Halis ECE
İMAN
“İman”, lûgatte bir şeye inanmak, emniyette olmak, güvenmek mânâlarına gelir ki, “Onları korkudan emin kıldı, güvene kavuşturdu”(1) âyet-i kerimesinde bu mânâ mevcuttur. Keza, bir şeyi her türlü yalan ve şüpheden emin ve uzak tutmayı ifade eden ‘tasdik etmek’ mânâsına da gelir. Meselâ, “bu şey böyledir, şöyledir” diye hüküm vermek gibi.(2)
İmanın, dinî ilimler ıstılâhındaki (terminolojisindeki) mânâsına gelince...
İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe’ye (rh.) göre iman; “kalb ile tasdik, dil ile ikrar”dır.
İmâm Eş‘arî ve İmâm Mâtürîdi’ye (rahımehümallah) göre ise iman, “kalb ile tasdik”ten ibarettir. Biraz daha açık bir ifadeyle iman, Allah Teâlâ’nın dînini kabul etmek; Resûlüllâh’ın (s.a.v.) bildirdiği şeyleri kat’î surette kalben tasdik eylemektir. İman kalb ile tasdiktir diyen âlimler, aşağıda meallerini vereceğimiz âyetleri bu görüşlerine delil olarak getirirler:
“Sen bize inanmazsın.”(3)
“Ey Resûl! Kalbleriyle iman etmedikleri halde, ağızlarıyla inandık diyenler ve Yahûdilerden o küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...”(4)
“Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan hâriç, kim iman ettikten sonra Allâh’ı inkâr eder ve sînesini küfre açarsa, işte Allâh’ın gadabı bunlaradır...”(5)
“Bedevîler iman ettik dediler. (Resûlüm) de ki: Siz iman etmediniz, ama ‘boyun eğdik’ deyiniz. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi...”(6)
Ayrıca bu âyetleri teyid eden birçok hadîs-i şerif de mevcuttur.(7)
Allâme Sâdeddîn Taftazânî (rh.) de imanı çok vecîz bir şekilde şöyle târif emiştir: “İman öyle bir nûrdur ki; insan, irâdesini kullandıktan sonra, Rabb’imiz onu kulun kalbine doldurur.” Demek oluyor ki, insana zorla iman telkin edilmez. İnsan önce irâdesini kullanacak, sonra da Rabb’inden gönlüne bu nûrun doğmasını isteyecektir. Yani kulun kendi fiili ve gayreti asıldır. Tebliğ, telkin ve nasîhatler ise ona yardımcıdır.
Tasavvuf ehline göre ise iman, “kulun, Hakk’ın hidâyetiyle harekete geçmesi”dir.(8)
Kur’ân-ı Kerim’de iman kelimesi, mücerred halde 25, zamirlerle birlikte 45 yerde geçmektedir. Fakat bu kelimeden meydana gelmiş lafızların sayısı çok daha fazladır. Bu âyetlerde iman, küfrün zıddı olarak zikredilmekte ve şüphe ile imanın asla bir arada bulunamayacağı açıklanmaktadır. İmanın kalb, kulak ve gözle de yakın alâkası vardır. Zira inanmayan kimseler için, “Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır”(9) buyurulmakta ve imanla kalb, kulak ve göz arasındaki alâkaya dikkat çekilmektedir.
İmanın aslı, yukarıda anlatılan bu tasdikden ibarettir. Fakat böyle inanılıp kalb ile samimi sûrette tasdik edilen hususları, bir mâni yok ise, dil ile ikrar etmek, bunların hakkında şehâdette bulunmak da lâzımdır. Çünkü bir insan, Allah Teâlâ’yı ve sâir iman edilecek şeyleri kalben tasdik ettiği halde diliyle ikrar etmezse, vaziyeti meçhul kalır. Müslüman olduğuna hükmedilemez.
İman hususunda bu tasdik ve ikrar ile beraber namaz, oruç gibi güzel ameller de lâzımdır. Çünkü biz, bu amellerle mükellefiz. Bunlar bizim birer vazifemizdir. Bu ameller imana kuvvet verir, imanın kalbteki nûrunu arttırır; insanı azaptan kurtarıp Allah Teâlâ’nın lûtuf ve inâyetine erdirir, rızâsına kavuşmaya vesîle olur.
***
İSLÂM
“İslâm”, lûgat itibariyle boyun eğme, teslim olma, selâmete girme, selâmete çıkarma, sulh yapma, teslim etme, ısmarlama ve Müslüman olma gibi çok mânâlara gelir. Allâh’a boyun eğme ve ona teslim olma mânâsında, iman mefhûmu ile birleşir.
Dinî ilimler ıstılâhında ise İslâm, şu mânâlarada kullanılmaktadır:
a) Boyun eğme, teslim olma ve sulh yapma demektir. İslâm’ın gücünü, otoritesini tanıma ve kabul etmedir. “Bedevîler, inandık dediler. (Resûlüm) de ki: Siz inanmadınız, fakat İslâm olduk deyin”(10) âyetiyle ifade edilen İslâm bu mânâdadır. Burada İslâm, itâat etmek ve savaşı bırakarak barış yapmak demektir.
b) İslâm, kalb ile inanma, inandığını yaşama, Allâh’ın takdir ettiği ve yerine getirdiği her şeye gönülden teslim olma demektir. “Rabbi ona, ‘İslâm ol’ demişti. O da, ‘âlemlerin Rabb’ine teslim oldum’ dedi”(11) âyetiyle ifade edilen İslâm, bu mânâdadır. “Beni Müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat”(12) âyeti ve benzeri birçok âyette geçen İslâm ve Müslim kavramları da aynı mânâdadır. “Beni Müslüman olarak öldür” demek, beni kader ve kazâna râzi olarak rızâna nâil olan kullarından eyle demektir.
Hâsılı; İslâm beden, iman ise onun rûhudur. İslâm, kulun bütün varlığını tamamiyle Allâh’a teslim etmesidir.(13)
***
İHSAN
“İhsân”; kelime olarak iyilik etmek, iyi ve güzel yapmak mânâlarına geldiği gibi, bağış, bağışlama, lûtuf ve in‘am mânâlarına da gelmektedir. Ayrıca ‘ihsan’da, hem iyilik hem de o iyiliği güzel yapma mânâsı da vardır. Bu sebeple in‘amdan daha geniş bir mânâ ifade eder. Çünkü her verme ve bağış ihsan değildir. Bir bağışın veya iyiliğin ihsan olabilmesi için, mutlaka o bağışın ve iyiliğin güzel olması gerekir.(14)
Kur’ân-ı Kerim’de ihsan mefhûmu, bu şekliyle 12 yerde, “muhsin” olarak da 4 yerde zikredilir. Cemi‘ sîgasiyle "muhsinîn" şeklinde ise(çoğul olarak) 34 yerde geçmektedir. Ayrıca birçok yerde de fiil olarak zikredilmiştir. Bu âyetlerde ihsan; bolluk ve darlıkta sarf etme, öfkeyi yenme, insanların kusurlarını bağışlama, takvâ sahibi olma ve sabretme, güzel söz söyleme, anne-babaya iyilik etme ve selâmlaşma gibi mânâlarda kullanılmış, bunları yapanlara da ‘muhsin’ denilmiştir. “Allah, adâleti ve ihsânı... emreder”(15) âyeti, ihsânın dinî bir vazife olduğunu açıklamaktadır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz de, Allah Teâlâ’nın her şeyde ihsânı emrettiğini haber vermişlerdir.(16)
Yine Resûlüllah Efendimiz ihsânı, Allâh’a, onu görüyormuş gibi ibâdet etmek, diye târif etmişlerdir.(17) Bu târifle mü’mine, hem vazifesi hatırlatılmakta hem de vazifenin yapılış usûlü gösterilmektedir. Gayet tabiîdir ki, kulun vazifesi kulluktur. Allah Teâlâ insanları ve cinleri zâtına kulluk etsinler diye yaratmıştır. Kulluk ise her zaman, her yerde ve her şeyde Allâh’ın rızâsına uygun hareket etmektir. Bu hususlar; ibâdet, muâmelât, ahlâk mevzûlarını içine aldığı gibi, sosyal münasebetleri ve diğer bütün dünya işlerini de ihtiva eder. İnsan, kul olarak yaratıldığı için, kulluk vazifesini yapmak zorundadır. Fakat, bu da kâfi değildir. En az kulluk vazifesinin îfası kadar, o vazifenin güzel de yapılması gerekir. Zorla veya istemeyerek yapılan bir vazifenin veya kulluğun bir değeri yoktur. Böyle olan ibâdet ve ameller, yapılan iş ve davranışlar, bu dünya ile alâkalıdır ve burada kalmaya mahkûmdur. Allâh’a ulaşacak ve ona bizi götürecek olan şey ise, işlenen amellerin yapılan ibâdetlerin şartlarına, rükünlerine, âdâbına uygun olarak güzel bir tarzda ve sırf onun rızâsı için yapılmış olmasıdır. Bunun içindir ki Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kulluğun, Allâh’ı görüyormuşçasına yapılması gerektiğini belirtmiş ve ihsânı böyle târif etmişlerdir.
Ayrıca, “Allah güzeldir ve güzeli sever”(18) hadîs-i şerifleriyle de, her şeyde güzel davranılmasını ve işlerin güzel yapılmasını hatırlatmaktadır. Allah adına yapılan her ibâdet, her amel, ahlâk, hâl ve hareket de kulluk olduğuna göre, bunların mutlaka güzel yapılması gerekmektedir.
Hâsılı ihsan, kulluk vazifesini Hakk’ın huzûrunda olmanın şuuruna sahip olarak yerine getirmektir. Basîret nûru ile rubûbiyet makamını temâşâ (görüp seyretme) hâli üzere kulluğu îfa etmek, yani Hakk’ı kendi sıfatlarıyla sıfatlanmış olarak görmektir. Zira bu halde o, arada sıfat perdesi bulunduğu halde görülür. Ruh makamındaki temâşâ bundan yüksektir.(19)
Aşağıda nakledeceğimiz Cibrîl hadîsinde işâret edilen İslâm, iman ve ihsân mertebeleri; zâhir, bâtın ve hakikatten ibârettir. İslâm zâhir, iman bâtın, ihsân ise hakikattir.(20)
Yahya b. Ya‘mer (rh.) anlatıyor:
“Basra’da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma‘ber el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd b. Abdurrahman el-Himyerî, hac veya umre vesilesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, ashap’tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenab-ı Hak, bizzat Mescid-i Nebevî’nin içinde Abdullah b. Ömer’le (r.anhüma) karşılaşmayı nasip etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de ona yaklaştık. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmin ederek, konuşmaya başladım:
- ‘Ey Ebû Abdurrahman, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim’i okuyorlar ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar.’ Onların durumlarını daha iyi açıklayabilmek için sözlerime şunu da ilave ettim: ‘Bu kimseler; «kader yoktur, her şey sonradan meydana gelmiştir, Allah önceden bunları bilmez» iddiasındalar. Bunun üzerine Abdullah (r.a.) dedi ki:
- ‘Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki; ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler. (Yani ben onların bu nevi kaderi inkâr gibi yanlış ve çirkin inançlarından temizim, onlar da benim dosdoğru ve düzgün olan itikadımdan uzaktırlar.)’ Abdullah b. Ömer sözünü yeminle de sağlamlaştırarak, ‘Andolsun ki, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa, hepsini de hayır yolunda harcasa, kadere inanmadıkça Allah onun hayrını kabul etmez’ dedi. Sonra da sözlerine şöyle devam etti:
- ‘Babam Ömer b. Hattâb (r.a.) şunu anlattı: Ben Resûlüllah’ın (s.a.v.) yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti de yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Resûlüllah’ın (s.a.v.) önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini uyluklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:
- ‘Ey Muhammed, bana İslâm hakkında bilgi ver’ dedi.
Resûlüllah (s.a.v.) açıkladı:
- ‘İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullâh’a haccetmendir.’ Yabancı:
- ‘Doğru söyledin’ diyerek tasdik etti. Biz, hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik. Sonra tekrar sordu:
- ‘Bana iman hakkında bilgi ver?’
Resûlüllah (s.a.v.) açıkladı:
- ‘Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.’ Yabancı yine:
- ‘Doğru söyledin’ diyerek tasdik ettikten sonra tekrar sordu:
- ‘Bana ihsan hakkında bilgi ver?’
Resûlüllah (s.a.v.) açıkladı:
- ‘İhsan, Allâh’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi ona ibadet etmendir. Zira sen onu görmesen de, şüphesiz o seni görüyor.’
KIYAMETİN ALÂMETLERİ
… Adam sormaya devam etti:
- ‘Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?’
Resûlüllah (s.a.v.) bu sefer:
- ‘Kıyâmet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!’ karşılığını verdi. Yabancı:
- ‘Öyleyse kıyametin alâmetlerinden haber ver!’ dedi.
Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) şu açıklamayı yaptı:
- ‘Köle kadınların efendilerini doğurmaları,(21) yalın ayak-üstü çıplak, fakir davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.’
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Resûlüllah (s.a.v.),
- ‘Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Ben,
- ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir’ deyince şu açıklamayı yaptı:
- ‘O, Cebrâil aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi.”(22)
Bu hadis-i şerifin bazı rivayetlerinde ayrıca, “Yalın ayak, üstü çıplak kimseler halkın reisleri olduğu zaman” ilavesi de vardır.
Keza şu ziyade de mevcuttur: “(Kıyametin ne zaman kopacağı), Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen beş gaybtan (mugayyebât-ı hamse) biridir, buyurdu ve şu âyeti okudu: ‘Hiç şüphe yok ki, kıyametin (ne zaman kopacağının) ilmi Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerdekini o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de nerede öleceğini bilmez. Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden hakkıyla haberdâr olandır.”(23)
Bir başka rivayette, “üstü çıplaklar” tabirinden sonra, “sağır ve dilsizler (Hakkı hukuku duymayan, doğruyu konuşmayanlar) yeryüzünün melikleri/kralları oldukları zaman” ilavesi vardır.
Nesâî’nin Sünen’inde, o gelenin Cebrâil aleyhisselâm olduğu ve ashaptan Dıhyetü’l-Kelbî (r.a.) suretinde indiği ifadesi de vardır.
DİPNOTLAR
(1) K.K., Kureyş sûresi, 106/4.
(2) Elmalı’lı, a.g.e., 1, 177-178; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, 8, 21; Firuzâbâdî, Besâir, 2, 150; Isfehânî, Müfredeât, 31-32.
(3) K.K., Yûsuf sûresi, 12/17.
(4) K.K., Mâide sûresi, 5/41.
(5) K.K., Nahl sûresi, 16/106.
(6) K.K., Fetih sûresi, 49/14.
(7) Eş‘arî, el-Lum‘a, Beyrut, 1952, s. 75; Mâtürîdî, Ebû Mansur Muhammed, Kitâbü’t-Tevhîd, Beyrut, 1970, s. 380.
(8) Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Tahran, 1338, s. 371.
(9) K.K., Bakara sûresi, 2/7.
(10) K.K., Hucurât sûresi, 49/14.
(11) K.K., Bakara sûresi, 2/131.
(12) K.K., Yûsuf sûresi, 12/101.
(13) Isfehânî, Müfredât, 170-171; Firuzâbâdî, Besâir, 2, 464-467. Elmalı’lı, a.g.e., 1, 468.
(14) Isfehânî, Müfredât, 351-352; Firuzâbâdî, Besâir, 3, 252-255;
(15) K.K., Nahl sûresi, 16/90.
(16) Müslim, Sahîh, Sayd, 57.
(17) Buhârî, Sahîh, İman, 38.
(18) Müslim, Sahîh, İman, 147.
(19) Kâşânî, Abdürrezzak, Istılâhâtü’s-Sûfiyye, Kahire, 1981.
(20) Serrâc, Ebû Nasr, el-Luma‘ Kahire, 1960, s. 62.
(21) Âlimlerce bundan çıkarılan muhtelif mânâlardan birine göre, kıyamete yakın evlatlar annelerine, efendinin kölesine yaptığı şekilde kötü muâmele yapacaktır. Diğer bir yoruma göre, köle kadınlardan doğan çocuklar en yüksek makamlara çıkarak komutan, vali, sultan... olacaklar. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bir başka yoruma göre de, kıyamete yakın sosyal düzen iyice bozulacak, durumlar tersine dönecek, toplumun ayak takımı itibarlı makamları ele geçirip hâkim mevkilerde bulunacaklar...
(22) Buhârî, Sahîh, İman, 38; Müslim, Sahîh, İman, 1; Nesâî, Sünen, İman, 6; Ebû Dâvud, Sünnet, 17; Tirmizî, Sünen, İman, 4.
(23) Kur’ân-ı Kerim, Lokman sûresi, 31/34; Buhârî, Sahîh, İman, 37.