Halis ECE
Bilindiği gibi Müslümanlar’ın bâriz ve övülen vasıflarından birisi, gayba iman etmeleridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, onların "gayba iman ettikleri”nden bahsedilir. Bundan maksat şudur:
Müşâhede edilebilen yani görülen şeyler için zaten iman bahis konusu değildir. Çünkü iman, tasdik işidir. Tasdik (doğrulama / onaylama) veya inkâr (yalanlama) ise, hislerle idrâk edilebilen şeylerde değil, haber için lâzımdır. Allâh’ın varlığı-birliği, sıfatları, âhiret günü, melekler, peygamberlere vahyin gelişi gibi hususlar, insan aklı ve hisleriyle kavranıp idrâk edilemez; ancak haberle-delille bilinebilir.
İşte bunlar, vahiy ile peygamberlere ve onlar vâsıtasıyla da insanlara ve cinlere bildirilmekte; mü’min de bu bildirilenleri tasdik etmektedir.
Binâenaleyh, hislerle bilinip idrâk edilemeyen şehâdet âlemi (gözle görülebilen varlıklar) dışındaki diğer âlemlerin, meselâ melekût âleminin olduğunu kabul etmek imanın icabıdır. Bu hususta ashâb-ı kirâmın, tâbiînin vaziyeti, onlardan sonra gelen ümmetin hâli en güzel nümûnedir, örnektir.
***
GAYB NEDİR?
Gayb, kelime olarak görünmeyen, belirsiz ve gizli olan demektir.
Firuzâbâdi merhûmun Kamûsu’l-Muhît’te, İbn-i Manzur’un (rh.) Lisânü’l-Arap’taki beyanlarına göre, bu kelime, Arap lisânında isim ve fiil olarak farklı mânâlarda kullanılır. Mâzi fiil kalıbı olan “ğâbe”den masdar olarak, gözden kaybolan şeyleri veya hislerle-duyularla idrâk edilemeyen varlıkları ifade eder. Lâzım fiil olarak geldiğinde batmak, “fî” harf-i ceri ile birlikte gizlenmek ve “an” harf-i ceri ile kullanıldığında ise gözden kaybolmak mânâlarına gelir.
Gayb kelimesi isim olarak kullanıldığında ise; kaybolma, şüphe, belirsizlik veya görünmeme gibi mânâlara gelmektedir. Meselâ kocası yanında olmayan kadına “meğîbe”, mecliste-topluluk içinde bulunmayan birinin aleyhinde yapılan konuşmaya “gıybet”, dibi görünmeyen kuyuya “gayâbe” ve sık ağaçlı olan ormana “gâbe” denilir.
İslâmî ilimler ıstılâhındaki mânâsı ise gaybın, “havâss-i hamse”(1) veya akılla kavranamayan, bilgisine ulaşılamayan şeylerdir.
Gayb meselesiyle alâkalı mühim bir husus da, insanın bazı şeyleri bilmemesinin, aleyhine olmayıp bilakis onun lehine rahmet olduğudur. Şayet insan, ileride başına gelecek kötü şeyleri önceden bilseydi, hayat onun için zindan olurdu. Yine aynı şekilde ileride kavuşacağı nimetleri-iyilikleri önceden bilseydi, hayatta bazı şeyler için mücâdele etmek, idealleri peşinde koşmak gibi faâliyetler ortadan kalkardı. Dolayısıyla hayat mânâsızlaşır, monotonlaşır ve sıkıcı hâle gelirdi... Ve netice itibariyle dünyanın düzeni bozulurdu.
***
GAYB VE ŞEHÂDET ÂLEMİ
Gayb âlemi, şehâdet âlemi; yani görünmeyen ve görülen âlem. Kur’ân-ı Kerim’e göre varlıklar ikiye ayrılır:
a) Görülemeyen, idrâk edilemeyen varlıklar gayb âlemini teşkil ederler.
b) Görülen, idrâk edilen varlıklar ise, şehâdet âlemini meydana getirirler.
Mânevî varlıklar gayb âlemindendir. Mâneviyat erbâbına göre dış yani şehâdet âlemi, bir görüntüden ibârettir. Asıl hakikat, görülmeyen gayb âlemidir. Görülen âlem, hakikatin kendisi değil, sadece onun bir tecellîsidir.
Bütün mükevvenât bu iki sınıfa ayrılmıştır. Yani beş duyudan gizli kalan gayb âlemi ile beş duyudan herhangi biriyle varlığı idrâk edilebilen âlem... Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O öyle Allah’tır ki, ondan başka ilah yoktur; görülmeyeni ve görüleni (gizli ve âşikâr olan her şeyi) bilendir”(2) buyrulmuştur.
İnsanoğlunun ilim kaynakları sınırlı olduğu için, ilmi de sınırlıdır. İnsanlar sadece akıl ve duyu organlarıyla hakikatin bilgisine ulaşamazlar. Bu bakımdan akıl ve duyu organlarının yanında, mutlak ilim sahibi olan Cenâb-ı Hâlik-ı zû’l-Celâl’in peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği ilimlere muhtaçtır. Fakat peygamberler de, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği ilmin tamamını değil, sadece onun insanlara bildirmesini istediklerini bize aktarırlar.
İnsanlar gaybı bilmediği gibi, cinler de bilmez. Ne var ki cinler lâtif-rûhânî varlıklar olduğundan, görünmeden her yere girip çıkabilirler... Çok sür’atli hareket imkânına sahiptirler, tayy-i mekân(3) edebilirler. O bakımdan, insanlar için nisbî-izâfî (göreceli) gayb olan bazı şeylerin, onlar tarafından bilinmesi mümkün olabilir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın semâyı kandillerle süsledik-donattık ve onları şeytanlar için atılacak taşlar yaptık. (Atılan bu taşlar, meleklerden sır çalmaya gelen şeytanları öldürür veya sakatlar). Ve o şeytanlara çılgın alevli ateş azâbı hazırladık”(4) buyurularak, cinlerin, semâdaki bazı gayb haberlerini almak için göğe çıktıklarında yıldızlarla taşlanarak kovuldukları açıklanmıştır.
Hâsıl-ı kelâm, her şeyi bilmek Allâh’a mahsustur. Beşer ancak, onun bildirdiği kadarını bilebilir. İnsanoğlu, ilim sâhasında ne kadar ilerlerse ilerlesin, bildikleri, bilmediklerinin yanında yer küreye nisbetle zerre, deryaya nisbetle bir damla bile olmaz. O bakımdan herhangi bir şey, insana nisbetle “gayb” olabilir. Ama Allah Teâlâ’ya nisbetle hiçbir şey gayb olmaz. Zira onun ilmi her şeyi ihâta eder, kuşatır ve hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Mü’mine düşen de, gaybe yakînî olarak (hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmadan) iman etmektir.
***
GAYB ÂLEMİ İKİ KISIMDIR
İnsanoğlunun ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde değişen ve gelişen bir hususiyete sahip bulunduğundan, âlimler, gaybı nisbî ve mutlak olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.
1. Bazılarınca gayb iken, bazılarınca gayb olmayan şeyler ki; bunlara nisbî veya izâfi gayb denilir. Meselâ, duvarın arkası bizim için gaybdır, fakat oradakiler için değil. Kalbimizden geçenler bizim için gayb değilken, başkaları için gaybdır. Keza, bir âlimin bildikleri, câhil için gayb... Bir asır evvel insanlık için gayb olan bazı şeyler, bugün yaşayanlar içinse gayb olmaktan çıkmıştır.
Şu halde nisbî gayb, insanın bilip öğrenme imkânı olmayan şeyler değil, bilgi vâsıtalarının kifâyetsizliğinden kaynaklanan bir gaybdır.
2. Beşerî imkânlarla bilinmesi mümkün olmayan varlıklar... Bir başka ifadeyle, Allah Teâlâ bildirmedikçe bilinmesi mümkün olmayan gerçek gayblar... Buna da mutlak gayb deniliyor. Bu çeşit gaybı ancak Allah bilir; zira O, “Allâmü’l-ğuyûb” yani bütün gaybı bilendir. “Gaybın anahtarları onun nezdindedir. Gaybı ondan başkası bilmez.”(5) “Göklerin ve yerin gaybı Allâh’a aittir.”(6)
Hz. Allah, gaybdan dilediğini peygamberine bildirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O, bütün gaybı bilendir. Fakat gaybına dair ilmini, seçtiği bir resûlden başka hiç kimseye açmaz; çünkü O (Allah Teâlâ), onun (o peygamberin) önünden ve ardından gözcü (melek)ler dizer”(7) buyrulmuştur.
Demek ki, Allah Teâlâ gaybe dair ilimlerden dilediğini peygamberine bildirirken, ona, koruyucu melekler göndererek, şeytanların kulak hırsızlığı yapmalarına ve bu bilgileri karıştırmalarına mâni olmuştur.
Burada mühim bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim: O peygamber de, bu gaybe dair ilimlerden, vârisleri olan âlimlere dilediği kadarını bildirir...
Gayb, şimdiki zamana âit olabileceği gibi, geçmiş veya gelecek zamana âit de olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’deki, gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini ifade eden âyetlerde, nisbî gayb değil, mutlak gayb kastedilmektedir.
***
MUGAYYEBÂT-I HAMSE (BEŞ GAYB) NELERDİR?
Bir hadîs-i şerifte, “Hamsün lâ ya’lemühünne illallâh” buyrulmuştur. Mânâsı: “Beş şey vardır ki, onları Allah’tan başkası bilemez”(8) demektir.
Münâvi merhum bu hadîs-i şerifi şöyle şerh etmiştir: “Bu beş şeyi Allah’tan başkası, hem küllî, hem de cüz’î olarak ihâtalı ve şümullü bir şekilde (bütün hususiyet ve incelikleriyle) bilemez.”
Âyet-i kerimede bu beş gayb şöyle açıklanmıştır:
“Şüphesiz ki kıyâmet sâatinin ilmi Allâh’ın indindedir. Yağmuru o yağdırır, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.”(9)
Tarih boyunca müfessirler, “Mugayyebât-ı hamse (beş gayb)” diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan bu mesele üzerinde durmuşlardır. Nitekim insanoğlunun bazı alanlarda elde ettiği bilgiler, tecrübeler, meseleye tam olarak vâkıf olmayanlarda, gaybın bilinebileceği gibi yanlış düşünce ve tereddütlerin doğmasına sebep olmuştur. Meselâ havanın nem oranı, rüzgârın esme yönü ve buharlaşma gibi hâdiseler, hava tahmin raporlarının en önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar yağmurun müşâhede (gözlem) alanına girmesiyle tesbitinin mümkün olduğunu göstermektedir. Fakat bu müşâhede safhasında elde edilen bilgiler, mutlak gaybın izâfi hâle geldiğinin delili olamaz. Zira bu usûlle elde edilen bilgiler, zannî delil keyfiyetindedir. İsmi üzerinde “hava tahmin raporu”dur. İlim ise kesin bilgi olduğuna göre, hava tahminini kesin bilgi olarak takdim etmek imkânsızdır. Teknolojinin ilerlemesi, âyette geçen “Yağmuru o indirir” hükmüne tesir etmez.
Aynı şekilde, anne rahmindeki bebeğin, röntgen ışınlarıyla cinsiyetinin belirlenmesi, müşâhede ile ilgili bir unsurdur. Mutlak olan gaybın keyfiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü âyet-i kerimede geçen, “Rahimlerde olanı o bilir” hükmünü, çocuğun cinsiyetiyle sınırlamak veya sadece buna tahsis etmek mümkün değildir. Muhkem olan ve mutlak gaybı beyan eden bu âyet-icelilenin tefsirini, bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in yaptığı da sabittir. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulmuştur ki:
“Allah Teâlâ rahime bir melek vazifelendirmiştir. Melek, ‘Yâ Rab, bir damla su! Yâ Rab, yapışkan bir parça! Yâ Rab, bir çiğnem et’ der. Allah Teâlâ da yaratma işini yerine getirmeyi dilediği zaman; erkek mi dişi mi, şakî mi saîd mi, rızkı ne, eceli ne olduğunu söyler. Anası karnında bunlar yazılır. O zaman onu, o melek ve Allah Teâlâ’nın kullarından dilediği kimseler de bilir.”(10)
... Velhâsıl; anne rahminde çocuğun rızkı, eceli, said mi şakî mi (mü’min mi münkir mi, âsî mi itaatkâr mı) olacağı, yani kaderi yazılıdır. Bunu da Allah Teâlâ’dan ve bildirdiklerinden başkasının bilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mugayyebât-ı hamse diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan hükümlerin, “mutlak gayb” olma vasıfları devam etmektedir ve edecektir de.
Demek ki, bazılarının bunları bu şekilde bilebilmesi anlatılan bu tahsîse, yani onları bilmenin Allâh’a mahsus olması esâsına aykırı değildir. Çünkü Allâh’a mahsus olan ilim, bunlar gaybda iken her birinin durumlarına geniş ve teferruâtlı bir şekilde vâkıf olan tam ve mükemmel ilimdir. Meleklerin ve havâs zümresinden bazı zevâtın ilmi ise, az çok delili ortaya çıkmış bir şekildeki eksik ilimdir. Aynı şekilde bulut, rüzgâr, barometre gibi bazı işaretlerden yağmura; ceninin bazı tavır ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna intikal etmek tarzında meydana gelen ve zanna dayanan şeylerle delil getirmek de buna ters değildir. Çünkü zan ilim değildir. İlimde zan ve şüpheye yer yoktur.
***
Mevzûmuzla alâkalı âyet-i kerimenin îzâhına gelince...
Burada Rabbimiz, öncelikle “Kıyâmet ne zaman?” mukadder suâline cevap olarak buyuruyor ki:
- Şüphesiz (kıyâmet) sâatinin ilmi, ancak Allâh’ın nezdindedir.
Sonra da şöyle devam ediyor:
- Gökten yağmuru o indirir. O halde ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını da tam olarak o bilir. O bakımdan, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağını da ancak o bilir.
- Bütün rahimlerdekini de o bilir. Erkek mi dişi mi? Beyaz mı siyah mı? A’zâları tam mı eksik mi? Her birinin hususiyetleri nedir? Bütün bunların tafsîlâtını o bilir. Dolayısıyla kabirlerdekini de o bilir. Yaratan odur, dirilten de odur.
- Hiç kimse yarın ne kazanacağını kestiremez. Yani ileride başına ne geleceğini, eline ne geçeceğini, iyilik mi kötülük mü kazanacağını kendi gayretiyle bilemez.
- Yine hiç kimse, (gerek iyi, gerek kötü kim olursa olsun), hangi yerde öleceğini bilemez.
Kısacası insan, küçük kıyâmeti dahi bilemez ki, büyük kıyâmeti nereden bilsin?
Fakat Allâh’a gelince... Şüphe yok ki Allah Teâlâ, her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Olmuşu-olanı-olacağı, görüleni-görülmeyeni, açığı-gizliyi hepsini bilir, hepsinden hakkıyla haberdârdır.
**
YILDIZ FALI, SİHİR, SÂHİR, ARRÂF, KÂHİN, MEDYUM
Doğum tarihleri dikkate alınarak belirlenen burçların insana, maddî veya mânevî bir tesiri bahis mevzuu değildir. Tarihte yıldızları ilah kabul eden kavimler gelip geçmiştir. Yıldız falı da, bu kavimlerin geliştirdiği bir sistemdir. Sihre ve telkine dayanır. Nitekim Fahredîn-i Râzî hazretleri Tefsîr-i Kebîr’inde, bununla alâkalı olarak şunları kaydeder:
“Yıldız falı, eski zamanlarda yaşamış Kestânîler ve Keldânîler’in sihridir. Bunlar, yıldızlara tapan ve kâinâtı yıldızların idâre ettiğini zanneden, hayırla şerrin, saâdetle uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir kavimdir. Allah Teâlâ, bu görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için, onlara Hz. İbrâhim’i peygamber olarak gönderdi.”(11) Bu kavmin lideri Nemrut, kendisini yıldızların yeryüzündeki temsilcisi olarak tanıtmıştır. O tarihten itibaren yıldızların ilahlığını esas alan kültür, bu işe, yıldız falı olarak devam etmektedir.
Çalınan malların, cinler vâsıtasıyla yerini bildiğini iddiâ eden kimselere “arrâf” denilir. Kâhin ise, “Kendisinin cinlerden bir dostu olduğunu, ileride olacak hâdiseleri onun vâsıtasıyla öğrendiğini iddiâ eden kimse”dir. Halbuki cinler de gaybı bilmezler. Arrâfların ve kâhinlerin günümüzdeki ortak ismi, “medyum”dur. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “Her kim bir arrâfa veya kâhine gider de, onun söylediklerini tasdik ederse, bana indirileni inkâr etmiş olur”(12) buyurmuştur. Fetâvâ-yı Bezzâziye’de ise, “Gaybı bildiğini iddiâ eden kimse gibi, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur” hükmü kayıtlıdır.
Sihir mevzuuna gelince... Yahûdiler, “Hz. Süleyman saltanatı sihir ilmi sayesinde elde etmiştir. O bir büyücüdür” diyerek iftirâda bulunmuşlardı. Nitekim bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de bilgi verilmiştir. Sihrin sekiz ayrı çeşidi vardır. Hepsi için ortak bir hükümden bahsetmek mümkün değildir. İbn Âbidîn merhum Reddü’l-Muhtar’da kısmen bu duruma işaret ederek şöyle demektedir:
“Hanefî fukahâsına göre, sihir ile küfrü icap ettiren şey murad edilmiştir. Allah Teâlâ’nın, ‘Halbuki onlar (o iki melek), ‘biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderildik), sakın sihir yapıp da kâfir olma’ demedikçe, hiç kimseye sihir öğretmezlerdi’(13) âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre, küfrü gerektirmeyen şeye sihir denilmez. Muhtâru’n-Nevâzil’de, ‘Gözbağcılığı ve tılsım, sihir değildir’ diye geçen ifade de bu görüşü teyit etmektedir. Bundan dolayı Hâniye’nin ‘Hazr’ bahsinde, ‘Sihrin tesirine inanmadığı halde denemek için yapan kimse kâfir olmaz’ diye zikredilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü gerektiren bir şey yapmayan kimseye sâhir (sihir yapıcı) denmez.”(14)
Bazı bilgisiz kimseler, Allah Teâlâ’nın izni olmadan sihrin zarar veya fayda verdiğine inanırlar. Bu mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Onlar bununla (sihirle) Allâh’ın izni olmaksızın hiç kimseye zarar veremezler”(15) buyrulmuştur. İslâm âlimleri, sihir yapmanın haram olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.
İbn Kesîr merhum tefsîrinde, sihre mâruz kalan kimselere şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Bana göre sihri gidermek için en faydalı yol; Allah Teâlâ’nın Resûlü’ne gönderdiği Muavvizat’ı (Felak ve Nâs sûrelerini) okumaktır. Hadîs-i şerifte, ‘Allâh’a sığınan hiç kimse, iki sığınma duâsı gibi tesirli bir duâ ile sığınamaz’(16) buyrulmuştur.”
Nakşibendî silsilesi müceddidîn kolu hazerâtının 33. ve son halkası olan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de bir va’zlarında, sihirden korunmakla ilgili olarak (mealen) şunları söylemişlerdir: Vakit namazlarının son iki rek’at sünnetlerinin edâsında, Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre olarak birinci rek’atte Felak, ikinci rek’atte de Nâs sûrelerini okumaya devam edenlere sihir tesir etmez.
***
HÂDİSELERİN OLUŞUMUNU YILDIZLARA BAĞLAMAYIN
Asr-ı Saâdet’te bir gün halk, uzun süren bir kuraklıktan sonra yağmura kavuşmuştu. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “İnsanlar bu gün iki grup hâlinde sabaha erdiler; bunların bir grubu kâfir, diğer grubu da mü’mindir” buyurdu ve sonra da şu açıklamada bulundular:
“Bazıları, ‘Bu yağmur Allâh’ın bir rahmetidir’ derken, diğer bazısı, ‘Falan falan yıldızın uğuru doğru çıktı’ dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Hayır! (Hakikatler kâfirlerin dediği gibi değildir.) Yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki; bilirseniz hakikaten bu, büyük bir yemindir. Şüphesiz bu, elbette çok şerefli bir Ku’ran’dır ki, siyânet edilmiş (korunmuş) bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmiş bir kitaptır. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? Allâh’ın verdiği rızka karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yapıyorsunuz?”(17)
Rivâyete göre müşrikler, yağmurun yağmasını şu veya bu yıldızın doğmasına ve batmasına bağladıkları için âyet-i kerime, onların, rızka şükür yerine böyle bir anlayışa sapmalarını zemmetmektedir.
Katâde (rh.) demiştir ki, “Alah Teala bu yıldızları üç şey için yaratmıştır:
1. Onları semânın zîneti-süsü kıldı,
2. (Semaya yükselip haber toplayan) Şeytanlara atılacak taşlan kıldı,
3. (Geceleri) kendileriyle istikamet tâyin edilen alametler-işaretler kıldı.
Kim yıldızlar hakkında başka yorumlar yapmaya kalkarsa hata eder ve nasibini zâyi eder, kendisini ilgilendirmeyen ve bilgisi olmayan hatta bilmekte peygamberler ve meleklerin bile acze düştükleri bir hususta kendini külfete sokar.”(18) Rebî (rh.) de aynısını rivayet etmiş ve şu ziyadeyi kaydetmiştir: “Allâh’a yemin olsun ki, Allah hiç kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne rızkını herhangi bir yıldıza bağlamamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahane uydur(up avunu)yorlar.”(19)
DİPNOPLAR
(1) "Havâss-ı hamse", beş duyu demektir. Yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadır.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Haşr sûresi, 59/22.
(3) "Tayy-i mekân"; yerin dürülmesi, mesafenin kısalması suretiyle gerçekleşen kerâmet, kısaca uçmak diyebiliriz.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Mülk sûresi, 67/5.
(5) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 6/59.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 11/123.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/26-27.
(8) Buhârî, Sahîh, İman, 37.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Lokmân sûresi, 31/34.
(10) Buhârî, Sahîh, Hayz, 17, Enbiyâ, 1.
(11) Mefâtîhu’l-Gayb, 3, 262.
(12) Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 429.
(13) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(14) İbn Âbidîn, 9, 54.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(16) C. 1, s. 147,
(17) Kur’ân-ı Kerim, Vâkıa sûresi, 56/75-82; Müslim, Sahîh.
(18) Canan, İbrahim, Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 187.
(19) Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 188; Buhari, Sahîh, Bed’ü’l-halk, 3.