Halis ECE

Şüphesiz münâzara, ilim elde etme yollarından birisidir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in müctehid imamları ilmi, “Mâlum olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir” (1) diye târif etmişlerdir. Ayrıca ilmin; haber, his-duyu organlarının faâliyetleri ve istidlâl (akıl ve mantık yürütme) yoluyla da elde edilebileceği hususunda müttefiktirler.(2)

Eğer münâzarada şer‘î hudutlara riâyet edilirse, haklı olan da haksız olan da bilmedikleri pek çok meseleyi öğrenmiş olur. Yeter ki münâzarada taraflar, nefsâniyete kapılıp birbirlerini yenme hırsına meyletmesinler.

Dilerseniz bu noktada İmam Burhâneddin Zernûcî’ye (rh.) kulak verelim. Diyor ki o büyük zât:

“Kelâm ve münâzara ilmini gereğinden fazla öğrenmek mekruhtur. Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı A‘zam (rh.) hazretleri, oğlu Hammâd’a bundan sakınmasını tenbih etmiştir. Bunun üzerine Hammâd:

- Babacığım, bana yasakladığın şeyi, senin yaptığını görüyorum, der. İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe hazretleri de buyurur ki:

- Evlâdım, bizler münâzarada biri ile konuşurken, arkadaşımızın ayağının hak yoldan kayması endişesiyle, her birimizin başı üstünde uçmasından korktuğumuz bir kuş varmış gibi davranır, ona göre hesaplı konuşurduk. Halbuki sizler konuşurken, münâzara ederken, her biriniz arkadaşınızın ayağının kaymasını (sapmasını) istiyorsunuz. Bu, arkadaşının kâfir olmasını istemek gibidir. Kim de arkadaşının kâfir olmasını isterse, arkadaşı kâfir olmadan kendisi kâfir olur. Mantık ve benzeri ilimlerle meşgul olmadaki ölçü de böyledir.” (3)

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Şeytan, namaz kılanların kendisine uymalarından ümidini kesmiştir. Fakat aranızda fesat çıkarmakla da yetinir.” (4)

Yukarıda zikri geçen bu hadîs-i şerif, hakikaten de münâzaracıların bir an bile akıllarından çıkarmamaları gereken bir tehlikeyi hatırlatıyor. Fitne ve fesada sebep olabilecek faydasız münâzara ve münâkaşalardan kaçınmak lâzımdır. Bunun için de bilhassa dinî bir meselede münâzara ederken, tarafların temel İslâmî ilimlere vâkıf bulunmaları, delâleti ve sübûtu zannî olan hususlarda mutlaka müctehid imamlara uymaları gerekir.

Şimdi kendi kendimize soralım: Günümüzde cereyan eden, bilhassa basın ve medyada toplum önünde yapılan münâzara ve münâkaşalar (moda tâbiriyle tartışmalar), Müslümanlar arasında daha çok ilmin-irfânın yayılmasına mı, yoksa nefret ve düşmanlığın gelişip artmasına mı sebep oluyor? Eğer bu soruya, ilmin-irfânın yayılmasına vesîle oluyor, diye cevap verebiliyorsak, mesele yoktur.

Ancak görülen o ki; daha ziyade fitne-fesat, nefret ve düşmanlıkların artmasına sebep olmaktadır. Zira yapılan “tartışmalar”da, daha ziyade karşılıklı ayıp ve kusurların ortaya dökülmeye çalışıldığını görüyoruz. Hatta zaman zaman, itham ve iftirâ kasırgalarının estiğine de şâhit oluyoruz. Yaşadığımız bu hâdiseleri görmezlikten gelmemiz mümkün mü? Öyle ise gelin bu noktada yine kulağımızı ve gönlümüzü Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) verelim. Buyuruyor ki o yüce Resûl:

“Hidâyet üzere olan bir millet, ancak cedel (iç müdâdele, münâkaşa ve tartışmalar) ile dalâlete düşer.” (5) Bu hadîs-i şerifi iyi düşünmek zorundayız. Zira mü’minler, biribirlerinin velîleri yani dostlarıdırlar. Şayet münâzara ve münâkaşalar aralarına kin ve düşmanlık sokuyorsa, terkedilmesi vâcip olur.


HAKİKİ ÂLİMLERDEN MÜNAZARA ÖRNEKLERİ

es-Saymerî (rh.) Menâkıb’ında şöyle bir olay anlatır:

İmam Ebû Hanîfe ilmî bir seyahat için Bağdat’a gitmiştir. Kûfe’deki talebeleri, aralarında çetin bir mesele üzerinde uzun araştırmalar yapar ve döndüğünde İmam’a bu meseleyi sormayı kararlaştırırlar. Kûfe dışında karşıladıkları İmam’a, hoş-beşten sonra meseleyi arz ederler. İmam, “Bu meselenin cevabı şudur” der. Talebeleri itiraz eder ve aralarındaki konuşma şu minval üzere devam eder:

- Yâ İmam! Bağdat size yaramamış. Biz bu meseleyi günlerdir aramızda konuşup tartışıyoruz. Vardığımız sonuç sizinki gibi değil.

- Öyleyse getirin delillerinizi.

Deliller zikredilir ve konuşma devam eder:

- Şu şu sebeplerden dolayı bu meselede sizin vardığınız sonuç yanlış, benim söylediğim doğrudur, der İmam.

Bunun üzerine talebeler, özür dileyerek “tamam” derler. Ama İmam meselenin peşini bırakmaz:

- Birisi size benim söylediğim cevabın yanlış, sizin söylediğinizin doğru olduğunu söylese ne dersiniz?

- Bu mümkün değil. Zira siz az önce meseleyi vuzuha kavuşturdunuz.

- “Öyleyse dinleyin”
der İmam ve kendi cevabının delillerini çürütüp, onların delillerini takviye eder.


Bunun üzerine talebeler,

- Bize haksızlık ettiniz demek ki. Biz bu cevabın doğru olduğunu zaten söylemiştik, derler.

- Acele etmeyin. Şimdi size, benim cevabımın da, sizin cevabınızın da yanlış olduğunu, bu meselenin doğru cevabının bir üçüncü şık (alternatif-seçenek) olduğunu söylersem ne dersiniz?

Bunun mümkün olmadığını söylediklerinde, önceki iki cevabın delillerini çürütüp, üçüncü cevabın delillerini takviye eder. Talebeler şaşkındır. “Ey İmam” derler, “doğrusu neyse bize söyleyin.” Bunun üzerine İmam Ebû Hanîfe, ilk cevabının doğru, diğer iki cevabın yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koyar.

Benzeri bir hadise de Takiyyüddîn es-Sübkî hakkında, oğlu tarafından nakledilmiştir.

Oğlu Tâcuddîn es-Sükbî’nin Tabakâku’ş-Şâfi’iyye’de anlattığına göre babası Takiyyuddîn es-Sübkî, ömrünün sonlarına doğru Kur’an tilaveti ve murakebeye yönelmiş, münazarayı terk etmişti. Geceleri uyuma adeti yoktu. Gündüz, resmî işlerinden ve diğer ilmî meşgaleleri ile ibadetlerden arta kalan zamanlarda uyurdu. Oğluna da özellikle gecenin ikinci yarısını uykuyla geçirmemesini, fuzuli bir işle uğraşarak da olsa seher vaktine uyanık girmesini öğütlemişti.

Bir gece ders arkadaşları oğul es-Sübkî’ye, babasının o ünlü münazaralarından birisine tanık olmak istediklerini söylediler. Oğul babasına bu talebi iletince kabul etti ve kendi aralarında, kaç kişi iseler o kadar farklı yönü bulunan bir mesele belirleyip, her birinin, seçtiği tarzın delilleri üzerinde çalışmasını, hazır olduklarında kendisine haber vermelerini istedi.

Hazır olduklarında kararlaştırdıkları meseleyi kendisine arz ettiler. Her biri ile konunun ayrı bir yönü üzerinde münazara etti ve hepsini susturdu. Sonunda, “Hepimizin delillerini çürüttünüz; peki bu meselede hak olan görüş hangisidir?” dediler. Bunun üzerine söze, “Bana göre hak olan şu arkadaşınızın savunduğu görüştür” diye başlayarak, oradakilerin savunduğu görüşlerin her birini ayrı ayrı takviye etti. Bu defa da öğrenciler, “Şimdi de bütün görüşlerin hak olduğunu söylediniz; bâtıl olan nedir?” diye sordular. “Hak olan şu görüştür; diğerlerine gelince, şu görüş şu sebeple, bu görüş bu sebeple reddedilir” diyerek az önce haklı çıkardığı görüşleri bu defa da mahkûm etti (çürüttü). Oğul es-Sübkî diyor ki:

“Oysa orada bulunanların hepsi iyi biliyordu ki, Şeyh bu mesele üzerinde durmayalı yıllar olmuştu.”

Oğul es-Sübkî’nin zikrettiğine göre baba es-Sübkî, bir kere duyduğu-dinlediği birşeyi bir daha unutmazdı. Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kıraat, Usul... ilimlerinde döneminin ilim adamlarınca “imam” olarak nitelendirilirdi. Onun hakkında, büyük Hadis hafızı allame Salâhuddîn Halîl b. Keykeldî el-Alâî, yaşadığı devirdeki insanların, “el-Gazzâlî’den sonra Takiyyuddîn es-Sübkî gibi birisi gelmiş değildir” dediklerini nakleder.”

Pek çok İslam aliminin ezber ve hafıza gücü konusunda nakledilen dehşetengiz anekdotlar onun hakkında da varittir. Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere meşhur Hadis musannefatını, yine başta İmam eş-Şâfi’î’nin el-Ümm’ü ve el-Müzenî’nin el-Muhtasar’ı olmak üzere pek çok Fıkıh kitabını, fukahanın sözlerini, Arap dili alimlerinin görüşlerini, şiirleri... ezberinde bulunduran birisi olan es-Sübkî’nin, birçok eserini sadece hafızasından yardım alarak yazmış olması şaşırtıcı değildir...
Döneminin ez-Zehebî, el-Mizzî, el-Birzâlî gibi büyük Hadis hafızları ona talebelik etmiş, ondan hadis dinlemiştir. Kendisine reddiye yazdığı İbn Teymiyye bile onun ilmini ve dirayetini itiraf edenlerdendir.

Aralarında muhasama meydana gelmiş (husumet ve anlaşmazlık) olan kişilerin bile vefat ettiğini haber aldığında üzülür, Kur’an okuyarak ruhlarına hediye ederdi.

Haya timsali idi; yanında kimsenin mahcup duruma düşmesinden hoşlanmazdı. Talebelerinden en küçük bir mesele konusunda bir tesbitte bulunanlara, sanki o meseleyi hiç duymamış gibi mukabele eder (tepki verir), onları cesaretlendirir, teşvik ederdi. Oğul es-Sübkî’nin anlattığına göre birgün talebelerinden birisi, muahhar bir alimden bir mesele nakleder. Oğul es-Sübkî bu meselenin daha önceki bir alimin eserinde de geçtiğini, muahhar kaynağın zikredilmesinin uygun olmadığını söyler. Bunun üzerine baba es-Sübkî oğluna, “Bunu nereden biliyorsun, kaynağını getir” der. Oğul es-Sübkî, bahsettiği kaynak eseri getirmek için oradan ayrılır. Döndüğünde o talebe gitmiştir. Konuşmaya başlamadan baba es-Sübkî şöyle der:

“Senin zikrettiğin mesele, o kitabın şu bölümünde geçiyor. Bunu biliyorum. Ancak bir ilim talebesi hocasına enteresan bir mesele keşfettiğini göstermek isterken, sen onu mahcup duruma düşürecek bir tavır takındın. Bu uygun bir davranış değildir.”

Takiyyuddîn es-Sübkî, zikretmeye çalıştığımız meziyetlerde elbette “tek” değil. Tabakat ve Menakıp kitaplarında pek çok alim hakkında buna benzer anekdotlar bulunduğu ehlinin malumudur.


İMAM GAZÂLÎ (RH.) VE FELSEFECİLER

İmâm Gazâlî rahımehüllah (v. 1111), “Tehâfütü’l-Felâsife” (Feylesofları Hırpalama veya Feylesoflara Hücûm) isimli eserinde, felsefecileri tenkid ve teşrih masasına yatırır. Hatta bunlardan Fârâbî ve İbn Sînâ’yı, birkaç mes’eleden dolayı tekfîr eder. Buna, kendisinden 77 yıl sonra İbn Rüşd cevap verir. Onun eserinin ismi ise, “Tehâfütü’t-Tehâfüt”tür. Yani, “Hücûma Hücûm veya Saldırıya Saldırı ile Cevap Verme”dir.

İmâm Gazâlî hazretleri ile İbn Rüşd arasındaki bu münâzara, uzun bir aradan sonra (yaklaşık iki buçuk asır) yeniden ele alınır. Fâtih Sultan Mehmed Hân (k.s.) hazretleri tarafından, tam 10 bin dirhem mükâfatlı bir müsâbaka tertip edilerek, bu münâzarada İmâm Gazâlî’nin mi, İbn Rüşd’ün mü haklı olduğunun ortaya çıkartılması istenir. Müsâbakaya devrin önde gelen âlimlerinde Hocazâde (v. 1487) ile Ali Tûsî (v. 1482) katılmış ve müsâbaka hey’eti yarışmayı, İmâm Gazâli hazretlerinin haklıllığını isbat eden Hocazâde’nin eserinin kazandığını îlan etmiştir. Bununla beraber Hz. Fâtih, her ikisine de aynı miktar parayı mükâfat olarak vermiştir. Biraz tuhaf gibi gelecek ama, Kâtip Çelebi’nin rivâyetine göre, Hocazâde’ye 10 bin dînarlık mükâfatın üstüne bir de katır hediye edilmiş... Bunu öğrenen Ali Tûsî ise, gücenerek İstanbul’u terk edip İran’a dönmüştür.

“Tehâfüt” münâkaşa ve münâzarları, Osmanlı’da bununla son bulmamıştır. Nitekim Yavuz Sultan Selim Hân (rh) devrinin meşhur Şeyhulislâm’ı Kemâl Paşazâde rahımehullah (v. 1533), “Hâşiyetün alâ Tehâfüti’l-Felâsife” adıyla Hocazâde’nin eserine bir hâşiye yazmış... Hemen hemen aynı yıllarda yaşamış olan Karabâğî merhûmun (v. 1535) da, Hocazâde’nin eserine yazdığı “Ta‘lîkât”ı vardır. 18. yüzyılda ise, Mestçizâde rahmetullâhi aleyh’in (v. 1735) eserinden neredeyse bir buçuk asır sonra Sultan II. Abdülhamid Hân cennet mekânın emriyle İmâm Gazâlî hazretlerinin “Tehâfüt”ü Türkçe’ye terceme edilmiştir. Böylece 11. yüzyılda başlayan bu münâzaranın, 19. yüzyıla kadar nasıl bir “devam zinciri” içerisinde yoğrulduğunu ve Osmanlı’da kelâm-felsefe mücâdelesinin durmadığını Tehâfüt münâkaşalarından da anlayabiliyoruz. Bugünü ise anlatmaya gerek yok, zâten yaşıyoruz.

Evet, Hz. Fâtih’in emir ve tensipleriyle yapılan müsâbakada Hocazâde merhûm, İmâm Gazâlî hazretlerinin haklı olduğunu ortaya koymuş ve mükâfatını almıştır. Allah Teâlâ sa‘yini meşkûr, amelini makbûl, mekânını cennet eyleyip, Cemâl’i ile de müşerref eylesin.

Tûsî ise, İbn Rüşd’ü haklı çıkarmanın bedelini –bu âlemde– İran’a dönerek ödemiştir. Asıl hesap ise, hiç şüphesiz haklının-haksızın mutlak surette ayrılacağı öbür âlemdedir.

Dilerseniz, bu husustaki son sözü İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî (k.s.) hazretlerine bırakalım. O mübârek zât bir mektuplarında, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından bahsederken buyuruyorlar ki:

“Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Ondan başkası için bir kıdem ve ezeliyyet yoktur. Kendilerine güvenilir kimselerin (Ehl-i Sünnet âlimlerinin) hemen hepsi, bu hükümde birleşmişlerdir. Binâenaleyh, kim ki ‘Allah Teâlâ kadîm ve ezelî değildir’ derse, küfre düşmüş olur. Bu ecilden dolayı İmâm Gazâlî rahımehullah, İbn Sînâ ile Fârâbî’yi ve benzer îtikatta bulunan diğer felsefecileri tekfîr etmiştir. Zira bunlar; akılların, nefislerin, heyûlânın, sûretin kadîm olduğuna kâildirler. Hatta semâların da içindekilerle birlikte kadîm olduklarını söylemişlerdir...” (7)

Sözün özü; İslâm’da felsefe yoktur, tefekkür vardır, akâid ve kelâm ilmi vardır. O bakımdan “İslâm felsefesi” tâbiri ne kadar yanlışsa, “İslâm filozofu” da o derece yanlıştır. Zira Müslüman filozof olmaz, olsa olsa mütefekkir olur, hatta olmaya mecburdur; çünkü tefekkürle memurdur.

Rabbimiz celle celâlühû, cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’i, felsefe bataklığına düşmekten muhâfaza buyursun. Âmîn...


İNSANLARLA İYİ GEÇİNMEK MÜSTEHAPTIR

Müslümanlar, İslâm hukuk ve âdâbının tâyin ve tesbit ettiği sınırlar dâhilinde, her insanla alâka ve münâsebet kurabilir, onlarla konuşup görüşebilir. Bazı İslâmî eserlerdeki, “bid‘at ehline ülfet eden kimsenin hiçbir ibâdeti kabul edilmez” veya “Fâsıklar ile muâşeret câiz değildir” gibi hükümleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Zira insanlara hakkı, hakîkati, iyiyi, doğruyu anlatabilmenin yolu, elbette ki muâşeretten yani birlikte yaşayıp onlarla iyi geçinmekten geçer. O bakımdan çevremizle olan münasebetlerde, hâl, hareket ve tavırlarımıza dikkat etmeli, insanlara karşı daima yumuşak ve güzel bir üslupla hitap etmeliyiz. Nitekim Fetâvâ-yi Hiddiyye’de deniliyor ki, “Mükellef bir Müslüman için müstehap olan; insanları idare etmesi ve onlarla iyi geçinmesidir... Sünnete uygun olan hâl, insanlara mülâyemet (yumuşaklık ve muvâfakat) ile davranmaktır.” (8)

Kur’ân-ı Kerim’de ise, “(Habîbim) kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar. Şüphe yok ki şeytan, aralarını ifsâda (bozmaya) çalışır. Muhakkak ki şeytan, insan için pek açık bir düşmandır” (9) buyurulmaktadır. Kezâ, Mûsâ ve Hârun aleyhimesselâm Firavun’a tebliğ için giderlerken, Cenâb-ı Hakk, “Ona yumuşak söz söyleyin; belki nasîhat dinler veya korkar” (10) buyurmuştur. Âyet-i kerimede geçen “leyyin” kelimesi, içinde hiç azarlama olmayan tatlı ve mülâyim söz demektir. Muhâtap olacağımız insanlar ne kadar da kötü olsalar, herhalde Firavun gibi değildirler. Ayrıca anlatılan hususun kabul edilip edilmemesinden de elbette ki mes‘ûl olmayız; zira bize düşen, iyiyi-güzeli-doğruyu haber vermektir.

… Ve unutmamak gerekir ki, “Hakkın zaferi ve hakîkatin ortaya çıkması için ilmî münâzaralarda bulunmak, (şartlarına riayet etmek kaydıyla cevâzı bir kenara) ibâdettir.” (11) Bugünkü münazaraların (tartışmaların) pek çoğunu ise bu tasnife koyabilmek imkansız gibidir. (*)


DİPNOTLAR
(1) İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, s. 15.
(2) Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akâidi, s. 8.
(3) Ta‘lîmü’l-Müteallim, s. 17.
(4) M. Y. Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe (Hadislerle Müslümanlık) Divan Yay., 5/1773.
(5) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/225-6.
(6) es-Süyûtî, Kitâbu’t-Tahdîs bi-Ni‘metillâh, s. 205.
(7) Fazilet Neşriyat, İstanbul 1998, 1/266, s. 394, yeni dizgi-yeni baskı.
(8) Şeyh Nizâmeddin ve Hey’et, Beyrut H. 1400, 5, 379.
(9) İsra sûresi, 53.
(10) Tâhâ sûresi, 44.
(11) İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Ale’d-Dürri’l-Muhtâr, İstanbul 1987, 15, 533. 

(*) Yazı ilk defa kapanan bilgicagi sitesinde yayınlanmış idi. H.E.

Go to top