yanında makamları pek yüksek olan, nebî ve şehit olmadıkları halde, nebîler ve şehitler yolunda imana İslâm’a hizmet eden Allah dostlarının dostu olmak gerekir. Nebîlerin ve şehitlerin kıyamette gıbta edecekleri bu kimselerin beğendiklerini sevmemek, beğenmemek olur mu?
2. Onlar islâm davasında, devamlı-ısrarlı-sebatkârdırlar
Rasûlüllah (s.a.v) onları, vasıfları ile şöyle tarif ediyor:
“Onlar öyle bir kavim (cemaat / topluluk) ki, aralarında mal ve neseb (yakınlığı, soy-sop, kan bağı) olmaksızın birbirlerini Allah için severler.”
Rasûlüllah (s.a.v) “Onlar öyle bir kavim ki…” diye bu yüksek mertebeli taifeden bahseederken;
- Kendilerinin davaları için dimdik ayakta, mutedil, hak olan İslâm’ın zuhuru-intişarı ve galabesi için çalışan…
- İman ve İslâm’da devamlı ve sabit olan…
- Sürekli istikamet üzere ve sebatkâr bulunan…
- İman ve İslâm’ı amelleri ile ızhar eden…
- Azim-sebat ve sadakat sahibi, demir gibi sarsılmaz İslâm’ın kıvamı kendilerinde görülen…
- İslâmî istikamet üzere olan kimseler olduklarını belirtiyor. [Hadiste geçen ‘kavm’ kelimesi ve müştakları (uyd. türev) için bkz. el-Müfredât s. 418-419; el-Kâmûsu’l-Muhît 4, 167-168. ]
Bütün hayatlarında aynı minvâl üzere kararlılıkla hizmet eden, küfür ve bid’atlar karşısında dimdik duran, yalpalamayan-yamulmayan, inhiraf etmeyen, hayatında zikzaklar çizmeyen, iman ve İslâm davasında daim ve sebatlı kimselerdir. Hem bunlar daima bir cemaat, bir câmia / cem’iyet hâlindedirler.
3. Şiârları el-hubbu fillâh’tır
Birbirlerini Allah için severler. “Allah ile (O’nun adına, O’nun rızası için) sevişirler.” [Elmalı’lı, Hak Dini 4, 2731 Mecmau’t-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl, Medârik, Envâru’t-Tenzîl) III, 267] Onların birbirlerini sevmeleri ticârî, menfaat ilişkisi ile değildir. Sevgileri Allah’ta, Allah için, aynı dinden olmaları hasebiyledir.
Bütün Müslümanlara, aralarını ayırmaksızın sevgi duyarlar; insanlara paralarından, ticârî münasebetlerinden, ırklarından, neseblerinden dolayı değil, Allah rûhu ile dinleri hasebiyle muhabbet duyarlar. [Hak Dini 4, 2731; Irklarla ilgili bazı hadisler için ayrıca bkz. Râmûzu’l-Ehâdis, no: 1625. 1907, 3257, 3749, 4198, 5670, 6183]
4. Sîmâları pek nûrludur
“Vallâhi onların simaları pek nûrludur.” [Mecmau’t-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl) 3, 267, 423] Hadis-i şerifin burasında Rasûlullah (s.a.v.), onların herkesçe farkedilebilecek bir hususiyetlerine işaret etmektedir. Yeminle ve birkaç te’kidle onların yüzlerinin çehrelerinin pırıl-pırıl olduğunu ifade buyurmaktadır. Küpün içinde olan dışına vurduğu gibi, iman ve İslâm’ın, Kur’an-ı Kerim’in, amel-i sâlihin, ahlâk-ı hamîdenin, râbıta-i şerife ve zikr-i kalbînin nûru ve güzelliği de yüze-zâhire vurmaktadır. Nitekim ashâb-ı kirâm (r.anhum) için Kur’an-ı Kerim’de, yüzlerinde secde eserlerinin olduğu haber verilmektedir. [Fetih suresi, 29] Gözler de ruhun penceresi ve aynasıdır. İşlenen günahlar, kötü düşünceler zamanla insanın yüzünde, bakışlarında, hâl ve hareketlerinde kendini gösterir.
Hadislerde rivayet edildiği gibi, kişilerin yüzleri işlediği günahlara göre şekil alır. Dindarlık, namaz-niyaz, ibadet-tâat, zikir-tefekkür, zühd arttıkca, kişi kendini Allah’a verdikçe, takvâya dikkat ettikçe yüzü, “Allah’ın boyaması” ile boyanıp nûranî bir hâl alacaktır. [Bkz. Bakara suresi, 138]
5. Onlar bir nûr üzeredirler
“Mutlaka onlar bir nûr üzeredirler”. Kurân-ı Kerim’de nûr kelimesi kırktan fazla yerde geçer. [el-Mu’cemu’l-Müfehres s. 725, bkz. ‘nûr’ kelimesi] İnsanın gözünün görmesi için saçılan bir ışık gerektiği gibi, uhrevi yönden, akıl gözünün hakikatleri doğru görebilmesi için de, Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber güneşine, onların nûruna ihtiyaç vardır. [el-Mufredât s. 509, bkz ‘nûr’ kelimesi] Nisa suresi 184. ayette ve diğer ayetlerde bu açıkça belirtilir. [2] Nûr hidayettir, Kur’ân-ı Kerim’dir, hak din İslâm’dır. “Kâfirler Allah’ın nûrunu ağızları ile söndürmek isterler.” [Tevbi suresi, 32] Allah, dostlarını zulumâttan çeşit-çeşit dalâletlerden nûra (hidâyete, doğru yola iletir) çıkarır. [Bakara suresi, 257] Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden bir nûr üzeredir. [Zümer suresi, 22]
Bu nûranî insanlar da, Rablerinden bir nûr, bir hidayet üzeredirler. “Onların sözleri nûr, işleri nûr” dur. [Tefsîru’l-Kurâni’l-Azıym, 3, 291; Nûr Suresi, 35] Onlar hep nûrla ve nûranî olanla meşgul olurlar. Nûr ve hidayet üzeredirler. Kuran-ı Kerim’in 53 isminden biri de nûrdur.
6. Halk korktuğu zaman onlar korkmazlar
Demek ki hadis-i şerifte sözü edilen, nûr üzere olan, şehitlerin ve peygamberlerin gıpta ettiği / imrendiği kimseler, herkesin, toplum genelinin bazı durumlarını (mâruz kaldıkları halleri) görerek, bu kötülük ve musibetlerin başlarına da geleceğinden korktukları; aynı sebeple iyiliklerin, istenilen şeylerin elden çıkacağına üzüldükleri zaman korkmayacaklar, mahzun da olmayacaklardır. Herhalde bu, onların nimetlere şükür ve musibetlere sabırla bakış açılarından dolayı olacaktır. Onlar zâhiren kötü görülen ölümlerde, hastalıklarda, musibetlerde de, ilahi bir hikmet ciheti göreceklerdir. Hem “Kadere iman eden kederden emin olur” umdesini / prensibini, imanlarının kuvveti ile hayatlarında göstereceklerdir. Fevkalâde mütevekkil olacaklardır. Çünkü iman tevhidi, tevhid teslim ve tevekkülü doğurur.
Hadiste geçen bu nûr yüzlü, nûr üzerinde olan, sözleri-işleri nûr olan kimseler, herkesi gamlandıran şeylere, hüzünlenmeyeceklerdir. Etraflarındaki menfilikler / olumsuzluklar, onların şevkine, sürûruna, başkaları kadar tesir etmeyecek, toplulukların hüzünlendiği zamanlarda bile onlar, şevkli, sevinebîlen, ümitli, ferahlı kimseler olacaklardır. Bu da onların imanlarının güçlü olması ile ilgili olsa gerektir. Onlar her şeyde ilahi rahmetin izini, işaretini gördüklerinden üzülmezler. Her şeyde bir hayır ciheti bulurlar. Allah’ın hikmetini görürler. Her şeyin güzel tarafına bakarlar. Güzel görür, güzel düşünürler.
7. Sahâbenin (r.anhum) durumu, fazileti / üstünlüğü
Bu ve benzeri hadis-i şerifleri yanlış anlayan ya da kasten hatalı yorumlayan bir kısım fırak-ı dâlle erbâbı kimseler, müçtehit taslakları, zamane ulaması; günahların yaygın, bid’at ve sapkınlıkların revaçta olduğu bu zamanda yaşayan mü’minlerin de sahâbe derecesine çıkabileceklerini iddia edebiliyorlar. Aynen basit ilmihâl bilgilerinden yoksun meal müçtehitlyerinin mezhep imamlarımıza, diğer müçtehitlere, fukahaya, müfessir ve muhaddislere dil uzattıkları gibi… “Hüm ricâl nahnü ricâl: Onlar adam( insan), biz de adamız; onlar da Müslüman, bizler de Müslümanız; neden onlar derecesinde veya onlardan daha faziletli olmayalım, olamayalım?” herzesini yumurtluyorlar.
Halbuki madalyonun öbür yüzü, meselenin hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Sahâbenin Allah indindeki yeri, makam ve mevkii, fazileti apayrı… Onlar Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sohbetine mazhar olmuş talihli bir zümre… Vâris-i Rasûl, Müceddi-i zamanünâ ve Üstâzünâ Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretlerinin tarifleriyle,
“Sahâbî; Rasûlullah’ın (s.a.v.) dâire-i imkân ve dâire-i emkine-i külliye’nin tamamını kendi letâifinden nazar ederek seyr-i sülûkünü bir anda itmâm ettiği kişi, demektir” [Erol, Ali, Hatıratım, s. 84]
N e t i c e
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ittifak ve icmâıyla peygamberlerden (aleyhimüsselâmü ve alâ Nebbiyyinâ hâssah) sonra insanların en faziletllileri sahabelerdir (r.anhum). Onların başında da sırası ile dört halife gelir. Bunları Aşere-i Mübeşşere’den diğer altısı ve derecelerine göre diğer sahabeler takib eder.
Bir kısım hadislerde sahâbeleri fazilette geçmekle ilgili sözü edilen husus, cüz’î fazilet hakkındadır; hususi bir kemâlde, ehl-i imandan olan ve sahâbe olmayan mü’minler sahâbeleri geçebilir. Fakat Fetih süresinin sonunda Kur’ân-ı Kerim’in diğer bazı ayetlerinde Allah Teâla’nın medih ve senâsına (övgüsüne, sitayişle anmasına) mazhar olan sahâbelere küllî fazilette yetişilemez. [Bkz. Tevbe suresi, 100, 117-118, Fetih suresi, 29, Enfâl suresi, 74, Haşr suresi, 8-10, 29 Âl-i İmrân suresi, 173, 190-191; Ahzâb suresi, 22-23; Sebe’ suresi, 46]
Hadislerde bahsedilen bazı zevât ve ahir zamanda gelmesi va‘dolunan müstesna şahsiyet Hz. Mehdî aleyhirrahmeti verrıdvân'ın fazilet ve derecesi ise, bahs-i diğerdir. Merak edenler, o mevzulardaki sağlam kaynaklara, kaleme alınan ilmî-tasavvufî makalelere ve bâhusus İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin Mektûbât-ı Şerifelerine müracaat edebilirler.