Halis ECE
Kader, kazâ ve irâde
Kader, kazâ ve irâde, Ehl-i Sünnet’in inanç esasları içerisinde üç temel kavramdır.
Mâlumdur ki, Allah Teâlâ’dan başka bir yaratıcı yoktur. Kâinatte meydana gelen ve gelecek olan her şey, mutlaka O’nun ilmi (bilmesi), irâdesi (dilemesi) ve yaratmasıyla vücûda gelir.
Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde vücûda gelmesini Allah Teâlâ’nın ezelde dilemiş olmasına “kader” adı verilir ve kader’e inanmak da imanın şartlarından altıncısıdır.
Allah Teâlâ’nın dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de “kazâ” denilir.
Bir başka ifadeyle kader, Allâhü zü’l-Celâl’in her şeyi bilmesi ve yazması... Tâbir caizse, kâinatın plan ve projesi. Yani olmuşlar, olanlar, olacaklar... Bütün bunlar, kader defterinde mevcut. Bunların başa gelmesi, kaderdeki bir hükmün infâzı, yerine getirilmesi de kazâdır. İrâde ise, insandaki seçme kuvveti, önündeki şıklardan birisini tercih edebilme hürriyetidir. Meselâ hepimizin ne zaman, nerede, ne yapacağımız yazılmıştır. Şu okumakta olduğumuz yazıyı okuyacağımız, kaderimizde vardır. Okuduğumuz zaman da bu hüküm infaz edildi ve kazâ oldu demektir. Okumak veya okumamak hususunda düşündükten sonra, okumaya karar verdik ki, bu da irâdemizi gösterir.
Peki bu durumda, “Nasıl olsa Allah Teâlâ olacakları biliyor; kaderde yazılan kazâ olacak, elden ne gelir?” deyip, mes’ûliyet ve mükellefiyetten kurtulabilir miyiz? Aslâ! Zira Cenâb-ı Hak kaderi takdir ederken, insanın neyi tercih edeceğini elbette ki biliyor. “Bilmek” ise, zorla-cebren “yaptırmak” demek değildir.
Meselâ mesleğinde çok mâhir bir kameraman düşünelim: Muhal farz, diyelim ki bu adam, bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani, on günlük hayatımızı önceden bildi. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları, günahları, suçları seyrettik. Bu durumda kameramana dönüp, “Sen bizim on günlük geleceğimizi bilmesen, görüntülemesen biz filmdeki suçları işlemezdik” diyebilir miyiz?
Türkçemizde “Teşbihte hata olmaz, hatasız da teşbih olmaz” diye bir tâbirimiz vardır. Yani, kıyaslama ve benzetme yoluyla bazı şeyleri açıklığa kavuşturmakta hata olmaz; ama bu usûlün hatasız-kusursuz yapılanı da pek bulunmaz demek. Biz de bu tâbirimize dayanarak şöyle bir teşbihte bulunabilir ve deriz ki:
Allah Teâlâ, bizim, ömrümüz boyunca yapacaklarımızı, gûya ezel kamerasıyla “Levh-i Mahfûz” denilen kasete almış. Ancak bu tesbit bizim hareketlerimize aslâ tesir etmiyor, bizi zorlamıyor; yaptığımız her şeyi kendi hür irâdemizle işliyoruz.
Kazâ ve kaderin sırları
İmâm-ı Rabbânî (k.s.), Mevlânâ Bedreddîn’e yazdığı mektuplarında, kazâ ve kader’in sırlarına dair dikkat çekici şu bilgileri vermektedir:
“Allah Teâlâ, kazâ ve kaderin sırlarını (incelik ve gizliliklerini) kullarından havâs zümresine (seçkin kullarına) açtı, bildirdi. (Ancak sebep ve hikmetleri kavrayamayıp) doğru ve orta yoldan sapmaları mümkün olduğu için, avamdan (halktan) da bunu gizledi.
“... Kazâ ve kader mevzuu, insanı hayrete düşüren, şaşırtan durumların çokça bulunduğu meselelerdendir. Bunları gören kimselerin pek çoğunda, bozuk düşünce ve hayâller ağır basar.
“... Diğer hususlarda olduğu gibi, kazâ ve kader inancında da orta yolu tutan topluluk, Ehl-i Sünnet câimasıdır. En doğru ve en sağlam yol da, onların tuttutkları yoldur; kurtuluş yolunu bulmaya onlar muvaffak olmuşlardır.
“Allah onlardan da, onlardan öncekilerden (seleflerinden) de, onlardan sonra gelenlerden (haleflerinden) de râzi olsun. Bunlar ne ifrâta, ne de tefrîte sapmışlar (aşırılıklardan uzak, mu’tedil olanı) orta yolu seçmişlerdir.”(1)
İki türlü kazâ vardır
Gene İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri anlatıyor:
“Kazâ iki kısma ayrılır:
a) Kazâ-i muallak: Askıda olup, değişmesi mümkün olan kazâ.
b) Kazâ-i mübrem: Kesinleşmiş, değişmesi ve kaçınılması imkânsız olan kazâ.
Tebdil ve tağyir ihtimali yani değişme, başka bir hâl alma durumu, ancak muallak olan kazâdadır. [Allâh’ın ezelî hükmünün yerine gelmesi, takdirinin olması, bir başka ifadeyle, kaderin fiilen ortaya çıkması demek olan kazâda değişiklik, sadece kazâ-i muallaktadır, mübrem olanda değil.]
Kazâ-i mübremde tebdilin de tağyirin de yeri yoktur; değişmesinin, bozulmasının imkân ve ihtimâli olamaz.
Noksan sıfatlardan uzak kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
‘Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarıma asla zulmedici değilim.’(2)
Bu âyet-i kerimedeki (değişmeyeceği belirtilen) kazâ, kazâ-i mübremdir.
Kazâ-i muallak için de şöyle buyrulmuştur:
‘Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.’(3)
Hazret-i Şeyhim (Muhammed Bâkibillah k.s.), şöyle dedi:
Seyyid Muhyiddîn Abdülkadir Geylâni (k.s.) hazretleri, bazı risâlelerinde yazmıştır ki, ‘Hiç kimsenin mübrem olan kazâyı değiştirmeye gücü yetmez; ancak benim için müstesnadır, yani ben değiştirebilirim. Çünkü ben, onda istediğim gibi tasarruf edebilirim.’
Şeyhim, bu sözden dolayı çoğu zaman hayretini ifade eder ve böyle bir tasarrufu (kul için) uzak görürdü. Allah Teâlâ beni, bazı dostlara yönelen belâların def’ine çalıştığım sırada, bu büyük devletle (meseleyi öğrenme nimeti ile) şereflendirinceye kadar, uzun müddet, Şeyhimin, Abdülkadir Geylâni’den naklettiği bu söz, şu Fakîr’in zihnini de meşgul etti. İşte o zaman beni, (Rabbime kâmil mânâda) bir sığınma, yalvarıp yakarma, tam bir huşu’ hâli kapladı ve bu esnada şu mânâ hâsıl oldu:
‘Bu kazâ, bir başka emirle Levh-i Mahfuz’da muallak olmaktan çıkmıştır; hiçbir şarta bağlı değildir.’
Bunun üzerine bende bir nevi ümitsizlik ve mahrûmiyet hâli hâsıl oldu. O zaman Seyyid Abdülkadir Geylâni’nin (k.s.) sözü tekrar hatırıma geldi. Ve ikinci defa Allah Teâlâ’ya iltica ettim. Acz ve inkisâr ile o yüce Zat’a yöneldim. Bu defa Cenâb-ı Hak, bana şu mânâyı açtı:
‘Kazâ-i muallak iki çeşittir:
‘Birincisi öyle bir kazâ ki, onunla alâkalı olan hususlar Levh-i Mahfûz’a konmuş ve melekler de ona muttali’ kılınıp haberdâr edilmişlerdir.
‘İkincisi de yine öyle bir kazâdır ki, bununla alâkalı olan meseleler sadece Cenâb-ı Hakk’ın nezdindedir. Ve bu kısım, Levh-i Mahfûz’da kazâ-i mübrem suretindedir. Bunun meydana çıkmayan kısmı ise kazâ-i muallaktır ve birinci kısım gibi değişme ihtimâli vardır.’
O zaman anladım ki, Abdülkadir Geylâni’nin (k.s.) sözü, bu mübrem şeklinde görülen fakat muallak olan kazâ için söylenmiştir. Hakiki mânâdaki mübrem kazâya göre değil... Çünkü, gâyet açıktır ki, onda tebdil ve tasarruf (değişme ve değiştirebilme işi), dinî bakımdan da akıl yönünden de imkânsızdır.
Meselenin özü şudur:
Bu kazânın hakikatine dair çok az kişinin bilgisi vardır, dolayısiyle bunda tasarruf nasıl mümkün olsun..?
Yukarıda sözü geçen kardeşimize yönelen belânın da, ikinci kısma ait olduğunu gördüm ve Allah Teâlâ’nın ondan o belâyı uzaklaştırdığı da bildirildi.”(4)
Kaderimiz, irâdemiz ve amellerimiz
Hazret-i Ali radıyallâhü anh anlatıyor:
“Resûlüllah (s.a.v.) bir gün elindeki çubukla yeri eşeledi. Sonra başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: ‘Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Allah onun cennetteki ve cehennemdeki yerini yazmamış olsun. Herkesin saîd (mü’min) veya şakî (kâfir) olduğu muhakkak yazılmıştır.’
Oradakilerden biri, ‘O halde yâ Resûlallah, biz bu yazımız (kaderimiz) üzerine itimat etmeyelim mi? (Yani bu durumda yapmaya çalıştıklarımızın faydası nedir?)’ diye sordu.
Resûlüllah (s.a.v.), ‘Hayır, sizler (sâlih) amellere devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet erbâbından olan saâdet ameli yapar, şakâvet erbâbından olan şakîlik ameli yapar’ buyurdu. Sonra da şu (mealdeki) âyetleri okudu:
‘Kim Allah yolunda (mallarının hakkını) verir (zekâtını öder, bağışta bulunur) ve Allah’tan korkarsa, o en güzeli (Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhîdini) de tasdik ederse, biz de onu en kolaya (yani cennete girmek gibi kolaylığa ve rahata kavuşturan güzel ahlâka) hazırlar, onda muvaffak kılarız. Fakat kim de (Allâh’ın hakkına karşı emrolunduğu zekâtı vermekte, hayır ve hasenâtta bulunmakta) cimrilik edip vermez, kendisini müstağnî görür (yani Allâh’ın âhiret nimetlerine karşı kendisini muhtaç görmez) ve o en güzeli (Allâh’ın varlığını-birliğini) de yalanlarsa, biz de ona en zor olanı (Cehennemi) kolaylaştırırız. (Bu suretle ibâdet ve tâat, hac, zekât ve sadaka gibi bedenî ve mâlî bütün kulluk vazife ve yükümlülükleri ona güç ve çetin; kendisini cehenneme sevk edecek olan her türlü günah ve kötülükler ise, çok kolay gelir.)”(5)
Görüldüğü üzere hadîs-i şerifte, cennetliklerin de cehennemliklerin de Rabb’imiz tarafından Levh-i Mahfuz’da tesbit edilmiş, bir başka ifadeyle ezelde takdir olunup yazılmış olduğu bildiriliyor. Ancak bunun, insanı fiillerinde zorlamadığı, tercih hakkının bulunduğu, hatta seçtiği yolun kendisine kolaylaştırılacağı da açıkça ifade edilmektedir.
Evet, her şeyin hâlikı (yaratıcısı) olan Allah Teâlâ’nın, kullarının kaderini bilmesi ve onu yazması, hiçbir zaman insanı hâl ve hareketlerinde zorlamaz. Yani insan, kaderinde yazılı olduğundan dolayı günah işlemez; kaderi onu günah işlemeye zorlamaz. Çünkü kader ilim nev’indendir, ilim ise mâluma tâbidir; yoksa mâlum ilme tâbi değildir. Başka bir ifadeyle; ilim vukûâta/olaylara tabidir, yoksa vukûâtilme tâbi değildir. Ve herkesin işi kendi ef'âl-i ihtiyarisine bağlıdır. Yani nasıl olacaksa öyle tahakkuk eder. Bu akâid kâidesi, kader meselesinin iyi anlaşılabilmesi için çok mühimdir. O bakımdan bir misâlle açıklamaya çalışalım...
Gün görmüş, tecrübeli bir hâkim düşünün; önünden geçen birisi için, “Bu şahıs şu suçu işleyecek” dese ve bunu bir yere kaydetse; hakikaten de o şahıs aradan geçen kısa bir süre sonra o suçu işlese; hâkimin, “Suç işleyecek” demesinin ve bunu bir kenara yazmasının tesiri olduğunu söyleyebilir miyiz? O kişinin bu sebeple suç işlediğini; hâkim bilmeseydi, yazmasaydı suç işlemeyeceğini iddiâ edebilir miyiz? Elbette ki hayır!
Bu misâli yukarıda zikri geçen kâideye şöylece tatbik edebiliriz: Hâkimin, o şahsın suç işleyeceğini önceden bilmesi “ilim”, suçu işlemesi ise “mâlum”dur. İlim mâluma tâbi olduğuna göre; hâkim, “Bu şahıs suç işleyecek” dediği için suç işlememiş; şahsın suç işleyeceğini hâkim, yılların verdiği tecrübe ve birikimle önceden tahmin etmiş, tahmini de isabet etmiştir; dolayısıyla bilmiştir. Hâkimin önceden bilmesinin ve yazmasının, şahsın suç işlemesine zorlayıcı mânâda hiçbir tesiri olmadığı da gâyet açıktır.
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir, ebedîdir; yani zamanla kayıtlı değildir. Meydana gelecek bütün hâdiseleri, hiç şüphesiz önceden bilir. Bir hikmete binâen de bu ilmini, Levh-i Mahfûz’a yazmıştır. Allâh’ın bilmesi ve yazması “ilim”, yazılan hâdiselerin zamanı gelince vukûu, yani yaratılıp meydana gelmesi ise, “mâlum”dur. İlim mâluma tâbi olduğundan, “Allah bildiği ve yazdığı için kul günah işliyor” diyemeyiz. Allah Teâlâ kullarından kimin itaat edip kimin isyan edeceğini bildiği için bunu, daha o fiiller işlenmezden önce yazmıştır. Bu bilmek ve yazmanın ise kula, zorlayıcı hiçbir tesiri yoktur.
Velhâsıl, insanın meleklik kuvveti ile hayvanlık kuvveti arasında dâimî bir mücâdele, itişme ve çekişme vardır. Meleklik kuvveti insanı yüksekliğe (ulviyete), hayvanlık kuvveti ise alçaklığa (süfliyâta) doğru çeker. Hayvanlık üstün gelir de eserleri galebe çalarsa; meleklik siner, gizlenir. Aksi de böyledir...
Eğer insan, hayvanca haller kazanmaya çalışırsa, Cenâb-ı Hak onun meydana gelmesine yardım eder. Ona uyan şeyleri, sebepleri yaratır, kendisine kolaylaştırır. Yok, meleklik hâllerini kazanmak isterse, ona da o hususlara uygun şekillerde yardım eder, isteğine kavuşması için kolaylık verir.(6)
Nitekim Mevlâmız Kur’ân-ı Kerim’de buyurmuştur ki:
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı isterse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve (âhiret nimetlerinden) mahrum bırakılmış olarak cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve mü’min olarak çalışmasını ona göre yaparsa, işte bunların çalışmaları şükranla karşılanır, makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabb’inin ihsânından, ayırdetmeksizin veririz. Rabb’inin ihsânı kimseden men’edilmiş (esirgenmiş) değildir.”(7)
DİPNOTLAR
(1) el-Mektûbat, 1, 289.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Kaf sûresi, 50/29.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Ra‘d sûresi, 13/39.
(4) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 217.
(5) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr (Terc.), c. 2, h. no. 655; Leyl sûresi, 92/5-10.
(6) Şah Veliyyullâh ed-Dehlevî, Huccetullâhi’l-Bâliğa.
(7) Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresi, 17/18-20.
******* Ayrıca bkz.
“Şunlar kadere dahildir, şunlar kadere dahil değildir.” Böyle bir kader inancı olmaz… Her şey kadere dahildir. Yalnız bazısına cüz'i irade taalluk eder, bazısına etmez.Bir kanaldaki kader programını doğrusu hiç beğenmedim… Çok yalın, çok sathî şeyler söylendi… “Önünde taş var, gidip çarpıyorsun. Bu kader mi canım?” gibi. Üstelik de telefonla katkıda bulunmaya çalışan ilâhiyatçı “lüzumsuz oldu bu!” itirazıyla zımnen istiskal edildi… Fikir adamları bu hususu konuşabilirmiş. Elbette konuşabilir ve konuşmalıdır. Ama önce, dinin bu konuda ne dediğini bilmelidirler.
Kader, cüz'i (beşerî) iradeyi reddetmez. İslâm'daki kader, Batı'daki fatalizm değildir.
İslâm'daki ulûhiyet inancı, kadere inanmaya zaruri olarak intaç eder. Ayrıca bildirilmeseydi bile…
Cenab-ı Hakk her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter… O halde geleceği de bilir, geleceği dilediği gibi yönlendirmeye de gücü yeter.
“Cüz'i irade” işte burada devreye giriyor. Cüz'i iradeyi yaratan; geleceği külliyen biliyor; kullarına verdiği cüz'i iradenin tasarrufuna onların iradî tekâmülü ve imtihanı için izin veriyor.
Cüz'i iradenin tasarrufu, “yaratma” şeklinde olmaz, olamaz. Yaratmak Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Cüz'i irade, izafî ve sınırlı bir tasarruf halinde tezâhür eder. Allah'ın onu bilmesi ve de yaratması; kulun sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Şu izah karşısında; “mademki kader var, yatıp duralım; yapacağımız bir şey yok” demenin anlamı var mı?
Ters görünen bir şey söyleyeyim: Asıl, kader olmasaydı hürriyet olmazdı!
Hürriyet bir nizam içinde var olabilir. Bir nizam, bir ahenk olacak ki; siz de o sayede oluşan imkânları kullanabilme iradesini ortaya koyabilirsiniz.
Kader'siz bir dünya görüşü akla aykırıdır. Bir üstün kuvvet olacak, mutlak ilmi, mutlak tasarrufu olacak ki bu âlemin mevcudiyeti ortaya çıksın, devamlılığı gerçekleşsin. Cenab-ı Hakk'a noksanlık izafe ederseniz, kainatın varlığını izah edemezsiniz.
Görülüyor ve anlaşılıyor ki, hayat bir İlâhî programa tabi; geçmişiyle, bugünüyle, geleceğiyle… Bu İlâhî programın izin alanlarında da cüz'i iradenin faaliyeti var.
İslâm'ın ulûhiyet inancını, “mütekamil” bir bağlanışla benimsemişseniz, yüreğinize yerleştirmişseniz; ilm-i İlâhi'ye havale edilecek noktaları kavrarsınız ve hiçbir zihnî-ruhî teşevvüşe düşmeden, tefekkürünüzü devam ettirirsiniz. Bizden istenen de bunu yapmamızdır. Fıtratımız, her sırrı bilmeye zaten elverişli değildir; düşünülmesi ve bilinmesi tavsiye edilen meselelere yönelebilmemiz, sonsuza açılan tekâmül yolunun sağındaki solundaki sınırlama ölçülerine riayet etmemizle mümkündür. Aksi halde, çöldeki su damlası gibi buhar olur gideriz. Tefekkür bu mudur? Doğrudan doğruya, Allah'ın zatı ve kaderin keyfiyeti üzerinde düşünmememiz tavsiye olunmuş… Büyük hikmeti var… Düşünceyi oraya teksif edersen, dengeni koruyamazsın ve düşünce gücünü tüketirsin. Mutmain olmak için elbette tefekkür edersin; fakat bazı sırları keşfe kalkışmayıp, aldığın ışıkla tekâmül yoluna yönelirsin.
Kader ve irade (hürriyet) arasında Batı'nın tezadı vardır, bizim değil…
Kaderde cebir yok. İzin var, cüz'i irade var. İlm-i İlâhi'nin kuşatması var. Cenab-ı Hakk, elbette ki, herkesi tek ümmet haline getirebilirdi. Dünyayı cennete, insanları meleğe çevirebilirdi… Murad-ı İlâhî o değil ki. “Ol” der olur. Bu tekâmül değil ki. Tekâmül, iradî olacaktır, iman, gaybe imandır. Tefekkür, iradîdir. Kader, irade'yi boşlukta kalmaktan korur; “bütün imkânları yok etme” hiçliğine varmaktan, anarşide boğulmaktan masun kılar; yalnızlıktan kurtarır. Ayrıca kader Allah'ın sonsuz ilmiyle ilgilidir, icbarıyla değil.
***
http://www.zaman.com.tr/yazarlar/ahmet-selim/kader-de-var-sorumluluk-da-2_2341275.html
David Hume'un bazı soruları, çıplak aklı en çok zorlayan sorulardır.
Burada zikretmiyorum ki, takılan olmasın! Yalnız şu kadarını söyleyeyim: Dünyada kötülükler ve zulümler cüz'i iradenin eseri olarak var. Kudreti sonsuz olan Rabb'imiz onları (dileseydi) elbette ki önlerdi. Ama dünya o zaman mahiyet değiştirirdi ve “imtihan-tekâmül” sahnesi olmaktan çıkardı. Yine de bazı hallerde İlâhî müdahale var ve bu dünya o sebeple henüz yaşanmaz hale gelmedi. (Tasarruf daimidir, kesintisizdir. Müdahaleyi özel mânâda kullandım). Fakat bir gün gelecek, bu dünya, insanların cüz'i iradesi dolayısıyla mihverinden çıkmaya müstahak olacak. “Kıyamet” işte o gündür.
Kader inanışı olgunlaşmadan tefekkür olmaz. Çünkü; tefekkürün yönü, istikameti, yolu tayin edilemez. Kadere, tevilli veya açık itirazlar, aslen, dünyevî hayatla sınırlı bir adalet duygusundan kaynaklanıyor.
Mesela deniliyor ki; hastalıklar var, acılar var, çeşitli musibetler var; bunlar neden oluyor? Bu soruya iki türlü cevap veriliyor:
1) Bunların, yaptıklarımızdan dolayı başımıza geldiği düşünülüyor. Böyle bir esas var; fakat aslî şümulle kavranamıyor, “fazileti müsellem (vasfen ve şahsen müsellem) kişilerine başına gelenlerin sebebi nedir?” sorusu açıkta kalıyor. Ayrıca orada iradesini kullanmasıyla ilgisi bulunmayan kişilerin durumları izah edilemiyor.
Doğrusu şudur: Allah zulmetmez, biz zulmederiz. Ama herkesin maruz kaldığı zulüm veya musibet, kendi cüz'i iradesiyle ilgili olmayabilir; başkasının iradî davranışlarıyla ilgili olabilir… “Resulullah Efendimiz (sas)'e de zulmettiler, ashaba da, alimlere de zulmettiler… Bu zulümde Allah'ın rızası yok, müstahak görmesi de yok; kafirlerin iradesi var. Allah zulmetmez, insanlar zulmeder. Zulmette olan zalimler zulmeder. Böyle yapmakla, aslen, kendi kendilerine de zulmetmiş olurlar. Yukarıda belirtilen esas, bu genişlik içinde kavranılmalıdır.
Senetü'l Hüzün'ü düşünün… Muhasara olayını… Müslümanlar açlıktan inliyor haldeydiler. Peygamberimiz aynı sene, hem Ebu Talib'i, hem Hz. Hatice'yi kaybetti. “Hüzün senesi” denilmesinin sebebi buydu… En büyük beşerî acı, evlat acısı. Peygamberimiz, bütün evladını, Hz. Fatma hariç, kendisi hayattayken kaybetmiştir… Zindanlarda kırbaçlanan, inletilen İslâm âlimleri var… Ömrünü hastalıklarla geçirmiş, “cumaya gidememesinin sebebini” son deminde açıklayan mezhep imamı var… Misaller saymakla bitmez. Burada “herkes ettiğini bulur” olur mu? Hitap umumidir: İnsanlar yine de, farklı iradelerle de olsa, kendi kendine zulmetmiş oluyor… Bu, birinci husus.
İkinci husus, hiç elimizde olmayan ve başkalarının da iradesiyle ilgili bulunmayan musibetlerin varlığıdır. Ahiret hayatıyla bütünleştirmezseniz, bunu elbette izah edemezsiniz. Dünya, bir imtihan sahnesidir. Biz sıhhat ve afiyet niyaz edeceğiz, musibetlerden korunmayı dileyeceğiz. Tedbir alacağız. Fakat başımıza gelene de sabrederek, karşılığında vaat edilene ermeyi düşüneceğiz… Her halin, İslâmî bir karşılığı ve mânâsı var. Bir zerre boşluk yok.
Dünya sınırları içinde “mutlak adalet” aranmaz. Aransaydı dünya “mü'minin zindanı” olur muydu? Dünyada rahatlık olmayacağı bildirilir miydi? Şunu ihmal ediyor değilim: Dünyada elbette ki mutlak adaletin tecellileri var… Fakat bu tecelliler de, “dünyacıların” arzu ettikleri cinsten bir objektif genelleme darlığına irca edilemez.
2) İyice zora düşen, bu defa kader mefhumunu farklılaştırıyor: “Tabiat kanunları var, fizikî-kimyevî kanunlar var, topyekûn maddenin kanunları var; bunlar Allah'ın yarattığı kanunlardır, kader de budur… Kader zaten (kadr-miktar) demektir vs.” Güya insanı dışlıyor.
Her şey denge ve ahenk içindedir, mihverindedir, özellikleriyle mütenasip yerdedir, ölçüye tabidir… Lakin kader bununla tarif edilemez; bu ancak kaderin bir şubesi olabilir. Kaderi oraya inhisar ettirdiğiniz zaman, bir çeşit İslâm maddeciliğine (!) (pozitivizmine) varırsınız. Deizm'e ve onun determinizmine kayarsınız.
Bazılarının arzusu şöyle: Çok öğrenirsek, çok çalışırsak güçlü oluruz, üstün oluruz. Her zaman böyle olmayabilir efendim! Nice alim ve çalışkan insanlar fakr u zaruret içinde yaşamışlardır… İçtimaî planda da öyledir. Batı medeniyetini, siz, ilmin ve çalışkanlığın faziletiyle özdeş mi mütalaa ediyorsunuz? Maddeten üstün olana, hemen “faziletçe de üstündür” rütbesini mi vereceğiz? O zaman düşünce bile abesleşir! Batı medeniyeti, sömürü vampirliğiyle dünyaya hakim oldu… Medeniyetler böyle tahlil edilmez. Dünyevî hayat, ferdî-içtimaî, hiçbir planda böyle açıklanamaz. Çalarak, gasp ederek, sömürerek, zulmederek de zengin olunabilir. Hatta onlara mehil de verilir. O zenginliğin içi de, sonu da ateştir. Zengin olmak, maddî güç kazandırsa bile, mutluluk getirmez. Batı medeniyetinin insanı mutlu mudur?
Dünyadan nasibimizi de unutamayacağız elbette. Fiilen terk yoktur, hükmen (manen-kalben) terk vardır. Mükevvenât bize musahhar kılınmıştır; yaratılanlar bizim faydalanmamız içindir. Ama bazen, acıları seçmek gerekebilir. Ben batı medeniyetinin yaptığını yapamam. Binamı (dünya görüşümü ve hayatımı) uçurumun kenarına değil, rıza temeline dayandırmaya mecburum. Aksi halde; zenginliğim ve üstünlüğüm bana bir ateşten gömlek olur; daha dünyada iken olur… Bu gerçekleri bilinen sosyolojinin kanunları yazmaz. Henüz öyle bir sosyolojiyi bizler kuramadık.
“Biz kaderciliğe saplandık. Zilleti, meskeneti teseyyübü seçtik”… Bu kadar ucuz hüküm olmaz. Sabrın varsa; “Batı neden ileri gitti, biz neden geri kaldık?” konusunu anlatayım. Ama onu anlatmaya başladığımda hemen “ağır geliyor” deyip kaçıyorsun. Ağır elbette. Hikâye ve yârenlik üslubuyla medeniyet tarihi anlatılmaz.
… Hepsi Allah'ın kaderi! Ama sorumluluğumuz var. Kur'an-ı Kerim, (hadis-i şerifler) kaderi anlatıyor. Sorumluluğumuzu da anlatıyor. “İradesizlik” itirazlarına cevap veriyor. “Hilkat farklılığı” itirazlarına cevap veriyor. Tefekkürü emrediyor.
Bu dünya, “kader nizamı” içinde “iradî tekâmül ve imtihan” dünyasıdır. Duygusallığımız, gönül zenginliğimiz, dualarımız en büyük hazinemizdir. Ama öncesinde, kendi gönlümüze; kendi aklımızla, irademizle, sorumluluk şuurumuzla yardımcı olmalıyız. Duygusallığımız mahrum, mahkûm, mazlum, mahsur kalmamalı, kalırsa, saflığını da kaybedebilir, çeşitli tahripkâr dönüşümlere de sebebiyet verebilir. Yaşama gücünün zayıflaması, yeislere düşülmesi, ters tepkilerle başka sığınaklara gidilmesi, yozlaşmalardan medet umulması ve söylemek istemediğim daha bir sürü ihtimal söz konusu olabilir.
Gönlümüzü aklımızla birleştirmeyi başarırsak, o yolda olursak, o şuura sahip bulunursak; değil tabiî meseleler, en sarp engeller bile, bazılarının tesadüf zannettiği güzellikler içinde aşılabilir. Bizim tesadüf zannettiğimiz birçok şey, aslında kaderin tecellilerindendir.
Cebriyye'yi de kaderiyye'de biliyoruz. Fakat çağdaş yorum adına “Allah bizim gelecekteki kararlarımızla davranışlarımızla ilgili olan gaybı bilmez.” anlamında yorumlar yapıyorlar. Bu gaflet, “zaman”ı da yaratanın Cenab-ı Hak olduğunu dikkate almama ihmalinden doğuyor ve çocukça bir yanılgıya dönüşüyor. Kur'an'la sabittir ki Allah, bırakın eylem ve işlerimizi, zihnimizde ve gönlümüzde olanları bile bilir. Zaman ve mekan bizi sınırlar, O'nu değil.
04.02.2016 Perşembe
Emekli müftülerimizden Hüsnü Yılmaz hocaefendinin kader mevzuundaki çalışması
1
K A D E R E İ M A N
( EF’ÂL-İ İBÂD MESELESİ ) -x
KADERE iman etmek, İslâm Dini’nin temel esaslarından ve İmânın şartlarındandır.
Bir insanın, mü’min ve müslüman olabilmesi için kader’e iman etmesi şarttır. O derece
önemli olması sebebiyledir ki, Kadere inanmak, imanın, altı şartından biri olmuştur.
CİBRİL HADİS-İ ŞERİFİ İLE BİLDİRİLEN, İMANIN ALTI ŞARTI
Din-i islâm’ın esaslarını öğretirken bir gelişinde Cebrâil aleyhisselam, Resulüllah
efendimizden şu hususları sormuştu :
-Söyle bana yâ Resulellah iman nedir?.. Hz. Peygamber de :
-Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, âhret gününe, Kadere, hayr ve
şerrin Allah’dan geldiğine iman etmektir” buyurmuştu. Cibril-i Emin de :
-Doğru söyledin yâ Resulellah!. Dedi.
Allah tarafından gönderilen Cibril’in, Din-i islâm’ı öğretirken Kader’e inanmak, iman’ın altı
şartından biri olarak gösterilmişti. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi)
Allah’a, O’nun peygamberlerine ve gönderdiği kitaplara ve âhiret gününe iman etmek, ne
derece önemli ise, KADER’e inanmak, da o derece önemli bir husustur.
Kader meselesi, İnsanlık târihinin her devrinde, zaman zaman, tartışmalara yol açan bir
önemli mesele olduğu bilinmektedir.
Kader mevzuu; İslâm’ı iyi öğrenen ve teslimiyet sırrını kavrayabilen mü’minler için kolay bir
mesele olmasına rağmen; bu meseleyi, ehil kimselerden öğrenemeyen veya enâniyet
gösterip kendi aklı ile yorumlar yapmaya kalkışan insanlar için, kavranması kolay bir mesele
değildir.
Onun için; tarih boyunca, islâm esaslarını iyi kavramamış kişilerin veya ilim adamı bilindiği
halde ilmi, ehlinden almamış veya aklına mağrur olmuş ruhsuz insanların, en çok sapıttığı
ve başkalarını da şaşırttığı en mühim husus, KADER meselesi olmuştur.
Bu mesele, âhir zaman peygamberi efendimiz’den önceki peygamberlerin şeriatine mensup
olanları da meşgul etmiştir.
Hatta, Allaha şirk koşanlar bile, KADER hususunda tartışmalara girmişler ve cehâletleri
yüzünden, Allaha şirk koşma suçlarını, KADER’e yüklemeye kalkışmışlardır.
2
Bu husus, Kur’ânı kerimde, şöyle açıklanmıştır :
Müşrik olanlar elbette diyeceklerdir ki: “Eğer Allah dileseydi, ne biz müşrik olurduk ne
babalarımız; ne de (kendiliğimizden) bir şeyi haram yapabilirdik” Bunlardan öncekiler
de (peygamberlerini) böyle inkar etmişlerdi. Sonunda azabımızı tatdılar. Onlara de ki :
“Sizde ilim namına bir şey varsa, onu bize çıkarsanız a! Siz, sırf bir zan ardından
gidiyorsunuz ve siz ancak yalan üretiyorsunuz” (Enam 148 sh-149 Mezhebler tarihi Muh Ebu Zeh Sh-
118)
Bu günün ateist münkirleri de aynısını söylemektedir. (Allah dilediği için böyle inanıyor, böyle
davranıyoruz, diye söylenir dururlar).
Âlûsi tefsiri bu âyeti kerimenin izahında şunları söylüyor :
Müşrikler bu sözleriyle, işledikleri suçlardan dolayı özür dilemek istemiyorlardı. (Allah
yaptıklarını yüzlerine çarpsın) Çünkü onlar işlediklerinin suç olduğuna inanmıyorlardı.
Halbuki yaptıkları şeyler, onlar için zehirleyici bir yılan idi. Onlar, şu âyet-i celilenin de
beyan ettiği gibidir :
(Habibim onlara de ki :)
-Ben size, amelleri en ziyâde yazık olanları haber vereyim mi?
-Onlar şu kimselerdir ki, dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa kendileri, iyi
bir iş yaptıklarını sanırlar. (Kehf suresi ayet 103-104 sh-305)
Onlar, kendilerini Allaha yaklaştırması için putlara tapıyorlardı. Bir şeyi haram kılmadıklarını,
(yaptıklarına Allah müsaade ettiğine göre) haram kılanın, “Allah” olduğunu iddia
ediyorlardı.
Onların, bu sözlerden maksatları, yaptıklarının HAK ve meşru olduğuna ve (işledikleri kötü
fiillerinden), Allahın râzı olduğuna dâir (güya) delil getirmekti.
Onlara göre Allah, onların yaptıklarının olmasını istiyordu. Bir şeyi dilemek, emretmeye eşitti.
Ve o işten râzı olmayı gerektirirdi.
(yani, mâdem ki Allah, bir işin yapılmasını diliyor, kuluna mani olmuyor, o halde o işten
kendisi râzi demektir ve o işi emretmiş demektir, diyorlardı).
Hâsılı bunlar, şunu demek istiyorlardı. Onların, Allah’a şirk koşmaları, birtakım şeyleri
kendiliklerinden helâl veya harâm saymaları ve buna benzer davranışlarda bulunmaları,
Allahın (takdiri ve) dilemesiyle gerçekleşiyordu. Onlara göre, Allahın dilediği (ve takdir ettiği)
şey ise meşrudur ve Allahın râzı olmasını icap ettirir” (Ruhul-meâni 8-50 ve Ebu Zeh.119)
Görülüyor ki, bu müşrikler, KADER meselesini, (kendi kafalarına göre tefsir edip) ortaya
atıyorlar ve peygambere karşı bunu kalkan olarak (ve güya delil olarak) ileri sürüyorlardı.
Resulüllah zamanında Hz. Peygamberin duruma hâkim olduğu, güçlü ve kuvvetli zamanında
bile münâfıklar, korkularından müslüman olduklarını söylüyorlar. Sonra da içlerinde
sakladıkları nifak tohumlarını zaman zaman, açığa vuruyorlardı.
3
Münâfıklar ve Yahudiler, KADER mevzuunda karmaşık bazı kelimeleri ve buna benzer
meseleleri, her fırsatta Resulüllahın sözleri ve davranışlarına itiraz konusu ediyorlardı.
Zamanla bu itirazlar bir zehir çekirdeği oluşturdu ve bu itiraz tohumlarından kafalarda bitkiler
misâli şüpheler doğdu.
Münâfık ve Yahudiler tarafından ortaya atılan ve insanlar arasında tartışmalara sebep olan
bu meseleler, ne kadar çok olsa da, bunlar içerisinde en büyük fitne vesilesi KADER
meselesi idi. Öyle ki, Resulüllah efendimiz (s.a.v) KADERE iman etmenin farz olduğunu
beyan etmiş ve fakat, kader meselesi hakkında tartışmayı ise yasaklamıştır.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bu mesele, insanların en çok sapıttığı bir mesele olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hattâ millete yol göstermesi beklenen görünüşte ilâhiyatçı bir kısım
Prof.ların, ve hatta yakın geçmişte, en üst mevkilerde görev almış hoca bilinenlerin bile
mühim bir kısmı, açıkça söylemeye cesâret edemiyor ise de, özel sohbetlerde ve bazı
mahfillerde açıktan açığa, KADERE inanmadıklarını teleffuz ettikleri üzüntü ile müşâhede
edilmiştir.
Ne gariptir ki, AKLI, “vahyin üstünde” gören, sözde bilim adamları, imanın şartlarını sanki
kendileri tayin etmiş de, istediklerine inanmamak kendi ellerinde imiş gibi, “Ben KADERE
inanmıyorum” diyebilmektedir. Pek tabii ki, islâm’ın ve imanın şartlarına tam bir teslimiyetle
iman etmek, bir NASİP meselesidir, herkese nasip olmaz.
Hayır, kim muhsin olarak yüzünü Allah'a döndürürse (Allah'a hakkıyla teslimiyet ve kulluk
ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.
(bakara sh-18)
KADER mevzuu; müslümanlar için, ebedî yıkıma uğramamak bakımından, hayâtî
meseledir.
Kendilerini MÜSLÜMAN kabul eden nice insanlar vardır ki, Ehl-i sünnet prensiplerinden
habersiz olduğu ve Kader meselesini kavrayamadığı için HAK’dan sapmışlardır.
Allahın varlığına ve birliğine inanmak, Allahın Resullerine, kitaplarına, meleklerine ve
âhiret gününe, yani imanın diğer beş şartına inanmak meselesinde hep, engelleyici
düşmanlar vardır. Ancak, KADER meselesinde karşımıza çıkan düşman daha çok ve daha
tehlikelidir. Bu meseleyi kavramak ve kur’anın ve sünnetin tarif ettiği manada kadere
inanmak, hususunda insanı, ehli sünnet inancından saptırmaya çalışan o kadar düşman
var ki, saymakla bitmez.
Hem öyle ki, zâhirde bakarsanız, onların, kendinizden daha iyi bir müslüman olduğunu
sanırsınız. Resulüllah’ın, şerlerinden yüce Allaha sığındığı âhir zaman fitnesi de işte budur.
Zira, Buhâri-i şerifte bildirildiği üzere Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur :
İLERİDE ŞER VE FESAD GELECEK BUYURDU
(1471) ….. Resulüllah aleyhisselam’ın, SIR dosta Huzeyfe radiyallahu anh anlatıyor :
-Yâ Resûlellâh! Sonra ileride yine bir şerr-ü fesâd devri gelecek midir? dedim.
Resûlüllâh:
4
-Evet gelecektir. O devirde bir takım dâîler (hatipler, çığırtkanlar) halkı Cehennem
kapılarına çağıracak. Her kim onların da'vetine icâbet ederse, onu cehennem'e sevk
edecekler, buyurdu. Ben:
- Yâ Resûla'llâh! Bu da'vetçileri bize vasfetseniz! dedim. Resûlullâh:
-Onlar bizim milletimizden insanlardır. Bizim dilimizle (bizim azîz
duygularımıza seslenerek) konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde hayırdan
eser yoktur) buyurdu. Ben:
-Yâ Resûla'llâh! O (uğursuz) devir bana yetişirse (ben o devirde yaşarsam) nasıl
hareket etmemi emredersiniz? dedim. Resûlullâh:
-İslâm cemâatine mütâbaat, ve onların Reîsine mutâvaat eyle! … (Buhari tec. sarih 11-286)
Resuli Ekrem (s.a) bir Hadis-i şeriflerinde mealen şöyle buyurmuşlardır :
“Cenabı Hak ilmi, ulemânın kalbinden mahvetmek suretiyle onu hâfızalarından silip
unutturmak suretiyle çekip almaz. Fakat, ulemâyı kabzederek ilmi ortadan kaldırır.
âlim bırakmaz. Bu halde insanlar, cühelâyı büyük ittihaz ederek, dini zaruretlerini
bunlardan sorup teâfi etmek isterler. Bunlar ise ilimsiz, vukufsuz fetvâ verirler. Hem
dâlalete düşerler, hem de (dinleyenleri) dalalete sürüklerler. (Buhari tecrid 5-212)
İslâm düşmanları müslümanlara dâima, kavrayamadıkları ve en zayıf noktalarından vesvese
vererek, onların kafasını karıştırıp, inancında şüpheye düşürmeyi hedef alırlar. En tehlikelisi
de, Müslüman görünüp, içten saldıranlardır.
Her Müslüman için, Resulüllahın ve O’nun ashâbının yolu olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat
topluluğunun, nezih itikat esaslarını iyi anlayıp samimiyetle ona tâbî olması hayatî
ehemmiyet taşır. Bu sebeple, kısa da olsa, yazımızın, bu önemli meseleye ışık tutacağını ve
mü’min kardeşlerimize faydalı olacağını umarız.
Ehl-i Sünnet mezhebi, diğer bir ifâde ile “Fırka-i Nâciye yolu =yani kurtuluşa gidenler
topluluğu“ peygamber efendimizin (S.A) ve ashâbının,.. üzerinde yürüdüğü yegâne HAK
yoldur. Zaman içinde ve bilhassa asrımızda çeşit çeşit yollara sapanlar, kendilerini hep “Ehli
sünnet” yolunda zanneder ise de, ne yazık ki, nice Müslüman geçinenlerin bu iddiası, kuru
bir laftan ileri geçmez.
KADER NEDİR, KAZÂ NEDİR
Şimdi kader ve kazâ’nın ne demek olduğunu açıklamaya çalışalım :
Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir şeyin; belli bir zamanda ve muayyen bir şekilde meydâna
gelmesini ezelde bilip takdir etmesine KADER denir.
O şeyin meydana gelmesine de KAZÂ denir.
Nitekim beklenmedik bir hâdisenin; halk arasında KAZÂ diye ifâde edilmesi, aynı manaya
gelmektedir.
5
Normalde, ölüm vak’ası bir KAZÂ’dır. Allah tarafından belli bir zaman ile takdir edilmiş
bulunan KADER’in, İCRÂ edilmesi yani KAZÂ edilmesidir. Ama insanlar buna kaza demez
de, zahirde bir sebebe bağlı olarak tahakkuk eden ölümleri KAZA diye anarlar.
Kamer Sure-i celîlesi 49. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurulur :
“Şüphesiz ki biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle) yaratmışızdır” (Kamer 49 Sh-531)
Demek ki Kazâ, Allah-ü Teâlâ’nın ezelde dilediği ve takdir ettiği hususları, vakti gelince
yaratıp meydana çıkarmasıdır. Kader ve Kazâ ile alâkalı olarak Hadîd Suresi 22. âyet-i
kerîmede de şöyle buyuruluyor:
“Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizim onu
yaratmamızdan [kazâ etmemizden] önce o, bir kitapta, (bir KADERDE -Levh-ı mahfuzda
yazılmış) olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır” (57.Hadid Sh-541)
En’am Suresi’nin 59. Ayet-i kerimesi de şöyledir :
Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır; onları ancak O bilir. Karada, denizde ne varsa
hepsini de bilir; Bir yaprak düşmez ve yerin karanlıkları içine bir “DÂNE” girmez ki O
bilmesin. Yaş ve kuru her ne varsa hepsi apaçık bir kitapta (Levh-ı mahfuzda yazılı) dır.
(Enam 59 Sh-135 Sh135)
Buradan, önce şunu kavramış oluyoruz ki, bu âlemde meydana gelen her şey, Allah-ü Taâlâ’nın
ilmi, irâdesi, Kaderi (yani takdiri) ile ve kazâsıyla (yani yaratmasıyla) meydana gelir.
(Ehl-i Sünnet mezhebi) itikadına göre kader ve kazâ meselesini îzah etmeden önce, hemen
ifade edelim ki bu KADER (Mukadderat) mevzuunu kavramak kolay değildir. Bu iş, ilim ister,
basiret ister, iman ister ve samimiyet ister.
Müslüman bilir ki; Allah’tan başka yaratıcı yoktur. O, bir şeyin yaratılmasını dilediği zaman ona
sadece “OL” der ve o şey hemen meydana gelir. Bu husus, Yâsîn Sure-i celîlesi 83. ayet-i
kerîmesinde şöyle bildirilmektedir :
Allah, Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı, sadece "OL" demekten ibarettir.
Hemen oluverir. (Yasin 82 Sh-446)
Kamer sure-i celilesinde de şöyle buyurulur :
Bizim buyruğumuz, ancak bir tek “söz”den ibârettir. Bir anlık bir göz kırpması gibidir.
And olsun biz, sizin nice benzerlerinizi helâk ettik ama, düşünüp ibret alan mı var?
(Kamer 50-51 Sh-532)
Yüce Allah’ın ilim sıfatı vardır ve O’nun ilmi ezelîdir. Yukarıda meâlini verdiğimiz (Enam-59)
âyet-i kerime, O’nun ilminin hudutsuzluğunu ifâde eder. Allah’ın İRÂDE sıfatı vardır. O, külli
irâde sahibidir. İnsanlar ise cüz’î irâdeye sahiptir ve Allahın sıfatları ezelî ve ebedîdir. Onun
6
irâdesi olmadan hiçbir şey meydana gelemez. Her şey onun ilmi, irâdesi ve yaratması ile
meydana gelmektedir.
Kader ve Kazâ mevzuunda bir takım filozoflar; zayıf akıllarına güvenerek ortaya bir çok fikirler
atmışlardır. Ancak, nakle dayanmayanlar ve islâm şuurundan yoksun olanlar hep sapıtmış,
yolunu şaşırmışlardır.
Onun için İslâm mütefekkirleri ve Akaid Ulemâsı bu hususta ortaya atılan bütün düşüncelere ve
sapık fikirlere karşı (Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerifler ışığında) görüşler serdetmiş, İslâm
esâslarını güneş gibi ortaya koymuşlardır.
Kur’âna sünnete ve nakle başvurmadan yani, mâna âlemine nüfuz etmeden küçücük akıl ile,
FİZİK ÖTESİ âlemleri ölçmeğe kalkışan nice mütefekkir ve filozoflar, sapıtıp, dalâlete düşmüşler
ve nakilden uzak kalan akılları ile kavrayamadıkları için KADER meselesinde bir çok yanlış fikirler
yaymışlardır.
İNSAN AKLINA EVHAMLAR GELEBİLİR
Ehl-i sünnet âlimleri düşünce ve tefekkürle ilgili bütün meseleleri, AKIL ile amma, âyet-i kerime
ve hadîs-i şerifler ışığında araştırıp, en iyi ve en doğruyu bulmuşlar ve göstermişler, insan aklına
takılan vehimleri, akıl, mantık ve hikmet çerçevesinde aydınlatarak izâle etmişlerdir.
Şimdi, kader meselesini, Ehl-i Sünnet itikadı çerçevesinde bir misâl ile izah ederek, akla
takılan evhâmlara da özet bir cevap vermeye çalışalım :
BİR ÖRNEK
Bir örnek olarak meselâ; bir insanın adam öldüreceğini Hz. Allah’ın bilmesi ve onu ezelde
KADER olarak takdîr etmiş olması, o kimsenin adam öldürmeye mecbur olduğu mânasına
gelmez.
Çünkü “ilim ma’lûma tâbidir” Allah’ın, onu takdiri, o işin yapılacağını önceden bilmesi
sebebiyledir. Ama bu bilgi, hâdiseye tâbidir. Allahın bu bilgisi ve takdiri, kişiyi, o işi işlemeye
mecbur etmez. Diğer bir ifade ile : Kişi o hâdiseyi; Allahın bildiği ve onu takdir ettiği için işlememiş,
Kendi irâdesini ve tercihini o yolda kullandığı için yapmıştır. Nitekim, eğer kendi kendine :
-Bu cinâyeti işlemekten vazgeçtim.. diyerek bu yolda bir karar verse idi, kendisini o işe kimse
zorlayacak değildi.
Bir de şöyle bir misâl düşünelim : Oğlu hacca gitmiş olan bir baba;:
-Şu anda oğlum şu mevkide ve şu işle meşgûldür” dese, ve incelendiğinde gerçekten o anda
oğlunun o mevkide ve o işle meşgûl olduğu anlaşılsa, HAC’daki oğlunun o mevkide olması ve o
işi yapmış olması; babasının bildiği ve öyle söylediği için midir? Hayır.
Bu meselede, oğlunun durumunu tecrübesi ve bilgisi ile tesbît ve takdîr etmesi, aslında oğlunun
gidişâtını bilmesinden kaynaklanmıştır.
Babası arkadan onun ne yaptığını bilmiştir. Ama bu bilgi, oğlunu öyle hareket etmeye mecbur
etmez. Oğlu, hareketlerini, kendi irâdesi ile yapmaya devam eder.
İşte burada, aslolan çocuğun ne yaptığıdır. Babanın bilmesi ona tâbî olmuştur ve baba, isâbet
etmiştir. Ne var ki, KUL her meselede böyle isâbetli bilgiye sâhip değildir. Hz. Allah ise, kâinatta
olan bütün hâdiselerde (ezelî ilmi ile) her şeyi en ince noktasına kadar bilir, görür ve gelecekteki
olayların kaderini takdir eder. Bu takdir, insanları o işi yapmaya mecbur etmez. Kul’un bir işi
7
bilerek yapması, hep kendi irâdesinin mahsulüdür. Onun için de işlediğinden sorumludur. Ama
kendi irâdesini kullanmadan vuku bulan hâdiselerde zâten sorumluluğu yoktur.
Önceki örneğimizde Allah, (c.c.) o kimsenin adam öldüreceğini ezelî ilmi ile ve hakkıyla bildiği için
o şekilde takdîr etmiştir. Vakti gelince o kimse o işi dilediği ve yapmaya karar verip harekete
geçtiği için, Allah da o hâdiseyi, o şekilde yaratmıştır. Yarattığı o işe, Allah’ın razî olup olmaması
ise, ayrı bir meseledir.
KULLARIN FİİLLERİ
Kul’un işlediği her işi, Hz. Allah halk eder. Ancak, HAYR olanları râzı olarak halk buyurur, ŞER
olan işleri ise râzı olmayarak halk eder.
Burada, kulların irâdesi meselesi, hemen kendini gösterir ki, bu da İlm-i Kelâm’da “Efâl-i ibâd”
(yani kulların fiilleri) meselesi olarak yer alır. Bu itibarla Kader ve kazâ meselesi yanında,
“kulların fiilleri” meselesi de mevzuumuzla iç içe bulunmaktadır.
İRÂDE-İ CÜZ’İYYE (Tercih edebilme Nimeti )
Bazı fiillerimizin istek dışı meydana geldiğini biliyoruz. Meselâ damarlarımızdaki kanın akışını ve
reflekslerimizi kontrol edemiyoruz. Ama yürümeyi, oturmayı, kalkmayı, yemeyi, içmeyi velhasıl bir
çok fi’limizi kontrol edebiliyoruz. İstersek yiyoruz, istersek namaza kalkıyoruz, istersek koşuyoruz,
istersek kitap okuyoruz.
Yani biz kulların da belli bir irâdesi, tercih hakkı ve kontrol kabiliyeti vardır. Bunu inkâr etmek
mümkün değildir. İşte bu irâdemize “İrâde-i Cüz’iyye” denir. Onun için, insan irâdesinin
dâhilindeki hareketlerinde sorumluluk vardır.
FİİLLERİ YARATMAK, SIRF ALLAHA MAHSUSTUR
Meselâ, KUL iradesi ile yemek yerken acaba bu yemek yeme, işini kendisi mi yaratıyor?
Ya da, adam öldürme işini kim yaratıyor.? Yani kul, adam öldürmeyi kendi tercih edebiliyor ama,
o hareketin neticesi olarak, ölümü yaratma ve halk etme işini kendisi mi yapıyor?.. Hayır. Kul’un
işlediklerini, yaratma ciheti kendisine âit değildir. Halk etme ve yaratma ciheti Allah’a âit bir
husustur.
Her hangi bir işin meydana gelmesinde İKİ CİHET vardır ki, birisi KESB, birisi de HALK cihetidir.
Kul, kendi irâdesiyle kesb eder, yani, teşebbüs eder ve bir işi yapar. Hz. Allah da o yapma işini
halk eder, yaratır. Böylece kaderde olan hâdise kazâ edilmiş, yaratılmış ve meydana gelmiş olur.
Kul adam öldürmeyi irâde-i cüz’iyyesi ile dileyip harekete geçtiğinde, meselâ tabancayı alıp
kendi irâdesiyle tetiğini çektiği zaman bir hâdise meydana gelir. İşte bu hâdisede iki cihet vardır.
Birisi KESB yani, teşebbüt ve işlemek,.. Diğeri ise Halk... Yani yaratmak.
Yaratma cihetini Allah halk ediyor ama kul öyle istediği için yani, irâdesini o yönde kullanıp
harekete geçtiği (kesbettiği) için Hz. Allah da o şekilde yaratıyor. Öldürülen kimse üzerinde,
Allahın o ölümü halk etmesi olmasa, kesb ciheti akim kalır, kişi ölmez. Ölümün halk edilme ciheti
Allaha âit bir, yaratma cihetidir.
Bu bir kanun-i ilâhidir. Kimse bu ne itiraz edebilir, ne de aksini yapabilir. Ama ne gariptir ki,
insanlar yine ileri geri konuşabilmektedir.
8
Resulüllah’ın yolundaki Ehl-i Sünnet mezhebine göre bu meseleyi hulâsa eden kaide şudur:
“KUL KÂSİB, ALLAH HÂLIKTIR”
KUL, kesb bakımından kendine âit olan fi’lî işlemiş olduğundan onun neticesinde (ilâhi kanun
gereği) Allah’ın halk etme işi meydana geliyor. Ve yaratmak, “Allah’a âit” olmuş oluyor ki işte
burada, biri “kesb ciheti”, diğeri de “halk ciheti” olmak üzere iki cihet vardır.
Bir örnek olarak ele aldığımız; adam öldürme hâdisesinde; ezelde takdir edildiği KADER
noktasından, meydana geldiği KAZA ânına kadar hâdiseye bir göz atmış olduk.
Belli bir zamanda vuku bulacak bu olayın, tâ ezelden, Allah tarafından bilinip Levh-i mahfuz’a
yazılmış olması, bir KADER’dir, takdir’dir. Zamanı gelip tahakkuk etmesi de bir KAZA‘dır. Bunun
ilmî tâbiri budur. İşte kâinatta meydana gelen bütün hâdiseler bu ilâhi kanuna uyumlu olarak
cereyan eder.
KUL NİÇİN SORUMLUDUR?
Hz. Allah, ilm-i ezelisi ile o kimsenin adam öldüreceğini ve irâdesini bu yönde kullanacağını
biliyor. Bildiği için o şekilde takdir ediyor, kaderine yazıyor. Vakti gelince o kimse irâdesi ile adam
öldürme işini tercih edip harekete geçince Hz. Allah da o işi yaratıyor. Bu bakımdan adam
öldürme işinden, kul sorumlu olacaktır. Çünkü kendi tercihi ve irâdesi ile o işi yapmıştır. İşin,
HALK cihetini Allah’ın yaratmış olması, kişiyi sorumluluktan kurtarmaz.
Kul, “Ne yapayım, bunu bana, Allah yaptırttı” diyemez. Çünkü Hz. Allah insana irâde nimetini
vermiştir. Yani, tercih hakkı tanımıştır. Ve kul, hür irâdesiyle öyle tercih ettiği için Allah da o işi,
öyle yaratmıştır.
Çünkü Allah (c.c.) gönderdiği kitaplar ve peygamberler vâsıtasıyla iyi ve kötü amellerin neler
olduğunu, bunların karşılığında hangi mükafat ve hangi cezaların verileceğini, hangi fiillerden râzı
olmadığını, hangilerinden râzı olduğunu peygamberler ve kitaplar vâsıtasıyla, açık seçik
bildirmiştir.
İnsana, gücünün yetmediğini yüklememiştir. Hayır işlemeye de, şer işlemeye de kabiliyet vermiş
ve insanları ikisi arasında serbest ve muhayyer kılmıştır. İyi olanı da iyi olmayanı da anlayacak bir
akıl vermiştir. Aklı olmayanlar ise sorumlu tutulmamıştır.
AKÂİD KİTAPLARINDAKİ BİR TEMEL KAİDE
Hz. Allah, ilm-i ezelisi ile o kimsenin adam öldüreceğini ve iradesini bu yönde kullanacağını
biliyor. Bildiği için o şekilde takdir ediyor, kaderine yazıyor. Vakti gelince o kimse iradesi ile adam
öldürme işini tercih edip harekete geçince Allah da o işi yaratıyor.
Bu bakımdan adam öldürme işinden kul sorumlu olacaktır. Çünkü kendi tercihi ve iradesi ile o işi
yapmıştır. İşin, HALK cihetini Allahın yaratmış olması, insanı sorumluluktan kurtarmaz.
Kul, “Ne yapayım, Allah öldürttü” diyemez. Çünkü Hz. Allah insana İRÂDE NİMETİNİ
vermiştir. Yani, tercih hakkı tanımıştır. Ve kul, hür iradesiyle öyle tercih ettiği için Allah da öyle
yaratmıştır.
Çünkü Hz. Allah, gönderdiği kitaplar ve peygamberler vâsıtasıyla iyi ve kötü amellerin neler
olduğunu, bunların karşılığında neler elde edileceğini, hangi fiillerden râzı olmadığını,
hangilerinden râzı olduğunu peygamberler ve kitaplar vâsıtasıyla bildirmiştir.
9
İnsana, gücünün yetmediğini yüklememiştir. Hayır işlemeye de, şer işlemeye de kabiliyet vermiş
ve insanları ikisi arasında serbest ve muhayyer bırakmıştır. İyi olanı da iyi olmayanı da anlayacak
bir akıl vermiştir. Aklı olmayanlar ise sorumlu tutulmamıştır.
İnsana, irâde-i cüz’iyye bahşetmiştir.
“Sen hangisini istersen ben onu yaratacağım” İyi işler istersen onları yaratıp râzı olacağım ve
seni mükâfatlandıracağım. Kötü işler yaparsan onları da yaratacağım ama (işleyenden) râzı
olmadan yaratacağım ve onu işleyene cezâ vereceğim. Şimdi sen hangisini istersen onu seç,
“İrâdende HÜR ve serbestsin” buyurmuştur.
Evet, adam öldürmede, kulun dahli vardır ve KUL tercih etmiştir ve kul sorumludur. Çünkü adam
öldürmenin günah olduğunu, bu işin karşılığında cezâ göreceğini bilmektedir. Onun için de
sorumluluk taşımaktadır. Yaratma ciheti, Allaha âit olması onu sorumluluktan kurtarmaz..
İşte kader ve kazâ ile ilgili Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü budur.
AKAİD KİTAPLARIMIZDA BU ESAS, ŞÖYLE İFADE OLUNUR
Hayrı ve şerri, Allah murad eder (yaratır). Lâkin, şerre rızâsı yoktur. (Emâli kitabı)
Evet, Hz. Allah, hayır ve şerden, kulların işlemiş olduğu her işi; diler, halk eder, yaratır. Ancak,
Hayr’ı, râzı olarak yaratırken, ŞER işleri, râzı olmayarak halk eder. Onun için de, Hayr işleyene
mükâfatını ihsan eder, Şerri işleyene de, günü gelince cezâsını verir.
KUL’a, irâde-i cüz’iyye bahşetmiştir. “Sen hangisini istersen ben onu yaratırım” buyurmuş,
İyi işler istersen onları yaratıp, senden râzı olacağım ve seni mükâfatlandıracağım. Kötü işler
yaparsan onları da yaratacağım ama, râzı olmadan yaratacağım ve onu işleyene, cezâ
vereceğim. Şimdi sen hangisini istersen onu seç, “İrâdende HÜR ve serbestsin” buyurmuştur.
ŞU NOKTAYA DİKKAT EDİLMELİDİR
Yaratma cihetinin Allaha âit olması, KUL’u sorumluluktan kurtarmaz. İşte kader ve kazâ ile ilgili
Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü budur.
Hak ve hakikat tanımak istemeyenler, küfür ve isyanlarına istedikleri kadar kılıf arasınlar,
sorumluluktan kurtulamayacaklar. Çünkü hüküm, kullara âit değildir. Eninde sonunda hükmü
verecek olan kâinatın sahibi Hz. Allah’dır.
Hakikat, bütün parlaklığı ile ortadadır. Herkes, irâdesinde serbesttir ve yaptığından sorumludur.
Bundan sonra söylenecek söz, yaradan Allahın şu mübarek kelimeleridir :
(Resulüm!)“ De ki: “Bu Hak (kitab) Rabbinizdendir.
Artık dileyen imân etsin, dileyen kâfir olsun!.
Çünkü biz, zâlimler için öyle bir ateş hazırladık ki, duvarları kendilerini kuşatmaktadır”
(18.Kehf Sh-298)
10
H Ü L Â S A
Şimdi, Ehli Sünnet mezhebinin Kazâ ve Kader hakkındaki görüşlerini, Buhâri Tecrid-i
Sarih’den hülâsa edelim :
Cenabı Hak eşyayı yaratmazdan önce eşyanın mıktarlarını, ahvâlini, zaman-ı icâdlarını
takdir edip bilir. Sonra sebkeden bu ilminin icâbı olarak da icad eder. Binaenaleyh iman küfür,
hayır şer, menfaat mazarrat gibi bütün şuûnat, Cenâbı Hakkın ezeli ilmiyle, irâde ve
kudretiyle vücûd bulmuştur. Onun mülkünde, O’nun hüküm ve takdirinden başka kisinin ve
hiçbir kuvvetin hüküm ve nüfûzu yoktur. Cenâbı Hak, bu ezelî ilmi icâbı lâ-yezâlde eşyâya
vücûd verir. (Buhari tecrid 12-243)
BİR HADİS-İ ŞERİF
(2062) İmrân İbn-i Husayn radiya'llahu anh'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kere Resûl-i
Ekrem'e bir kimse (imrân'ın kendisi):
-Yâ Resûlallah! Ehl-i Cennet cehennemliklerden (Allah'ın kazâ ve kaderiyle) bilinir,
(ayırd edilir) mi? Diye sordu.
-Resûlu'llah: Evet ayırd edilir, buyurdu. İmrân:
Öyle ise (Cennetlik, Cehennemlik ezelde belli olunca) hayır işleyenler, ibâdet edenler
niçin işlenmeli? Dedi. Resûl-i Ekrem:
Herkes niçin yaratıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser (ve mukadder)
kılındıysa onu yapar” buyurdu. (Buhari 12-243)
Buharinin, bir de Abdullah ibni Mes’ud (ra) hazretlerinden rivayeti vardır ki, mevzuumuz olan
İmran H. Şerifini izah eder mahiyettedir. Bu rivayetine göre :
-İnsanoğlu ana karnında “aleka”” “mudğa” gibi hilkat etvârını tamamlayıp yüz yirmi
günlük tekâmül tehâvülünü geçirdikten sonra Allahu Taâla bir melek göndererek, onun
işini, rızkını, ecelini, şaki veya sâid olduğunu yazdırıp, sonra cenine RUH nefholunur.
Bu rivâyete göre Resul-i Ekrem buyurur ki :
“Sizden bir kişi, bu fıtratı icabı dünyada iyi iş işler de, hatta kendisiyle cennet arasında
yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin ana karnında yazdığı yazı gelir. O
kişiyi önler. Bu defa o kişi cehennemliklerin işini işlemeye başlar. Bu suretle
cehenneme girer.. Sizden diğer bir kişi de fena iş işler, hatta kendisiyle cehennem
arasında bir kulaç mesâfe kalır. Bu sırada meleğin yazdığı kitabı gelir de onu önler. Bu
defa da o kişi ehli cennetin hayır işini işler, cennete girer.
Abdullah ibni Mes’ud’un bu Hadisi’nin bir mefhumu halk dilinde :
-Saîd, anasının karnında saîddir. Şakî de anasının kanında şakî’dir, suretinde bir düstur
hâlinde meşhurdur.
11
KULA DÜŞEN VAZİFE :
Şimdi, Hadis-i şeriflerden ve izahlarından bütün bu anladıklarımıza nazaran KUL’a
düşen vazife :
Niçin yaratıldı ise, onun muktezasını ifa etmek (bir an önce tevbe etmek) ve yaradana
karşı memur olduğu kulluk vazifesini hayatının sonunu kadar devam ettirmektir.
Binaenaleyh :
-SAÎD olan cennetlik kişinin saâdet alâmeti, hiç dalâlete düşmeden
ömrünün sonuna kadar (son nefes dahil) HAK yolda yürümek ve cennete
ermektir.
-ŞAKÎ olan cehennemlik kişinin, şakâvet alâmeti de, hayâtının sonuna
kadar dalâlete düşmüş olarak (sapık amellerle) yaşamasıdır ki, bu KUL da
sapkınlığı ile cehenneme ermiş bulunur” (Buhari tecrid 12-245)
Yani bize düşen; ne için yaratıldığımızı unutmadan, her an, Allah’a KULLUK
vazifelerimizi yapmak ve Din’in yasakladığı şeylerden kaçınmaktır. Böyle hareket
edildiğinde va’di ilâhi odur ki kul, rızâi ilahiye erer ve cennete kavuşur. Bizim
bileceğimiz budur. İşin, kader ciheti, Allaha ait bir keyfiyettir. O hususa bizim
müdahale etmeye, ne hakkımız ve ne de gücümüz var. Kadere inanmak ve onun
Allahın takdiri ile olduğunu bilmek kâfidir.
Bunu böyle bilmek ve Dinin hükümlerine boyun eğmek, seâdetin ve ebedi kurtuluşun
tek yoludur. Unutmamak gerekir ki bu dünya imtihan dünyasıdır. İmtihanın en büyüğü
de inanç noktasında ve bilhassa KADER meselesindedir. Din’in itikad esaslarına
harfiyen bağlılık gerekir. Amel, ondan sonra başlar. İtikat sağlam olmazsa, amelin de
faydası olmaz. İslâm, teslimiyet demektir. Ama gariptir ki, yaratan Allah’a teslim
olmaktan kibirlenenler, bir hayat boyu kovulmuş şeytana ve insan şeytanlarına ulluk
ve kölelik yapmaktan haya etmezler. İslâmın tarif ettiği esaslara, gösterildiği gibi
inanmayıp kendince fikir yürüten ve kendini ilgilendirmeyen taraflara burnunu
sokanlarıan,. kuş beyni ile keyfi yorumlar yapmaya kalkışanların, Hakka eğilmeyen o
dik kafalarını mutlaka bir gün, çok sert bir duvara çarpacaklarını unutmamak gerekir.
(Tecrid 12-245)
BİR SÜAL :
Kişinin said veya şaki olması, ezeli takdirin ve ana karnında iken bu suretle damgalanmasının
eseri olduğuna göre bu vaziyet, o kişinin serbest hareketine mani bir zaruret ve bir özür değil
midir?
CEVAP :
-Değildir. Çünkü, bu ezeli takdir ve bu suretle ana karnında yazılma hususu, Allahın ilim ve
iradesinin eseridir, neticesidir. Yani Allah, bir kişinin dünyada said veya şaki, cennetlik veya
cehennemlik olacağını ezelde bildiği ve böyle irade buyurduğu için o kişinin said veya şaki
olacağını takdir buyurmuştur.
12
Felsefi (ve itikadi) bir hakikattır ki :
-İlim değimiz sıfat, ma’lum dediğimiz mevsufa tâbidir. (Evet İLİM, Ma’lum’a tâbidir)
Yani, eşyanın, hariçte taayyün eden vücuduna ilim taalluk eder. İlim dediğimiz bilgi
öyle hasıl olur. Bu cihetle KUL için ezeli takdir, ne bir zaruret teşkil eder, ne de özür.
(Tecrid 12-245)
Şimdi, bütün bu izâhların hülâsası olarak meseleyi, iki âyeti kerime ile
özetleyelim :
…
işte Allah, dileyeni böyle sapıklığa düşürür, dileyene de hidâyet nasîp
buyurur…” (74. Müddessir sh-577)
Ya kötü ameli kendisine süslenip de onu güzel gören kimse de mi?
(Allahın hidâyet nasip ettiği kimse gibi olacak?).
Şüphesiz ki, Allah dileyeni dalâlete saptırır; dileyene de hidâyet verir. O
halde (Resulüm) canın onlara karşı hasretle (tükenip) gitmesin. (onlar için
kendini fazla üzme, çünkü) Allah, onların bütün yaptıklarını çok iyi
bilmektedir. (35.Fatır sh-436)
Elmalılı tefsirinin izahı ;
“Yani, iman edip Sâlih ameller yapın kimselere mağfiret ve büyük bir ecir
vardır diye, onun tersi olan o mağrur kimse de mi onun gibi olacak ki,
Kendisine kötü ameli süslü gösterilmiş,
Hırsı, şehvetle allanmış pullanmış câzibeli, hem zevkine, hem menfaatine
uygun, sonu iyi gelecek bir amel gibi hoş gösterilmiş.
De o kötü amelini, güzel görmüş…
Vehminin kuruntusu ve hevesleri aklına baskın gelmiş, şehvetlerinin
sarhoşluğu gözünü, gönlünü bürümüş. Şimdi böyle bir kişi, Allahın
hidâyet nasip ettiği mü’min gibi olabilir mi?
Peygamberlerine ve onlara uyanlara hidayet verdiği gibi, şeytanlara ve
onlara uyanları da sapıklık ve dalalette bırakır” (Elm.tefsiri 6-377)
13
Bu âyeti kerimedeki :
Cümlelerini, itikatta mezheb imamımız Ebu Mansur Muhammed Mâturidi
(k.s) hazretleri şöyle tefsir buyurmuşlardır. Arapça olarak aynen alıyorum:
“Allah; kimin dalâleti tercih edeceğini bilir ve onu dalâlette bırakır. Kimin
hidâyeti seçeceğini de bilir ve onu hidâyete erdirir” (Te’vilati ehlis’sünneh 4-171)
Hz. Üstâzımız Süleyman Hilmi Tunâhân (k.s) hazretleri de, bu âyeti
kerimeyi, aynen Mâturidi hazretleri gibi tefsir ederek şöyle izâh
etmişlerdir:
“Allah, hidâyeti isteyip, hidâyeti dileyenlere hidâyeti; dalâleti isteyip,
dalâleti dileyenlere de dalâleti halk eder” ve derlerdi ki :
“Ezelde, Ahmet cennetlik, Mehmet cehennemlik, diye zât ve şahıs üzerine
bir hüküm yoktur. Ancak (iman elbisesi, itâat elbisesi nur elbisesi) diye,
elbiseler biçilmiş ve “şu elbiseleri giyenler cennetliktir” denilmiş; ayrıca
(küfür, isyân, zulmet elbiseleri biçilmiş), “bunları giyenler de
cehennemliktir” denilmiştir. Binâenaleyn, insan irâde-i cüz’iyyesi ile
bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider” (Muhtasar ilmuhal H. Arıkan)
Nitekim Kur’anı kerim Yunus sure-i celilesinin aşağıdaki 108. âyeti kerimesi bu
noktayı çok açık bir şekilde hükme bağlamaktadır.
Dikkat edilirse, Hz. Allah, sebepsiz yere insanı hidâyete erdirmiyor ve dalâlete
düşürmüyor. Kul, onlardan hangisini ister ve tercih ederse Hz. Allah da onu halk
ediyor. İşte âyeti kerime :
(Resulüm) De ki: Ey insanlar!. Muhakkak ki, Rab'biniz tarafından size Hak
geldi. Artık her kim hidâyeti ister ve kabul ederse sırf kendi nefsi için
hidâyeti kabul etmiş olur. Ve her kim saparsa şüphe yok ki, o da kendi
nefsi aleyhine sapıklığa düşmüş olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim,
de” (10.Yunus sh-222 Elm.4-510 ve Ah. Davudoğlu-222)
14
Bu duruma göre, Kul, bütün fiillerinden kendisi sorumlu olduğuna göre
artık KUL’a lâzım gelen, isyân etmek değil, mukadderâta boyun eğmek ve
başa gelene râzı olmaktır. Yani kadere inanmaktır.
Bununla beraber, görünür görünmez belâlardan bizi koruması ve sıhhat ve
âfiyet içinde bir ömür vermesi için yaratan Allaha yalvarmak da, üzerimize
düşen mühim bir vazifedir.
Nitekim peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Sadaka vermek, belâyı defeder ve ömrü uzatır”.
BUHÂRİ-İ ŞERİF’DEN
KADER; lugaten Allahın hüküm ve takdiridir. İstilâhan KAZA ile KAZÂ arasında şöyle bir
fark vardır.
KAZÂ; Allahın, ezeldeki külli ve icmâli hükmüdür.
KADER de, ezeldeki külli hükmün lâ-yezalde (dünyada) ki, cüz’iyâtından ve ezeldeki icmâli
hükmün lâ-yezâldeki tafsilinden ibârettir.
Diğer bir tabir ile KAZÂ, bütün mevcudâtın ezelde LEVH-İ MAHFUZDA toplu bir halde
vücududur.
KADER de, mümkinâtın kazaya mutâbık olarak birer birer ve ayrı ayrı “adem” den (yokdan)
vücuda çıkması ve yoktan var olmasıdır.
Kısa bir tâbir ile, KAZÂ, Allahın ezeli hükmüdür. KADER de, lâ-yezâldeki tecellisidir. (Buhari
12-241)
Hicr suresi-i celilesinde şöyle buyurulmuştur :
Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri, bizim yanımızda (levh-i mahfuzda) bulunmasın. Fakat
biz onu, ancak (ihtiyaca göre) malum bir miktarda indiririz. (15.Hicr Sh-264)
Hz. Allah, bu kavl-i şerifi ile Kazâ ve Kader’in ezeli ve Lâ-yezâli hüküm ve takdirlerine işaret
buyurulmuştur. (Buhari 12-241 Umdetul-kaari ve Ta’rifatı Seyyid)
Şârih Kastelâni de Ragıb’den naklederek, Kader’le Kaza arasındaki farkı (yukarıdakinin
ma’küsü olarak) şöyle izah ediyor :
KADER, takdir, KAZA da tafsil etmek ve kesin surette hüküm eylemektir.. Bu suretle
KAZÂ, KADER’den ahas’dır. Bir teşbihe göre KADER, ölçmek için hazırlanan şeydir. KAZÂ
da, fi’len ölçmektir. Bu cihetle :
HZ. ÖMER Şâm’a gittiğinde orada TÂUN hastalığı bulunduğunu işitince oraya girmeyip geri
dönmüştü. Bunun üzerine Ebu Ubeyd ibni Cerrâh kendisine :
15
-Ya Ömer, Allah’ın kazâsından mı kaçıyorsun? Demişti. Hz. Ömer de :
-Allah’ın kazasından, Allahın kader’ine kaçıyor ve ilticâ ediyorum” diye cevap vermişti.
Ki KADER, KAZA suretini bulmadıkça Allahu Taâla’nın ref etmesi umulur.
Fakat Allah, KAZÂ edince de mukadderât-ı kaziyye-i Muhkeme hâlini alır ve def olunmaz,
demek olur.
Nitekim Kur’an-ı kerimde Meryem sure-i celilesinde :
....
Zaten bu iş, (benim ezeli ilim ve takdirinde) hükme bağlanmış bir işten ibaret
olmuştur. (19.Meryem sh-307)
Ve yine aynı sure-i celilede :
Hem içinizden hiçbir kimse yoktur ki, mutlak surette ona (cehenneme) uğramış
olmasın.. Bu, Rabbin tarafından hüküm ve kazâ buyurulmuş bir şeydir. (Meryem Sh-311)
kavli şerifleri ile, kazâ hâlini iktisâb eden mukadderatın telâfi imkânı olmadığı, tebliğ
buyurulrmuştur.
RESULİ EKREM, bir kere yıkılmak üzere olan bir binanın yanından geçerken, sür’atli
yürüyüp geçtiğinde de :
-Ya Resulellah! Allahın kazasından mı kaçıyorsunuz? Diye sorulması üzerine :
-Allahın kazasından Allahın kaderine iltica ediyorum” buyurmuştur. Ki, Hz. Ömer’in
cevabı, Resuli erkemin bu cevabından iktibas olunmuştur. (Buhari 12-242)
KADER, bir şeyin esası, KAZÂ da onun tafsili olduğu tezini bazıları şöyle temsil etmişlerdir:
KADER, bir devletin divanındaki icmâl defteri, KAZA da o deftere göre vazife sahiplerine
beytül-mâlin tevzi ve taksimidir. (Buhari 12-242)
Rahmân sure-i celilesinde :
O, her an bir emirde, bir işde’dir. (Öldürür, diriltir, zengin eder, fakir düşürür..)
Buyurulmuştur. (Rahman Sh-533)
Ki kazâ-i ilâhi ile, yeni yeni şüun ve ahvâle vücud verir, demiştir.
Ra’d sure-i celilesinde de :
Allah dilediğini siler, mahveder (dilediğini de) yerinde bırakır. Kitabın aslı, O’nun
katındadır. (Ra’d Sh-255 - Buhari 12-242)
Tağyire uğramayan bir şey ancak, kendi yanındaki ana kitabdır.
16
Levh-i mahfuz, Kader ve ezelî ilm-i ilâhîdir. Mahv-u isbât suretiyle tağyire uğrayan ise
KAZÂ’dır.
Bir Hadisi şerifte Resuli Ekrem efendimiz, bu âyeti kerimeyi tefsir ederek :
-Allah, bir kavmi aziz, bir kavmi zelîl kılar, birisinin menfaatini kaldırır, öbürüsünün
artırır, buyurmuştur. (Tecrid 12-242)
ABDULKERİM ibni SEM’ÂNİ’DEN ÇOK MÜHİM BİR İZAH
Fıkıh ve Hadis âlimlerinin büyüklerinden ve Şâfii fukahâsından ve esâsen Arap kabilelerinden
olup 506 tarihinde MERV’de doğmuş fakat Türk câmiası içinde yetişmiş ve bir çok muhalled
eseri bulunan büyük âlim Abdulkerim ibni Sem’âni diyor ki:
“Kazâ ve Kader bahsinde en doğru bilgi kaynağı kitab ve sünnettir. En doğru hareket
de, bunlardan İLHAM alarak tevakkuf etmektir.
Bu İLHÂM ile iktifâ etmeyerek ileri gitmek, o bi-hudud sâhada hayrete ve dalâlete
düşmektir. Yoksa kalbe emniyet ve itimâd verir bir hareket değildir.
Çünkü, KAZÂ ve KADER bilgisi, Allah’ın kendisine tahsis ettiği bir SIR’dır ki, onun
önüne çektiği bir perde ile Allah Taâla onu, beşerin akıl ve idrâkine ve her türlü vesâiti,
ma’rifetine kapamıştır. (hikmetin muktezası olarak böyle yapmıştır).
Onu, (Allah bildirmedikçe) ne peygamberi, ne de en yakın melekleri bilmişlerdir.
Rivâyete göre bu KADER SIRRI, bunlara ancak cennete girdikleri zaman açıklanacaktır,
ondan önce değil”
İbni Sem’â’nın bu tezi, bütün Hadîs ehlinin mezhebidir. Ehl-i Hadis, Kazâ ve Kader bahsine
dâir aklî cidâl ile mantıkî kıyasları kelâmcılara bırakmışlardır. (Buhari Tecrid 12-246)
KADER MEVZUU TARTIŞILMAZ
Evet, Kadere iman etmek : Allaha boyun eğmek, Onun ilminin her şeyi ezelde takdir
ettiğine inanmaktır.
Bunun içindir ki, peygamber efendimiz (s.a.v) insanları kadere iman etmeye davet
etmiş, fakat kader meselesini tartışmayı men etmiştir. Zira, Kader meselesini
tartışmak, düşünceleri saptırır, ayakları kaydırır, rey ve görüşlerin çelişmesi ile akılları
şaşırtır. Bu durum ise, bölünmelere ve ayrılmalara sebep olur. (Mezhepler tarihi Muhammed
E.bu Zehra 120)
Diğer taraftan, Kader meselesi hakkında tartışmaya girişmek, tartışanların gücünü
aşan bir meseleye girişmek, demektir. Çünkü, hiçbir kimsenin elinde, ihtilâfları sona
erdirecek ve meseleyi kesin bir hükme bağlayacak herhangi bir delil yoktur.
Kader denilen o ilâhi sırrı, hakkıyla kavramaktan insanlar âcizdir.
Onun içindir ki, Abdulkerim ibni Sem’â hazretleri Kader hakkında şöyle demiştir:
“Onu, (Allah bildirmedikçe) ne peygamberi, ne de en yakın
melekleri bilmişlerdir. Rivâyete nazaran bu Kader Sırrı,
bunlara ancak cennete girdikleri zaman açıklanacaktır,
ondan önce değil”
17
HZ. PEYGAMBER’DEN SONRA KADER TARTIŞMALARI
Resulüllah efendimiz’in irtihâlinden sonra müslümanlar, bâtıl dinden olanlarla
münâsebetlerde bulundular. Bu dinlerin sahipleri arasında Kadere inanan, Kadere inanmayan
ve Kader hakkında ileri geri konuşanlar bulunmakta idi. Bunun neticesi olarak da KADER
hakkında, Hz. Resulülllahın bu meseleye dalmayı yasaklamasına rağmen, bir takım
tartışmalar ortaya çıkmıştı. Nitekim şöyle ibretli bir hâdise de yaşanmıştı:
HIRSIZIN, HZ. ÖMER’E SÖYLEDİKLERİ
Hz. ÖMER radiyallahu anhın halifeliği döneminde huzuruna bir hırsız getirilmişti. Ömer
radiyallahu anh, kendisine :
-Niçin hırsızlık yaptın? Diye sorunca hırsız :
-Bunu Allah takdir ettiği için yaptım. Dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, hırsıza cezâsını
verdi. Hırsızlık cezâsının dışında ayrıca, adamı kamçı ile dövdü.
Bu fazla cezâyı vermesinin sebebi kendisinden sorulunca şöyle cevap verdi :
-Elinin kesilmesi, hırsızlığının cezâsıdır. Dayak ise, Allah’a bir yalan iftira
etmesindendir. (Mezhepler tarihi Ebuzehra 121)
(Bunu Allah takdir ettiği için yaptım, demesi, Allah’a bir iftira idi. Çünkü kendi irâdesini
kullanarak yaptığı hırsızlığı, Allahın takdirine bağlayıp, kendisini temize çıkarmak istedi. Onun
için de ikinci cezâyı hak etmişti)
BAZI İNSANLARIN KADER YORUMLAMASI
Bazı insanlar, Kadere iman etmenin tedbirli olmaya ters düştüğünü zannetmişlerdir. Meselâ
yazımızda geçtiği üzere, Hz. Ömer ŞAM’a gitmek üzere yola çıkmıştı. SERG denilen yere
varınca kendisine, Şam’da KOERA hastalığı bulunduğu haberi ulaştı. Bunun üzerine
Abdurrahman ibni avf hazretleri Hz. Ömer’e, Resulüllah efendimizin şöyle buyurduğunu
haber verdi :
-Koleranın, herhangi bir yerde bulunduğunu işittiğiniz zaman, oraya girmeyin.
Bulunduğunuz yerde meydana geldiğinde ise, ondan kaçmak için oradan çıkmayın”
Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara şöyle seslendi :
-Ben, sabahleyin bineğime binerek Medine’ye dönüyorum.
Bu kararla o geceyi sabahlayınca Ebu Ubeyde ibni Cerrâh radiyallahu anh Hz. Ömer’e şunu
sordu :
-Allah’ın kader’inden kaçmak için mi dönüyorsun.? Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi :
-Ey Ebu Ubeyde! Bunu başka biri söylemeliydi… Evet,.. Allahın kazâsından, Allahın
Kaderine kaçıyoruz. (Buhari, Müslim, Muvatta)
(Bu hareket aslında, Allahın bir kaderinden, yine Allahın başka bir kaderine kaçıyoruz,
demektir. Tedbir alıp yeni bir kader’e ve yeni bir kazâ’ya gidiliyor, demektir)
Hz. Ömer radiyallahu anh, bu sözleri ile, Hz. Allahın kaderinin, KUL’u her yerde ve her
zaman kuşattığını, bunun ise sebeplere başvurmaya mâni teşkil etmediğini, sebeplerin de
18
takdir edilen şeylerden olduğunu, bizlerin, emirleri yerine getirirken, işlerin zorluklarını
üstlenirken, sebeplere başvurmamızın gerekli olduğunu ifâde etmektedir. (Ebu Zeh-121)
HZ. OSMAN’I ŞEHİD EDENLERİN, SUÇU KADERE HAVÂLE ETMELERİ
Şehit Halife Hz. Osman’ın öldürülme hâdisesine katılan hâinlerden bazıları:
-Hz. Osman’ı kendilerinin öldürmediğini, Allah Taâla öldürdüğünü zannetmiş ve öyle iddia
etmişlerdi. Nitekim Hz. Osman’a taş atarken bazıları şöyle demiştir :
-Sana bunları Allah atıyor.. Hz. Osman radiyallahu anh ise, şöyle cevap vermiştir :
-Yalan söylüyor, iftira ediyorsunuz.. Allah atarsa, O’nun attığı taş, hedeften hiç
şaşmaz!..
KENDİ KÖTÜLÜKLERİNE KILIF ARIYORLARDI
Evet, bu gibi fitneler, aslı esâsı olmayan sapık fikirler, hep diğer bâtıl dinlerde olan insanların,
müslümanlar arasına saçtıkları ihtilâf tohumlarından başka bir şey değildi.
Kader meselesi, her tartışma konusu edildiğinde hava elektrikleniyor, bilgisiz kafalar
bocalıyor, tartışma ve mücâdele için bir ortam bulunuyordu. İnsanlar, KADER meselesinde
çeşitli yönlere yöneliyor, bu yolla enâniyet ve tartışma arzularını tatmin ediyorlardı. Bir
yandan da insanları, aklî ve ruhî bakımdan kararsızlığa ve çelişkilere sürüklüyorlardı. (Mez
ta.sh-122)
İslâm dini’nin, ruhlarına işlemediği bazı kişiler, KADER meselesinde, işledikleri
kötülüklere bahâne bulmaya ve bozgunculuklarını örtbas etmeye bir yol buldular. Her
şeyi helâl sayma ve dinî yükümlülükleri ortadan kaldırmaya varacak bir yol izlediler.
İslâm’dan önce bazı müşriklerin ve putperestlerin yaptıkları da bu idi.
FİTNE, YAYILDIKÇA GÜÇ BULUYORDU
KADER meselesindeki tartışmalar ve fitne yayıldıkça güçleniyordu. Bu sebeple KADER
çekişmeleri, zaman zaman hızlanıyor, şiddetleniyordu. Nitekim Hz. Ali kerremellahu vecheh
döneminde çok yayılmış ve had safhaya ulaşmıştı.
Şu hâdiseden, meselenin ne kadar yaygınlaştığı anlaşılacaktır :
Şam’lı bir ihtiyar ayağa kalkarak Hz. Ali kerremellahu vecheh hazretlerine şunları sordu :
-Söyle bana ŞAM’a gidişimiz Allahın kazâ ve kaderiyle midir? Hz. Ali şu cevabı verdi:
-Tohumu yarıp, ondan bitkiyi çıkaran, varlıkları yaratan yüce Mevlâ’ya yemin olsun ki,
ayağımızı herhangi bir yere basmamız veya herhangi bir vâdi’ye inmemiz, mutlaka
Allahın kazâ ve kaderiyledir. .. İhtiyar tekrar şunları söyledi :
-O halde yorulmamın mükâfatını Allah’dan isterim. Ben, herhangi bir ücret almış
değilim. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) :
-Yeter ihtiyar! Allah Taâla, yürüdüğünüz vakit yürümenize, geri döndüğünüz vakit
dönmenize karşılık büyük bir mükâfat verecektir. Siz, herhangi bir durumda mecbur
edilmiş veya zorlanmış değilsiniz” dedi. İhtiyar ise şöyle dedi :
19
-Bu nasıl olur?. Bizi bu işe, KAZÂ ve KADER sevk etmedi mi? Hz. Ali de şunları
söyledi :
“Vay hâline!. Sen kazâ ve Kaderi, Kul’un irâdesini elinden alan bir vâsıta mı
zannediyorsun? Eğer böyle olsaydı, cezâ ve mükâfat, Va’d ve tehdid, emir ve yasaklar
bâtıl olurdu. Günah işleyen için, Allah tarafından herhangi bir kınama, sevap işleyen
için de herhangi bir övülme söz konusu olmazdı. İyilik yapan övülmeye, kötülük
yapandan daha lâyık olmaz, kötülük yapan da yerilmeye, iyilik yapandan daha
müstehâk olmazdı. Bu söylediğin, putlara tapanların, Şeytan’ın askerlerinin, yalan yere
şâhitlik edenlerin ve hakikate karşı gözleri kör olanların sözleridir. Bunlar, “bu
ümmetin kadercileri ve Mecusileridir”. Allah Taâla, kulu serbest bırakarak ona emirde
bulunur ve sakınması için bazı şeyleri yasaklar ve onu, gücünün yettiği şeylerle
sorumlu tutar. Allaha, ne zorla karşı gelinebilir, ne de ona zorla itâat edilir.
Peygamberlerini, yarattığı insanlara boşuna göndermemiş,.. Gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır.. Bu (karışık fikirler), kâfirlerin
kanâatidir. Cehennem ateşinden, vay o kâfirlerin hâline!” Bunun üzerine ihtiyar, şunları
söyledi :
-O halde bizi yürüten Kazâ ve Kader nedir? Hz. Ali (r.a) şu cevabı verdi :
-Bu, Allah Taâlâ’nın emri ve hükmüdür. Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu :
Rabbin, ancak ona ibâdet etmeni emretti. (İsra suresi Sh-285)
-İhtiyar çok sevindi ve yerine oturdu. (Şerhi Nehcül-belağa ibni ebil Hadid C.18 sh-228 Mezh ta. 123)
İnsanlar; cenâb-ı hakkın zâtını da sıfatlarını da tam mânası ile idrak edemez. O, kendini
kur’ân-ı kerimde ne türlü bildirdiyse biz de onu, idrakimiz nisbetinde öyle biliriz.
Kader ve kazâ’nın sırrını, künhüyle anlamamız mümkün değildir. Bize lâzım olan, her
işte, sebeplere teşebbüs ile berâber, cenâb-ı hakka tevekkül etmektir. Tarlayı sürüp
tohumu ekmeli, sonra cenâb-ı hakka tevekkül etmeli (neticeyi) beklemelidir.
Ekin toprağa, insan tarafından atıldığı halde, yaratılması ve yeşerip gelişmesi için,
insanın müdâhale edemediği bilinip dururken, işte bunun gibi, her meselede, Allah’ın
yaratmasını ve takdirini beklemek gerekir.
Yaratan Allah’ın, her şey üzerindeki yüce kudreti bu kadar zâhir iken, küçücük aklı ile
insanlar, acaba kaderi nasıl inkâr edebiliyor?
FIRAK-I DÂLLE (SAPIK FIRKALAR)
Tarih boyunca, bir takım bozuk fikirli kişiler, KADER mevzuunda, insanlara yanlış teklilerde
bulunmuş ve her zaman kafaları karıştırmak istemişlerdir.
Zamanımızda da, İslâm’dan söz eden ve islâm namına hükümler veren bir takım sözde bilim ve
fikir adamları vardır ki, yukarıda da bir nebze temas edildiği üzere bunlar AKLI, “NAKİL” den ve
(hâşa) vahiy’den üstün tutarlar.
Bu bozuk fikirliler, her mevzuda olduğu gibi, KADER meselesinde de küçücük akılları ile
hükmetmeğe kalkarlar. Meselâ, kur’anda, hikmetinden dolayı özet zikredilip fazla açıklanmamış
olan bazı kelimeleri, kendi kafalarına göre yorumlayarak, ortaya saçma sapan fikirler atarlar.
Peygamber efendimize ve sünnete dayalı nakil esaslarına aslâ itibar etmezler.
20
İşte bu tutum, İslâm’ı, tahrif ederek onu, içten yıkma gayreti güden din düşmanlarının,
asrımızdaki en bâriz karakteridir.
Müslümanlığı, dıştan yıkamayanların, son asrımızda artık taktik değiştirdiğini ve ilahiyatçı
bilinen bir kısım etiket sahiplerini, büyük paralar ve şöhret va’di ile kiralayarak ve omları
seminerle yetiştirerek, bütün yıkıcı faaliyetlerini, onların eliyle yürüttüklerini artık bilmemek
için ya hâin, ya da zır câhil olmak gerekir.
SAPIK MEZHEBLER
Her devirde, HAK mezheb’lerin karşısına sinsi sinsi çalışan sapık mezheb erbâbı
çıkagelmiştir. İslâm’ı içten yaralayan ve yıkan bu iki yüzlü münâfıkların, islâm’a verdikleri
zararı, hiçbir müşrik ve hiçbir münkir verememiştir.
Şu anda dünyada, yüce islâm’ın alemdârlığı şerefini taşıyan Türk müslüman milleti için en
büyük, en yıkıcı tehlike de budur.
İlmî ve teknik ifâde ile söylemek gerekirse bunlar; bazen, sapık Cebriyye görüşü ile
karşımıza çıkar. Bazen Kaderiyye olurlar. Bazen mu’tezile görüşünü, ya da çaktırmadan
vehhâbi zihniyetini yayarlar, bazen de hümanist tavırlarla gayri müslimleri överek karşımıza
çıkarlar.
Hepsi de islâm’ı tahrif etme noktasında birleşirler ki, görünüşte hocalığına ve hatta bazen de
sakalına bakarak aldanırsınız. Bu hareketler, asrımızda Din’i tahrif ederek mahvetme
plânlarının en tehlikeli versiyonlarıdır.
Bir de, “Hristiyanlarla Müslümanların Amentüsü birdir” diyerek, hak din ile, bâtıl
inanışları, aynı gösterenler vardır ki, belki zamanımızın, en büyük tehlikesi de budur.
Geçmişten bu güne yayılmış sapık görüşleri, bir nebze olsun tanımak bakımından, isimlerini
zikrederek, kısa bir özet çıkarmak, faydalı olacaktır :
GEÇMİŞTEKİ BOZUK İNANÇ SİSTEMLERİ
CEBRİYE TÂİFESİ
Bozuk inanç akımlarından meselâ, sapık Cebriye Mezhebi vardır ki bunlar:
“Kul, rüzgar önündeki yaprak gibidir, fiilleriyle alâkalı olarak hiçbir dahli yoktur” derler.
Bir çok NAS’ları (âyet ve hadisleri) nazara almayarak dalâlet yoluna sapmışlardır. Halbuki,
insanın istediğini tercih etmesini sağlayan irâde-i cüz’iyyeye sahip olduğunu hiçbir akıl sahibi
inkâr edemez. Zira, o takdirde insanın, dilediği yemeği seçme hakkına sahip olmaması gerekmez
mi?
KADERİYYE TÂİFESİ
Yine fırak-ı Dâlle’den sapık Kaderiyye Mezhebi de :
“Kul’da her şeyi yapabilecek bir kudret ve irade vardır, insan, her dilediğini yapabilir” diye
itikad ederler ki, bu da bâtıl bir görüştür. Öyle olmuş olsa kula (hâşâ) bir nevi yaratıcı sıfatı
verilmiş olmaz mı?
21
Zamanımız insanlarının ekserîsi ne yazık ki, konuşmalarında hep bu yanlışlığa saplanarak :
(Bir eser yarattı. O, daha iyisini yarattı, O zaten yaratıcı bir güce sâhip..) gibi, KUL’u, yaratıcı
yerine koyan sözleri, her gün kullanıp durur ve bilerek veya bilmeyerek bu sapık görüşün
temsilciliğini yaparlar. Kimisi de, Allahın büyük lütfu olan bir NEFES’i bile kendiliğinden
alamıyacağını bildiği halde, o YARATMA kelimesini, şuursuzca kullanarak inancını mahveder.
MU’TEZİLE TÂİFESİ
Sapık fırkalardan Mu’tezile Mezhebi de :
“KUL, Fiilinin Hâlikıdır” der. Yani, her insan, kendi işini, kendi yaratırmış.. Ki, bu iddianın da ne
kadar sapık bir görüşten ibaret olduğu açıktır. Zira insan, ihtiyarlamasını, kendisi mi sağlıyor.
İstediği zaman ölebiliyor mu?. Ya da ölmemek isteyen insan bunu başarabiliyor mu? Sâdece bu
kadar düşünmekle bile, bu iddianın ne kadar gülünç olduğu ortaya çıkar.
VEHHÂBİLİK
Vehhâbilik; Yahudiler ve siyonistler ve bilumum gayri Müslimlerin, asırlardır büyük paralar sarf
ederek makam ve mevkiler vererek desteklediği ve bilhassa Ortadoğu bölgeleri halkını
“müslüman” kılığına bürünen ajanlarıyla zehirlediği en yaygın ve en tehlikeli akımdır.
Bunlar, bazı süslü sözlerle, kur’andan bahsederler; Nefse hoş gelen felsefeden, geçmişten söz
ederler. Böylece, zaman zaman dinleyenleri hayran bırakırken, Hz. peygamberden, Hadîs-i
şeriften ve sünnetten hiç söz ettirmezler.
Müctehid ilim adamlarına aslâ itibar etmezler, onları asla sevmezler; o büyük alimleri red
edebilmek için, yalandan SELEFİ olduklarını söylerler. Biz, peygamber zamanını kanırız, sonra
gelen müctehidleri tanımayız, demek isterler.
Şefâatı inkâr ederler. Kabristanlara ve Eyub Sultan hazretlerinin türbesine gitmeyi küfür sayarlar.
Ve hattâ Resulüllah aleyhisselâm’ın Ravza-i mutahharasını ziyâret etmeyi (hâşa) haram ve şirk
kabul ederler.
Böylece Müslümanlara, imânın RUHU mesâbesindeki peygamber sevgisini unutturur, ve onu,
gönüllerden silmeye çalışırlar.
Kur’an’ın hükmü ise şöyledir :
Peygamber, müminlere kendi nefslerinden daha önce gelir. Ve onun zevceleri de
müminlerin anneleridir. (33. Ahzab sh-419)
O halde, peygamber aleyhisselam’ı, kendi canından daha fazla sevmesi gereken Müslümanlar,
için bundan daha tehlikeli bir hareket olabilir mi?. Nitekim bir Hadis-i şerifte de :
“Kabrimi ziyeret eden, beni sağlığımda ziyaret eden gibidir” buyurduğu bütün muteber Hadisi
şerif kitaplarında kaydedilmektedir.
MÜCTEHİD ÂLİMLERİN BÜYÜK HİZMETİ
Akâid kitaplarımızda tafsilâtıyla görüldüğü gibi “ kader ve kazâ” ve “Efâl-i ibâd” meselesini,..
Kabir ziyareti esaslarını ve şefâatın hakkaniyeti gibi bütün dinî meseleleri, Ehl-i Sünnet
22
Mezhebinin kıymetli müctehidleri, Kur’an ve sünnet esasları çerçevesinde son derece güzel
izâhlarla ortaya koymuşlar ve açıklamışlardır.
Bu konuda ve her hususta bize düşen vazife :
Kesin olarak “Ehl-i sünnet vel-cemâat“ mezhebinin tesbit ettiği esaslara uyarak, FELÂSİFE
sapıklarının vesveselerine kapılma-maktır.
Ehl-i sünnete uygun olarak bildiklerimize, kavradıklarımıza inanmak ve kavrayamadığımız
hususunda sükut etmektir. Ebedi kurtuluşun reçetesi budur.
Câhil cesur olur amma, sonu da felâket olur.
Şurası iyi bilinmelidir ki, şeytan’ın en çok vesvese verdiği, Kafa karıştırdığı ve insanları
saptırmaya çalıştığı en mühim mesele, kader meselesidir. Bu işi, kavrayabilmek ve ona teslimiyet
ise, ilim ister, emek ister.. En önemlisi de edep ister.
Kader meselesini kavramak, câhillerin, fâsıkların ve sapıkların işi değil, islâm’a boyun eğenlerin
işidir. Sünnete baş vurmadan, öyle her meseleyi boş kafa ve cahil akıllarla çözmeye kalkmak;
“sermayeyi, şeytâna teslim etmek” demektir.
Nitekim İslâm itikad ve edebiyatının şâheserlerinden “İLM-İ MAÂNİ” kitâbındaki şu cümleler; ne
kadar güzel, ne kadar ibretlidir :
“Kem âkılin âkılin a’yet mezâhibuhû…Ve câhilin câhilin telkâhu merzûkan
Hâzellezî terekel-evhâme hâireten .. vesayyerel-âlimen-nahrîre zındîkâ”
“Nice akıllı insanlar maddi kazanç yolunu kaybetmiş, gezerken,
Nice mâneviyat fakiri câhilleri servetler içinde yüzer görürsün.
İşte bu (şaşırtıcı imtihan ahvâli), vehimleri hayrette bıraktı ve,
Bu acâyip tecelli, deryâ gibi âlimi zındık yapıverdi” (İlmi meâni sh…müsnedün ileyh bahsi)
(NOT : a’yet = para kaynakları kesâde uğradı, demektir.. Lokman surei celilesi “Velem ya’ye
bihalkıhınne” –a kerimesindeki (ya’ye) kelimenin benzeridir.)
Evet, Dünya zenginliği akıl ile, ilim ile değil, takdir-i ilâhi iledir. Ahiret zenginliği ise, insanın kendi
gayreti ve emeği iledir. Bu da, işte bir KADER meselesidir.
Meseleleri, sadece akıl ile veya dünya bilgisi ile çözmeye çalışmamalıdır. Zira dünya akli ve ilmi,
nihâyet, dünyanın zâhirinden bir şeyler bilebilir.
23
Fakat; vahiy ilmine baş vurmayan, fizik ötesinden, âlem-i EMR’den, âlem-i âhiretten zerre
bir şey kavrayamaz. O halde VAHY’E ve NAKL’E dayanmayan sırf cılız AKL’a esir olmuş
maneviyat fakiri insanların sözlerine bakanlar sapıtırlar.
Mânevî düşünceden mahrum ve daha doğrusu kalbi; kâinat internetine bağlı olmayan ve dünya
ehline bakarak hayat nizâmı kurmak isteyenlerin âkıbeti her zaman hüsrândır, felâkettir.
Sünen-i Tirmizî’de geçen ve Ebû Hureyre (radiyallahu anh) Hazretlerinin naklettiği bir Hadîs-i
şerîf, mevzuumuza bakınız ne güzel ışık tutuyor. Bu mübârek sahâbî diyor ki :
“Biz, kader mevzuunda birbirimizle çakişmekte iken Rasulüllah (sallellahu aleyhi vesellem)
yanımıza çıkageldi. Ve o kadar rahatsız oldu ki, yüzü kızarmıştı.. Hatta yanaklarına sanki
nar sıkılmıştı. Sonra şöyle buyurdu:
Size bu (kader mevzuu münâkaşası) mı emredildi? Veya ben size bununla mı gönderildim?
Sizden önceki milletleri, bu iş hakkında çok çekişmeleri ve peygamberleri üzerinde ihtilâfa
düşmeleri helâk etti” (Sünen-i Tirmizî, 4/443 Kitâbü’l-Kader)
O halde, idrâkimizin ulaşamadığı noktalarda hüküm vermekten kaçınmalı, Resulüllah’ın ve onun
mübârek ashâbının yolu olan “ehl-i sünnet” esaslarına cân-ı gönülden ve sımsıkı sarılmalıdır.
Zîrâ bu bir islâm itikad meselesidir. Aslâ şakası yoktur.
Nitekim cihân peygamberi efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde insanların, İslâm itikadında nasıl
tefrikaya düşeceklerini ve ne yaygın bir felaket zuhur edeceğini bakınız nasıl haber veriyor :
ÜMMETİM YETMİŞ ÜÇ FIRKAYA AYRILACAK
(A
shâbım!)
“YAHUDİLER yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Hepsi Hâviye’de (cehennemde) dir. Ancak,
bir fırka müstesnâ.
24
HIRİSTİYANLAR yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hepsi Hâviye’de (cehennemde) dir.
Ancak bir fırka müstesnâ.
Ve yakında benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Hepsi hâviyede (cehennemde)
dir. Ancak bir fırka müstesnâdır” (Ruhul beyan tefsiri 3-124)
-Ashâb-ı kirâm sordular :
“Men hüm Yâ Resulellah! =O müstesn â olan kimlerdir Yâ Resulellah!” dediler.
Resulüllah aleyhisselam şöyle buyurdu :
-Hüm alâ mâ ene ve ashâbî aleyhi =Onlar, benim ve ashâbımın yolu üzere olanlardır”
Yetmiş iki fırkanın hepsi cehennemi tadarken, ateş görmeden cennete gidecek olan Fırka-i
Nâciye yalnızca bir fırka olduğuna göre “Ehl-i sünnet” itikadına sımsıkı sarılmanın, ne
derece hayâtî ehemmiyet taşıdığını iyi kavramak gerekmektedir. (Ruhulbeyan tefsiri 3-124)
Dünya işlerinde bile, herkesin, her mevzuda hüküm verme yetkisi olmadığı ve her sahada,
ihtisas sahiplerine baş vurulduğu bilinip dururken, ebedi kurtuluş ve sonsuz âhiret selâmeti
hususunda, herkesin, kedi hükmünü kendi vermesi doğru olabilir mi?.
Şimdi herkes ve her cemâat; kendisinin fırka-i Nâciye’den olduğunu iddia eder. Velakin,
Kur’anın ve Hz. Peygamberi’in ifadeleriyle “Doğru” bir tâne olduğuna göre, acaba bu
toplulukların, hangisi doğrudur? Meselenin delili nedir?
Hüküm Allahın kitabı ve Allah’ın Resulüne âit değil midir. Dolayısıyla, her asırda hükmü
dinlenecek olan, Resulüllah’ın vârisleri değil midir?
PEKİ BU İŞİN DELİLİ NEDİR?
Din-i İslâm ve Kur’an, hakkıyla bilinmeden, Kur’an ilimleri ta’lîm, taallüm ve tebliğ edilmeden,
bu ilim bilinmeden öyle herkesin ve her topluluğun, kendi kendini, fırka-i nâciye îlân etmesi
mümkün olabilir mi?.. Acaba bu iddia, bir kıymet ifâde eder mi?
Resulüllahın vefatına 53 gün takaddüm eden veda’ haccında, kainatın serveri, insu cinin
peygamberi aleyhissalatu vesselam efendimiz :
“Size iki emanet bırakıyorum. Bunları önünüze alırsanız iki cihanda mesut bahtiyadr
olursunuz. Eğer bunları arkanıza alırsanız ebediyen helak olursunuz. Bu iki emanet :
Allahın yüce kitabı ve benim sünnetimdir”
Buyurduğunu herkes bildiğine göre, kur’anla, kur’an ilimleriyle, uzaktan yakından münâsebeti
olmayan kişilerin, toplulukların, fırka-i Nâciye’den olduklarını söylemeleri bir kıymet ifade
edebilir mi?
Kur’andan habersiz, ilimsiz, maneviyatsız insanların, Din’i tecdid veya mürşid’lik iddiası
hakkaniyete sığar mı?..
Fikirlerin iyice karıştığı, “insanları bilgilendirme” adına yapılan (İslam dışı) bin türlü kafa
karıştırıcı yayınların ve muzır neşriyatın, inançları alt-üst ettiği asrımızda, aslında nasıl bir
bilgisizleştirme yarışına girildiği düşünülürse, mucize dolu bu Hadîsi şerîf’in sırrının, bütün
dehşetiyle zuhur ettiğini, nasîbi olan herkes anlayabilir.
25
Şimdi, iyi bir düşünmeliyiz.. Sözle değil de,. hakikaten Resulüllah’ın ve ashâbının yolunda
acaba nasıl gidilir?..
Sâdece, devamlı olarak nâfile hacca gidip gelmekle,.
Mahallede bir cami yaptırmakla,..
Sâdece giydiğimiz kıyâfetlerimizle mi?
Yoksa bir ömür boyu, Kur’an ilimlerini ve ehli sünnet itikadını, ümmet-i Muhammed’in
evlâtlarına, (canı pahasına da olsa) öğretme ve insanlığa yayma gayreti ile mi?.
Onun içindir ki bu işi, iyi düşünmeli ve her mü’min :
Resulüllah’ın ve mübarek ashâbının yaşadığı gibi, gerek ilimle ve gerektiğinde kılıçla, son
nefeslerine kadar bu yüce dini, bir an dinlenmeden, nasıl yaydıklarını düşünerek herkes yerini
almalı, Kur’an hizmetlerinde safını tayin etmelidir.
Zirâ, mü’minlerin annesi Hz. Aişe vâlidemize, Resulüllah efendimizin ahlâkından
sorulduğunda mübarek vâlidemiz :
-Siz kur’an okuyor musunuz, İşte onun ahlâkı, kur’an idi. Diye cevap vermesi, ne kadar
ibretli, ne kadar düşündürücüdür.
Kur’an ilimlerini okumadan, onu okutmadan ve kur’an’ı insanlığa yaymadan Resulüllah’ın ve
ashâbının ahlâkı ve yolu üzere olduğunu iddia etmek, kötü bir kuruntudan ileri gitmez.
Ey müslüman!.. ufak tefek meselelerle kendimizi aldatmayalım. İtikâden ve amelen
Resulüllah’ın ve ashâbının yolunda olabilmek için kur’an okuyalım, onu okutalım, kur’an
ilimlerini insanlığa yayalım. Ayrı çekerek, hasetlik ve hizipçilik yaparak, bir yere varılmaz. İş
işten geçtikten sonra da, pişman olmanın faydası olmaz.
Unutmayalım ki, Resulüllah aleyhisselam’ın, mübarek ruhunu teslim ettiği anda bile dışarıda
Üsâme ordusu, Bizans toprakları üzerindeki insanlara islam’ı duyurmak ve yeni fetihler
yapmak için Şam’a doğru sefer hazırlıklarını yapıyordu. Son nefeslerinde bile cihânın
peygamberi, islâmı yayacak ordunun hazırlıklarıyla meşgul bulunuyordu.
Sonra Halife Ebu Bekir Sıddık, Resulüllahın tertib ettiği bu orduya, bizzat kumandan tayin
ettiği 19 yaşındaki genç Üsame bin Zeyd (radiyallahu anh’ın) atının dizginini tutarak şehrin
dışına kadar onu bizzat uğurlamıştır.
İşte ashab,… işte biz!...
Yüce Allah; lütf-u keremiyle bizleri, ehli sünnet yolundan ayırmasın. (AMİN).. Ekim 06 İST.
ÂÛÎâûî
26
Ayrıca bkz. http://www.kadereiman.com/ilim-maluma-tabidir