Halis ECE

Hicri ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretleri buyuruyolar ki:

“Şer‘î hükümlerin isbâtında Kitap ve sünnet muteber olduğu gibi, müctehidlerin kıyâsı ve ümmetin icmâı da geçerlidir. Bu anlatılan dört delilden başkası ile aslâ ahkâm isbat edilemez. Ne ilhâm haramı ve helâli isbât edebilir, ne de bâtın erbâbının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir. Velâyet-i hâssa(1) erbâbı bile, müctehidlere uymakta, avam mü'minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham, başkaları üzerine bu hususta onlara bir meziyet getiremeyeceği gibi, onları tebaiyyet bağından (yani müctehidlere uymak lüzûmundan) da kurtaramaz. Zünnûn, Bestâmî, Cüneyd, Şiblî (k. esrârahüm) müctehidleri taklitte, avam mü'minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Hâlid ile müsâvidirler.

“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede ehlidir; aynı zamanda, tecellî ve zuhûrât erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a‘zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün(2) dışındadır.

İlham onlara mahsustur, kelâm onlarla beraberdir (konuştukları dinleyenlere müessirdir). O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan vâsıtasız olarak alırlar. Bir müctehid, kendi görüş ve ictihâdına nasıl tâbi ise, bunlar da ma‘rifette ve vecdlerde(3) kendi ilhamlarına ve firâsetlerine tâbi olmaktadırlar....

“Zâhirî âlimler, dünya işlerindeki gaybe dâir haberleri peygamberelere (aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât) tahsis ederler. Bu haberlerde, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki böyle bir mânâ, verâsete aykırıdır. Dîn-i metînle alâkası olan pek çok ilim ve sahih ma‘rifetleri de kaldırıp atmaktır. [Binâenaleyh Peygamber’in (s.a.v.) zâhir ve bâtınına tam ve kâmil mânâda vâris olan âlimler, ârifler ve evliyâullahın dahi bu bilgilerden verâset yoluyla nasipleri vardır, onlardan haberdârdırlar.]

“Evet, şer‘î hükümler edille-i erbaa’ya (Kitap, sünnet, kıyas ve icma‘dan ibaret olan dört ana delile) bağlıdır; onlarda ilhâmın yeri yoktur. Lâkin şer‘î hükümlerin (zâhirinin) ötesinde de pek çok dinî işler (bâtınî hükümler) vardır ve buradaki beşinci asıl (Resûlüllah Efendimizin hakiki vârisi olan hakikat âlimlerinin) ilhamıdır.... Âlemin inkırâzına (tamamen yok olup bitmesine) kadar da bu asıl kalacaktır.... İlhâm, dinin gizli kalan kemâlâtını ortaya çıkarmaktadır. Yoksa dinde fazladan bir kemâlât isbat etmemektedir.... İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.”(4)


DİPNOTLAR
(1) Velâyet-i hâssa; çok husûsi bir velâyet, tâbir câizse çok özel bir dostluk. Bu mânâda sadece Allah Teâlâ’nın mustafâ-müctebâ (süzülmüş ve seçkin) kulları onun velîleri, dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici iki vasıfları vardır: İlhâma mazhar ve kerâmet sahibi olmak.

(2) Âfak, ufuk kelimesinin cem‘îsidir, ufuklar demek. Maddî âlem, dünya, yani insanı çevreleyen dış âlem mânâsında kullanılır. Mânâ ve gönül âlemine ise, enfüs tâbir edilir. Nitekim Kur’an’da, “İnsanlara, âfâkta ve enfüste (hâriçte ve nefislerinde, yani objektif ve sübjektif olarak) âyetlerimizi göstereceğiz...” (Fussılet, 41/53) buyurulmuştur. Âyet-i kerime, mutasavvıfların âlem-i kebîr ve âlem-i sağîr yani büyük ve küçük âlem dedikleri bu iki âlemi ifade etmektedir.

(3) Vecd, kula Hak’tan gelen keşifler ve tecellîlerdir.

(4) el-Mektûbat, 2, 55.

Go to top