Aşağıdaki yazı, 16-17-18 Ocak 2009 Cuma-Cumartesi-Pazar vaazlarımızın mevzuu idi. Cemaatimizin yazılı olarak da istemesi üzerine kaleme almış olduk. Rabbim vesile olan cemaatimizden de, okuyacak üye ve okurlarımızdan da razı olsun. Saygılarımla... H.E.
***
"Zâlimlere meyletmeyiniz, yoksa ateş sizi de yakar"
ZULUM VE ZÂLİM[
Zulüm; Arapça bir kelimedir, "zaleme" fiilinin masdarıdır. Aynı kökten meydana gelmiş bir isim olarak da kullanılır. Aslı “zulm”dür. Türkçe'de “zulüm” diye kullanılır. Cem’isi (çoğulu) de “zulümat”tır.
Kelime olarak zulüm; azgınlık, gadr, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise nur, aydınlık ve adalettir.
Bir başka ifadeyle zulüm; herhangi bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır, aydınlık ile ışığın-nurun tersidir.
Zulmün dinî ilimler ıstılahındaki manası ise; hak yemek, eziyet etmek, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek demektir.
Kur'ân-ı Kerimin üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri, şüphe yok ki zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte, Kur'ân'da üç yüz'e yakın yerde geçmektedir.
***
“Zâlim” de gene “zulm” masdarından meydana gelmiş Arapça bir sıfattır. Zulmeden, haksızlık yapan, bir kimsenin hakkını zorla elinden alan, merhametsiz, zorba ve gaddar kimse demektir. Arap lisanında mastarı, yukarıda da geçtiği üzere, "Bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak" anlamındadır. Bir şeyi eksik ya da fazla yapmak yahut zamanının veya mekânının dışında yapmak da zulüm olarak ifade edilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de cehalet, şirk, fısk manasında "nûr"un zıddı olarak kullanılır. Bu anlamlarıyla Kur'ân'ın temel kavramlarından biridir.
Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), insanları zulümattan nûra kavuşturmak için gönderilmişlerdir. Tebliğleri/mesajları nettir, aydınlıktır; karışık yollar ise zulümattır, karanlıktır. Allah mü'minlerin velisidir, onları zulümattan nûra çıkarır, kâfirlerin velileri (dostları) ise Taağut’tur, onları nurdan zulümata çıkarır." (1)
O halde gerek fert gerekse toplum bazında Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmanın ortaya çıkardığı sonuç nûrdur, aydınlıktır. Bunların zıddı olan emir ve yasaklara uymamayıp aksine davranmak ise, zulümattır, karanlıktır; işleri yerli yerinde yapmamaktır.
***
ZULMÜN ÇEŞİTLERİ
Kur'ân-ı Kerimde zulüm çeşitlerinin en büyükleri olarak şunlar sıralanmaktadır:
1) Şirk: “Hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür." (2)
2) Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olmak: “Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.” (3)
3) Allah'ın bildirdiklerini gizlemek ve O'nun adına yalan söylemek: “Allah'a karşı yalan uyduran yahut âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onlara Kitap'tan nasipleri erişir. Canlarını alacak elçilerimiz gelince onlara: 'Allah'tan başka taptıklarınız nerede?' derler. Onlar: 'O taptıklarımız bizden sapıp ayrıldılar.' derler. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına bizzat şahitlik ederler.” (4)
4) Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve âyetlerinin başkalarına ulaşmasına engel olmak: “…Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.” (5)
5) Müslüman olduğunu iddia etmekle birlikte Allah adına yalan söylemek: “İslâm'a davet olunduğu halde Allah üzerine yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.” (6)
İnsanoğlu, yaratılış itibariyle bütün bu zulümleri işlemeye müsait bir varlıktır. Bu sebepledir ki Kur'ân-ı Kerim'de "çok zulmeden" anlamında "zalûm" olmakla nitelenmiştir.
Allah Teala, zatının ise insanları cezalandırırken zalim olmadığını, bu cezaları kendilerinin hak ettiğini sık sık açıklamaktadır.
Zalimler âhirette azabı hak ettikleri gibi bu dünyada da cezalandırılırlar. İnsanların başlarına gelen toplu felaketler, zulümleri sebebiyledir. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: "De ki: Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse zalimlerden başkası mı yok olur?" (7)
Hz. Allah, zalimlere meyletmeyi, onları dost edinmeyi de zalimlik olarak tavsif etmekte/nitelemektedir. Hatta zulmeden, kişinin babası veya kardeşleri bile olsa onlara dost olmak, zalimliktir. Nitekim ayet-i celilelerde şöyle buyrulmuştur: “Ve zulüm yapanlara meyletmeyin/yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah'tan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.“ (8) “Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz. Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir.” buyrulmuştur. (9) Böylece dostluğun-ahbaplığın-yakınlığın da akrabalık bağlarına göre değil, inanç, adalet ve hakkaniyet esaslarına göre olması gerektiği anlatılmıştır.
Özetlemek gerekirse Kur'ân-ı Kerîm, ana hatlarıyla üç nevi zulümden bahsetmektedir:
a) İnsanın kendi kendine zulmü: Kişinin gerek bedenine ve gerekse ruhuna karşı işledikleri haksızlıklar, kendi kendine yaptığı bir zulümdür.
b) İnsanın Allah'a karşı işlediği zulüm: O'na ortak koşmak, emirlerine riayet etmemek bu zulüm çeşidine girer.
c) İnsanların kendi aralarında yaptıkları zulümler. Toplumların helâk olmasına sebep olan zulüm, bu çeşit zulümdür.
***
ZALİMLERİN KIYAMET GÜNÜNDEKİ PERİŞAN HALLERİ
“Zâlimlerin (o gün) ne müşfik bir yakını, ne de (şefaatı dinlenen) bir aracısı-şefaatcısı yoktur. (10)
“O zâlimlerin (ilahi azaptan kurtarıcısı ve) hiç bir yardımcısı yoktur.” (11)
Dikkat edecek olursak, yukarıda geçen Hud suresi 113. ayet-i celilede Cenab-ı Hak bizlere, asla zâlim kişilerden olmayın ve hatta zâlim kişilere yaklaşmayın veya onlarla arkadaş olup onlara yağcılık yapmayın, alkışlamayın, buyurmuyor da, en küçük bir meyil ile, kalbi muhabbetle onlara meyledip yaptıklarını tasvip etmeyin. Sonra, yakanızı-paçanızı ateşten kurtaramaz, cehenneme atılmaktan kurtulamazsınız, buyuruyor. (12)
Peki hangi işler, "zâlimlere meyletme"ye girer?
Onlara müdahane (yağcılık), sözlerine ve işlerine razı olup onları tasvip etme, alkışlama… Onlarla arkadaşlık kurup, oturup kalkma; onlarla yeyip içme veya dünyevi varlıklarına gıbta etme/imrenme… Yaşamaları için dua etme… Onları “bay, bey, beyefendi” gibi sıfatlarla övme ve överek anma… Varsa yazılarına-çizilerine yardımcı olma, onlara hürmeten arkalarından yürüme veya onları teşvik edip reklam etme, alkışlama… gibi fiillerin hepsi bu ayette zikri geçen “meyletme” muhteviyatına dahildir. (13)
Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde, “Gerçek âlimler, peygamberlerin eminleri, vekilleri, varisleridirler. Siyasete ve devlet adamlarına karışmadıkça… Ne zaman ki, onlara (devlet adamlarına, yöneticilere) karışır, onlarla oturup kalkarlar, yiyip içerlerse, o zaman o âlimler peygamber’e ihanet etmiş olurlar. Siz de onlardan sakının ve uzak durun” buyuruyor. (İsmail Hakkı Bursevi, a.g.e., ilgili ayet tefsiri)
Yuşâ bin Nûn’a (a.s.) Cenab-ı Hak celle ve alâ vahyederek buyurmuş ki:
“Ben senin ümmetinden 60 bin kötünün yanında 40 bin de iyi kimseyi helak edeceğim.” Hz. Yuşâ soruyor: “Kötüleri helak edeceğini anladım ya Rabbi! Ama iyileri neden helak edeceksin?”
Cenab-ı Hak cevaben buyurdu ki: “Çünki onlar da benim gadab ettiğim o zâlimlere gadab etmiyorlar. Bilakis gidip onlarla oturuyor, onlarla oluyor ve onlarla yiyip içiyorlar.” (İ.H. Bursevi, a.g.e., ilgili ayet tefsiri)
Hadis-i şerif: “Bu ümmet Allah’ın kudretinden ve himayesinden mahrum olmaz. Tâ ki bu ümmetin kurrası (âlimleri) umerasına (idarecilerine) meyledip, onların kötülüklerini tasvip etmedikçe..." buyuruyor. (İ.H. Bursevi, a.g.e., ilgili ayet tefsiri)
Nitekim büyüklerimiz buyurmuşlar ki:
“Eğer bir ülkenin âlimleri, aydınları hak üzere birleşip zulme ve zâlime karşı çıkabilirlerse, böyle bir ülkenin zâlim idarecisi onlara karşı duramaz ve dayanamaz.”
***
AFFEDİLİP EDİLMEME DURUMUNA GÖRE ZULMÜN KISIMLARI
• Allah Teala’nın, dilerse affedeceği zulümler vardır: Ki bunlar, Allah ile kulu arasında olan günahlar, zulm ve masiyetlerdir. Namazı, orucu, haccı terk etmek veya Allah’ın yasakladığı bazı haramları işlemek, bazı günahlara dalmak gibi.
• Cenab-ı Hakk’ın afv etmeyeceği ve adaletle hükmedeceği zulümler vardır. Kullar arasında olan veya kul ile hayvanlar arasında olan zulüm ve haklar gibi. Buna dövmek-sövmek, çalmak-çarpmak, haram yemek, gıybet etmek, öldürmek veya hayvan haklarına tecavüz etmek dahildir.
Gelecek hadis-i şeriflerde göreceğimiz üzere, kul veya hayvan hakkına tecavüz edenler, umumi affın ilan edildiği Arafat’ta da yalvarsalar, şehit de olsalar bile, -eğer kendilerine ölmezden evvel o hakları ödeme fırsatı vermemişse Cenab-ı Hak- kul hakkından kurtaramıyacaklardır yakalarını...
• Bir de Hz. Mevla’nın asla affetmeyeceğini bildirdiği zulüm ve günah vardır. Ki o da ŞİRKtir. Nitekim mevzumuzun başlarında geçen bir ayet-i kerimede bunu görmüştük.
***
ZULMÜN, İŞLENME DURUMUNA GÖRE BAZI ÇEŞİTLERİ
1) Kana girerek, mallarda haksızlık yaparak işlenen zulüm: Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) Veda’ Haccı’nda ümmetine pek çok hususu sayıp, tavsiye ettikten sonra şöyle buyurdular: “Uyanınız, dikkat ediniz ey ümmetim! Ve biliniz ki, Allah sizin üzerinize birbirinizin kanlarını ve mallarını, şu beldeniz (Mekke’de) şu ayınızda ve bu gününüzün hürmeti gibi onları da haram kıldı. (Ey ashabım!) dikkat edin! Allah’ın emirlerini sizlere tebliğ ettim mi? diye sordu. Ashab bir ağızdan “Evet!” dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah: Allah’ım, şahit ol! diye üç kere tekrar ettiler. (14)
2) Hudud-sınır tecavuzü yapanlar ve böylece zulm edenler:
Hz. Aişe validemiz Rasûlüllah Efendimiz’den rivayet ediyor, buyurdu ki Sevgili Peygamberimiz:
“Kim bir karış miktarı yere zulmen sahip çıkarsa, yedi kat yerler, (yarın) onun boğazına geçirilir." (15)
3) Hakkı olmıyan bir şeyi yemin ederek alanlar:
Bunlar hakkındada Rasûlüllah Efendimiz buyurdular ki: “Kim bir Müslümanın hakkını yemin ederek alırsa, Allah ona cehennem ateşini vacip, cenneti ise haram kılar. Ashab’dan birisi dedi ki: “Ya Rasûlellah! Eğer o kimsenin aldığı az ve değersiz bir şey olsa...?” Rasûlüllah Efendimiz: Misvak ağacından kesilmiş küçük bir dal bile olsa!” buyurdu. (16)
4) Devlet malın çalanlar, ona ihanetle zulm edenler:
Bu hususta Rasûlüllah Efendimiz buyurdu ki: “Bir iş ve görevle tayin ettiğimiz herhangi bir kimse (tahsildar, memur ve saire) eğer bir iğne veya daha fazla bir şeyi (bizden gizliyerek) alırsa, o kıyamet günü onun için, en büyük bir hiyanet olur." (17)
5) Bir Müslümana hakaretle bakanlar:
Bu mevzuda da Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyurdu: “Müslüman Müslümanın kardeşidir! Ona hiyanet edemez. Ona yalan söyleyemez. Ona yardımı terk edip, geçip gidemez. Ve her Müslümanın ırzı, malı, kanı, diğerinin üzerine haramdır. Sonra da Rasûlüllah kalbini gösterdi ve takva buradadır. Daha sonra da bir kimseye kötülük ve günah olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmek yeter" buyurdu. (18)
Hadiste de görülüyor ki, sadece “mahallenin namusu” değil, herkesin namusu diğerine emanettir ve hiyanet haramdır! Ve hiçbir kimseye Allah’ın yarattığı bir başkasını gırgıra almak, onu mahçup etmek gibi bir hak ve selahiyet verilmemiştir.
***
Nakşibendi yolu Müceddidin kolu silsilesinin 33. Ve son halkasını temsil eden Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri, sohbetlerinde;
“Bir mü’mini mahcup etmek de haramdır!” buyurur ve hatta derse geç kalan bir talebesi bile olsa, derse başlamaz, gelinceye kadar diğer talebeleriyle onu bekler, gelince de, “Neden geç kaldın!” diye azarlamaz, sadece “Hep seni bekledik.” buyurur, asla mahcup edip, azarlamazdı. (19)
***
Kul hakkı, kulun Allah’a en yakın olduğu ne Arafat’ı tanıyor, ne de Allah’ın varlığına şahit olarak ölüm hali olan şehitliği!..
Nitekim Ömer bin Hattab (r.a.), rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu naklediyor: Hayber harbi günü bir takım insanlar gelerek, “Ya Rasûlallah! Bu harbte falanca ve filancalar şehit oldu!” diye sayıp döktüler. Bu arada birisinden daha bahsederek, “Falanca da şehit oldu!” dediler. Rasûlüllah (s.a.v.), “Hayır! O şehit olmadı! Çünki ben onu, çaldığı bir hırka veya aba içinde cehenneme girerken gördüm” buyurdular. (20)
Riyazu’s-Salihin, 217 Nolu hadisin sonunda ise Peygamberimiz, Ashab-ı Kiram’dan birisine, “Allah yolunda cihad ederken ölürsen, şehit olursun amma… Borçlu ölmeyeceksin! Çünki, Cibril (a.s.) bana böyle söyledi” buyuruyor.
***
ZÂLİMLERE VERİLEN İMKÂN VE MÜHLETE ALDANMAMAK LAZIM
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki; “Allahu zû’l-Celâl, zâlime biraz mühlet verir. Ama bir kere de onu yakaladı mı, ona artık fırsat vermez (nefes bile aldırmaz!). Sonra da Rasûlümüz sözlerine delil olarak şu ayeti okudu: “Zâlim bir karye (köy-topluluk-şehir memleket) halkını Rabbın yakaladı mı, işte böyle yakalar. Ve Onun yakalaması çok acıklı ve şiddetli olur." (21)
En’am suresi 93. ayette ise Hz. Allah Habibine, dolayısıyla bizlere hitab ederek şöyle buyuruyor: “Görecek olsan o zamanı ki, zâlimler ölüm sarhoşluğu (ve acısı) içinde kalacak (kıvaranacak), onlara melekler de ellerini (pençelerini) uzatarak, “Çıkarın bakalım canlarınızı!” diyecekler. “Ve bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız! Allahu Teala’ya karşı hak olmayanı söyler olduğunuzdan ve Onu (Onun ayetlerini) böbürlenerek terk ettiğinizden dolayı!” diyeceklerdir.
Öyle ise herkes önderini-liderini, rehberini-kılavuzunu, arkadaşını çok iyi seçmelidir.
Allah İsra suresi 71. ayette, “O gün (mahşer günü) bütün insanları imamları (önderleri) ile çağıracağız” buyruluyor.
Şu halde bugün bizler, kimlerle oluyoruz, kimlerle ölüyoruz! Buna çok dikkat etmeliyiz! Eğer bugün zâlimlere karşı tavrımızı koymaz ve haktan yana olmazsak, bir gün gelir Allah o zâlimleri getirir, bizim de başımıza musallat eder. Nitekim Peygamberimiz bu gerçeğe işaret ederek, buyurdu ki:
“Kim bir zâlime yardım eder, destek olursa, Allah o zâlimi er-geç onun da başına musallat eder." (Gazali, Dalâletten Hidayete, Tercüme: A. Subhi Furat, Şamil Yayınları, s. 80, İstanbul, 1978.)
Gene bu manaya işaret eden atalarımız da, “Besle kargayı, oysun gözünü!” demezler miydi?
***
MEVZUMUZLA İLGİLİ BAZI VAK’LAR-HİKÂYELER
1) Şeyh Aliyyu’l-Havas hazretleri anlatıyor:
Şehrin hâkimlerinden biri İbrahim Mebtuli hazretlerini daima üzer, ona hakaret, eza ve cefa ederdi. Nihayet bu hakim öldü. Simsiyah bir köpek gelip, herkesin gözü önünde cenazesinin üzerine oturdu. Köpeği kovdular, ama gitmedi. Ve sonunda da onunla beraber aynı kabre gömüldü.
Halbuki Şeyh İbrahim Mebtuli hakime şöyle derdi: “Avucundaki bu renk (yani hüküm yazmaktan meydana gelen mürekkep lekesi) yerine göre bir haraminin (eşkıya’nın) elindeki kılınçtan çok daha kötüdür. Çünki bu ellerinle sen, insanlara düşünmeden, hakkı ve hakikatı aramadan, gerçeği bulmadan ve onlara insaf da etmeden hükümler yazıyorsun...”
2) Şeyh Ahmede’l-Havvas şöyle anlatıyor:
Ölmüş bir yakınımı bizzat kendi elimle kabre indirdim. Bir de ne göreyim! Daha önce ölmüş olup, kabre konan birisi ayakta dikiliyor. Gayr-i ihtariyi elimdeki balta ile vurup, ayaklarını kırdım ve onu yere çökerttim. Ama çok korkmuştum. Bu korku içinde gece yatmıştım ki rüyamda aynı adamı gördüm. Bana şöyle dedi:
“Bana yaptığın iyilikten dolayı, Allah sana hayırlar ihsan etsin. Çünki sen ayağımı kırarak bana oturma imkanı sağladın. 40 yıldır Huzurullah’ta ayakta durmaya mahkum idim.
Ben de; bunun sebebi ne idi, günahın nedir dedim. “Bir gün zâlim bir hakimin sofrasına oturup, onun yemeğini yemiştim!” dedi. (22)
***
BİR İNSAN NEDEN ZÂLİM OLUR?
a) Kişinin babalarından, dedelerinden tevarüs ettiği genler yoluyla kendisine kadar gelen bir huy olabilir bu zalimlik. Yani cibilliyetinin bir iktizası olarak zulmeder kişi...
b) Veya doğup büyüdüğü evde haram gıda almaktan ve iyi terbiye alamamaktan dolayı bu kötü huyun sahibi olur.
c) Yahut da çevrenin, bilhassa kendisine yön vermesi icab edenlerin onu kötü yönlendirmesi sebebiyle zalim olur insan.
Ancak sebepler ne olursa olsun, zalim yaptığı zulümlerin sorumluluk ve cezasından kurtulamaz.
***
BUNLARLA ALAKALI BAZI ÖRNEKLER
1) Hâkimlikten korkup çekinmekle ilgili Ashap’tan bir örnek:
Hz. Ömer halifeliği devrinde Ebu Hureyre’yi (r.anhüma) huzuruna çağırıyor ve “Seni vali tayin etmek istiyorum!” diyor. O da kabul etmiyor.
Hz. Ömer ona: “Bu işi senden daha hayırlısı kabul ettiği halde, sen neden kabul etmiyorsun?” dedi. Ebu Hureyre de “Kimmiş o benden hayırlı olup da, kabul eden kişi?” dedi.
Hz. Ömer de: “Yakub’un (a.s.) oğlu Yusuf (a.s.)!” dedi. Ebû Hüreyre de hemen: “O Peygamber oğlu Peygamber’di. Onun için kabul edebildi. Ama ben Peygamber oğlu Peygamber değil, Ümeyye oğlu Ebu Hureyre’yim!” diye cevap verdi ve, “Ben beş şeyden dolayı valiliği kabul etmekten korkuyorum” dedi.
Hz. Ömer, “Neymiş o beş şey?” diye sorunca, Ebu Hureyre şöyle sıraladı:
“- Bilmediğim bir şeyi söylemekten,
- Mesnetsiz (dayanaksız) hüküm vermekten,
- Dövülebileceğimden,
- Malımın elimden alınmasından,
- Namusuma dil uzatılmasından korkuyorum da onun için kabul etmiyorum!” (23)
Evet, dikkat edilirse, Hz. Ebu Hureyre’nin korktuğu şeyler Ashab devrinde ve Hz. Ömer gibi bir zatın halife olduğu dönemde... Ya bugün! ...
2) İdarecilere, hakkı-hakikati, doğru olanı söylememenin vebali, günahı… Tâbiin döneminden bir örnek:
Ashap’tan Hz. Urve (r.a.) anlatıyor (devir Tâbiin devridir): Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın (r.anhüma) yanına vardım ve ona, “Ey Abdellah! Biz gidip şu idarecilerimiz ile oturuyoruz. Onlar, bize bazı sözler söylüyorlar ki, doğrusu onların dediği gibi değil. Tam tersidir. Buna rağmen biz kendilerini (durum icabı) tasdik etmek mecburiyetinde kalıyoruz. Hatta bazen zâlimane kararlarını destekliyoruz. Verdikleri hükmü beğendiğimizi ve onun yerli yerinde olduğunu söylemek durumunda kalıyoruz. Sen bizim bu tavır ve tutumumuzu nasıl görüyorsun? (Yani bunlar hata, günah, ama ne kadar günah?)” diye sordum.
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah bana şu cevabı verdi: “Ey kardeşimin oğlu! Bugün bunları siz nasıl telakki ediyorsunuz bilemem! Ama biz, Allah’ın Rasûlü zamanında bu tür davranışları münafıklık sayardık” buyurdu... (24)
3) “Her şey asılana rücu’ eder” sözünün manası ve sırrı… Bir padişah, farklı mesleklerden üç veziri, Şeyhu’l-İslâm, bir âlim ve Hızır aleyhisselamın hikâyesi:
Geçmiş devirlerde padişahlardan birinin memleketinin düzeni çok bozulmuş, her şey fesada gitmişti. Padişah bunu düzeltmek için, çok çareler aradıysa da bulamadı. Nihayet: “Bunu ancak Hızır (a.s.) yapabilir. Ne yapıp etmeli, onu bulmalıyım!” diye karar verdi. Memleketin dört bir yanına haber salarak Hızır'ı (a.s.) bulup, getirine çok büyük ihsanlarda bulunacağını ilan etti.
Padişahın yaşadığı başkentte her şey alt üst olduğu için ilme ve âlime rağbet de kalmamıştı. O memlekette yaşayan büyük bir âlim zat da âdeta sefalat içinde yaşıyordu.
Bu âlim zat, çaresiz padişahın huzuruna çıktı. “Bana ihsanını yap, iki de at ver, 3 ay müddet ver, Hızır’ı bu atın birine bindirip getireceğim!” dedi.
Padişah derhal istenilenleri verdi ve âlim zatı Hızır’ı bulmak üzere gönderdi. O âlim zat da o paralarla evinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını gördü ve “Hızır (a.s.) aramakla bulunmaz, Allah dilerse onu gönderir” dedi ve üç ay boyunca Allah’a iltica ve ibadetle meşgul oldu. Ama padişah üç ayın bütün günlerini sayıyordu ve hoca’nın Hızır’ı alıp geleceği günü, halka ilan etmişti. Halk bir meydanda toplaşıp, bekleşiyordu.
Hoca, yanında Hızır aleyhisselâm olmaksızın meydana geldi. Padişah, “Hani nerde Hızır? Neden bulamadın?” diye sordu. Hoca: “Padişahım! Hızır aramakla bulunmaz, ben fakir bir kimseyim. Verdiğiniz parayı, fakirlikten kurtulmak için ihtiyaçlarıma harcadım, Hızır’ın beni gelip, bulması için de dua edip bekledim. Ama Hızır (a.s.) gelmedi, ne cezam varsa razıyım. Cezamı verin!” dedi.
Padişah’ın üç veziri bir de Şeyhu’l-İslâm’ı vardı. Onları çağırdı, “Bu âlim hakkında her biriniz hükümlerinizi verin!” dedi. Mahakeme de orada toplanan halkın huzurunda yapılıyordu. Halkın arasına üstü başı pek düzgün de olmıyan bir de çocuk katılmıştı.
Padişah sağ tarafında oturan baş vezirine “Bunun cezası nedir?” diye sordu, baş veziri de: “Padişahım! Bu zat size söz verdiği halde sözünde durmamış, sizden aldığı paraları şahsına harcamış, böylece de sizinle alay etmiştir. Bunu, benim fikrime göre keşkek havanına koyup, öyle ezdirmeli ki, görenlere ibret olsun! Ve bundan sonra kimse size karşı yalan demeye cesaret edemesin!” dedi. Bu sözleri dinliyenlerin arasında olan çocuk herkesin duyacağı tarzda, “Küllü şey’in yerciu ilâ aslihî: Her şey aslına, köküne, rucu’ eder, döner!” dedi.
Padişah 2. vezirin fikrini sordu, o da şöyle dedi: “Bence bunu canlı-canlı fırına sokup, kızartmalı ve vucudunu parçalara ayırıp, memleketin dört bir yanına göndermeli ki, halk suçlunun nasıl cezalandırıldığını görsün ve kimse bundan sonra size karşı suç işlemeye cesaret edemesin”. Çocuk yine: “Herşey aslına rucu’ eder, döner!” dedi.
Padişah 3. vezirine fikrini sordu, o da diğerlerinden daha insaflı değildi. “Padişahım! Bu adamı kasaba teslim edin, diri diri derisini yüzsün. Etlerini de parçalara ayırsın, her parçayı bir ayrı vilayete gönderin ki, halk görüp, ibret alsın!” dedi. Çocuk da yine: “Herşey aslına rucu’ eder, döner!” dedi.
Padişah son olarak Şeyhu'l-İslâm’ın (ülkenin en büyük din âlimi) fikrini sordu, o da gayet merhametli insanca bir teklifte bulunarak şöyle dedi: “Padişahım! Bu âlim bir kimsedir. Söylediği üzere, bakmakla mükellef olduğu çocuklarına bakmaktan aciz kalmıştır. İşte bu durum bunu böyle bir şey yapmaya sürüklemiştir. Kendisinin de dediği gibi Hızır aramakla bulunmaz, o, Allah dilerse kendi gelir! Onun için, bunu afv etmenizi ve buna verdiğiniz paraları hazineden verdiniz ise, sizin telafi etmenizi sizden istirham ediyorum”. Çocuk bu cevaba yine: “Herşey aslına döner!” deyince, Padişah çocuğa bu sözlerle ne demek istediğini sordu, çocuk kılığındaki o zat da: “Ey Hızır’ı arayan ve mülküne onun vereceği nasihata göre yön verip, ülkesini düzeltmek isteyen iyi kalpli Padişah! Bu söylediğim sözlerin manası şudur:
Birinci vezirinin yapacağı iş, vezirlik değil olsa olsa keşkekçiliktir, babaları da keşkekçi idi. Siz onu saraya keşkekci yaparsanız, size ağız tadıyla keşkek yemeği yedirir.
İkinci veziriniz ise sözlerinden anlaşıldığına göre, güzel fırıncılık yapar, çünki babaları da fırıncı idi. Siz de onu fırıncıbaşı tayin edin ki, size güzel ekmekler pişirsin.
Üçüncü vezirin söylediklerinden güzel bir kasap olacağı anlaşılıyor, zaten baları da kasaptı. Onu da kasapbaşı tayin edin ki, size güzel etler hazırlasın.
Çünki bunların üçü de ceza vermekte hak ve adalet aramadılar, size doğru ve insaflı yolu göstermediler.
Şeyhu’l-İslâm ise, Hindistan’da bir hükümdarın oğludur. Babasının ölümünden sonra kardeşleri arasında çıkan taht kavgasından nefret ederek memleketini terk etmiş, kendini ilme vermiştir. Ama size vezirliğe en layık ve ülkenizi düzeltecek olan işte bu Şeyhu’l-İslâm’dır. Siz onu kendinize baş vezir yapınız, o gerisini düzeltir, der.
Huzurunuzda suçlu durumunda duran âlim ise, kendisine münasip bir hizmet ve geçinecek kadar para verilmediği için, bu yola tevesül etmek mecburiyetinde kalmıştır. Onu da kendinize Şeyhu’l-İslâm yapınız, o zaman her şey yerine gelmiş olur.
Ben baştan beri, “Herşey aslına döner” demekle işte bunu söylemek istedim. Hızır da gelse, yapacağı budur” dedi ve uzaklaştı.
O zamana kadar boynunu bükmüş, verilecek cezayı bekleyen âlim zat, hemen yerinden fırladı ve “İşte Hızır! Buldum Hızır’ı!” diyerek çocuğun peşinden koştu ama bir daha ne bulmak, ne görmek nasip oldu.
Padişah da çocuk kılığındaki Hızır’ın söylediklerini aynen yaptı ve işler ehline verilince memleket de huzura kavuştu. (25)
4) Eğip bükmeden doğruları söylemek… Bu hususta Yavuz Sultan’ın Selim’in endişesi ve dürüst lalası Piri Mehmet Paşa’ya ihsanları:
Mısır’ı fethedip mukaddes emanetlerle ve hilafetle İstanbul’a dönen koca Yavuz’un içini bir kurt kemiriyordu. Nihayet aklına güvendiği kimselere ve bilhassa veziri lalası Piri Mehmet Paşa’ya içini kemiren bu şeyi açıp, şöyle dedi: “Lala! Allah’ın izniyle Mısır’ı feht ettik ve Hadimu’l-Haremeyn ünvanı ile müşerref olduk. Emrimize boyun bükmeyen dünyada kimse kalmadı. Ama buna rağmen acaba bu devletin bir gün zeval bulması mukadder midir?”
Piri Mehmet Paşa da ona: “Allah’ın ve Rasûlü’nün koyup, yüce cedlerinizin/atalarınızın da takip ettiği (şer’-i şerif) kanunlar ve kaideler kusursuz ülkenizde tatbik edildikçe, bu devletin zeval bulması mümkün değildir, muhaldir.
“Amma evlatlarınızın hilafeti zamanında akılsız, veziriazamlar (başbakanlar) devletin başına tayin edilirse, rüşvet kapıları açılarak makam ve mevkiler ehline verilmezse ve devlet işlerine kadınlar karışır, onların sözleri geçerli olursa, o zaman bu devletin yıkılması da kaçınılmaz olur” der.
Bu muhteşem cevap üzerine Yavuz, “Allah’ım, sen bizi ve neslimizi koru!” diye dua eder...
Ve lalasını (başveziri Piri Mehmet Paşa’yı), eğmeden-bükmeden doğruları söylediği için ihsanlara boğar.
Yine Yavuz aynı suali Beşiktaş’ta dergâhı olan, Yahya Efendi’ye de sormuş, o da aşağı-yukarı aynı cevabı vermiş ama, bunun başına bir de, “Neme lazım”ı eklemiştir. Yani eğer bir millet gördüğü kötülüklere müdahale etmez, “Neme lazım” veya “Aman sende” deyip geçerse, işte o devlette her türlü kötülük yayılır, revaç bulur, kötülükler yayılınca da o devlet yıkılır, mahvolur, buyurmuştur.
***
ZULMÜN ŞİDDET VE DEHŞETİNİ ANLATAN SON BİR HADİS-İ ŞERİF
İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Bir taş, hela taşı kılındığı (tuvalette kullanıldığı) için Cenab-ı Hakk’a kendi diliyle niyazda/serzenişte bulunarak, ‘Ya Rabbi! Şu kadar seneden beri sana ibadet ettim de sen beni tutup bir helaya taş olmaya reva gördün’ dedi. Cenab-ı Hak da ona: ‘Sen buna razı değil misin ki, ben seni hela taşı yaptım da içinde zulümle (âdil olmayan kararlarla) hükmedilen bir mahkemenin duvar taşı yapmadım!’ deyince, taş bu cevabı beğendi ve sustu.” (26)
***
Dilerseniz mevzumuzu birkaç güzel şiirle noktalayalım.
Bir zamana gelmişiz ki, uğursuzu baş olur,
Baş olacak kimseler, kabristan’a taş olur. (Lâ edrî)
Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir. (alçaklardır)
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî insâf*a hizmetten. (Namık Kemal)
*Sayyâd-i bî-insaf: İnsafsız avcı.
Bu kadar çok cürm u seyyiatımla
Rahmet umudumun budur sebebi
Çünki buyurmuş Huda-i Azze ve Cell:
“Sebekat rahmetî gadabî”(*) Lâ edrî
(*) Benim rahmetim, gadabımı geçmiştir. Hadis-i kudsi
DİPNOTLAR
(1) Bakara suresi, 2/257.
(2) Lokman suresi, 31/13.
(3) Bakara suresi, 2/114.
(4) A'raf suresi, 7/38.
(5) En'am suresi, 6/157.
(6) Saff suresi, 61/7).
(7) En'am suresi, 6/47.
(8) Hud suresi, 11/113.
(9) Tevbe suresi, 9/23.
(10) Gâfir suresi, 18.
(11) Hac suresi 71.
(12) Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı, ilgili ayet tefsiri.
(13) İsmail Hakkı Bursevi, Tefsiru Ruhu’l-Beyan, ilgili ayet.
(14) Buhari ve Müslim’den ve Riyazu’s-Salihin, 205 No’lu Hadis.
(15) Riyazu’s-Salihin, 206 No’lu Hadis.
(16) Riyazu’s-Salihin, 214 No’lu Hadis.
(17) Riyazu’s-Salihin, 215 Nolu Hadis.
(18) Riyazu’s-Salihin, 234 Nolu Hadis.
(19) Hatıratım, Ali Erol, S 16.
(20) Riyazu’s-Salihin, 216 Nolu Hadis.
(21) Hud suresi, 11/102.
(22) Her iki hikâye de Levakihu’l-Envar, S. 1018.
(23) Hayatu’s-Sahabe, C. 2, S. 113.
(24) Hayatu’s-Sahabe, C. 2, S. 126.
(25) Büyük Dini Hikayeler, S. 379.
(26) el-Mevâizu’l-Mu’tebera, Zulüm Bahsi.