Atalarımızın şöyle hoş ve güzel bir sözü vardır:

Gökten geleni yer kabul eder.”

 

Hâdiselerin vukuu-olayların oluşumu-meydana gelişi yerin altından da olsa üstünden de gelse; rahmetin de afetin de menşei-kaynağı, kökü-çıkış yeri semadır, göklerdir. Kur’an-ı Kerim’de, “(Allah), gökten yere, yukarıdan aşağıya emri tedbir eder (düzenler)” (1) buyrularak buna işaret edilmiştir.

Tedbir, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir. Allah Teâlâ'nın tedbiri ise, hikmetine göre dilemesidir. Şu halde burada emir, "Umûr"un tekili olarak "şe'n" (iş) mânâsınadır. Yani dünyanın işini melekler gibi, semâvî sebepler ve kuvvetlerle yukarıdan aşağı indirmek suretiyle tedbir ve idare eder. Sonra da o iş, O'na çıkar. Bu şekilde bir emir, bir iş başladığı noktaya dönen bir devir ile son bulup kalkar, yalnız Allah'ın ilminde sabit kalır. (2)

Bu itibarla yerin hareketi, düzeni-intizamı da asıl itibariyle semavî kanunlara bağlıdır. Bu kanunları vaz‘eden, ortaya koyan ise İlâhî iradedir; yani Vâcibü’l-Vücûd, varlığı kendinden olan, hiçbir şeye muhtaç bulunmayan Allah Teala’dır.

Biz mü’minler, Allâh’a ve onun takdirine iman eden insanlar, bütün kâinatın olduğu gibi, hayatımızın da Cenba-ı Hakk’ın yed-i kudretinde olduğunu (O’nun kudret elinde bulunduğunu) bilir ve buna inanırız. O bakımdan fizikî planda çeşitli hâdiselere karşı tedbirler alırken, hakikatte bizimle atbaşı giden kadere karşı bir tutum ve tavır içinde olmayız. Sadece Hz. Ömer’in (r.a.) dediği gibi, “Allâh’ın bir kaderinden yine Allâh’ın bir başka kaderine kaçıp sığınma”ya çalışırız… Almakla yükümlü olduğumuz tedbirlere başvururuz. Yoksa kader’e, dolayısıyla Allah’a isyanımız bahis mevzuu olmaz. Yine atalarımızın dediği gibi, kader’e inandığımız için de, kederden uzak oluruz.

Nimetler gibi âfetler-musibetler, kazalar-belalar da hiç kuşkusuz amellerimizin, canlı-camit yaratıklara yaptığımız hataların-yanlışların karşılığıdır. Kur’an-ı Kerim bu durumu bize şöyle haber veriyor:

Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı (bozulma meydana geldi). Umulur ki onlar hakka dönerler (Yani amellerinin-yaptıklarının cezasını biraz tatsınlar da pişman olup dünyevi ve uhrevi saadet ve selamet bakımdan sağlıklı ve düzgün yola dönsünler diye).” (3)

Bu aynen, Avustralya yerlilerinin, kanguruların kafasını karıştırmak icin, -atıldığı noktaya tekrar dönen- akasya veya okaliptüs ağacından yaptıkları silaha (bumerang’a) benzer.

Yeryüzünü imar ve ıslâh etmekle mükellef olan bizler, aksi yönde hareket eder, tahrip ve ifsat ile (bozup dağıtmakla) meşgul olursak, elbette ki bunun bir bedeli olacaktır, nitekim oluyor da. Üzerinde yaşadığımız arzın ve yine içindekilerden yararlandığımız denizlerin hali ortada… Ekolojik dengelerin durumu hiç de içaçıcı değil malum.

Yaptığımız işlerde eğer sünnetullâh’a (İlâhî kanunlara) aykırı bir şekilde tedbiri elden bırakırsak, bunun neticesinde meydana gelecek hâdiseler de sünnetullâh’ın bir icâbıdır. Zira insanla kâinat arasında çok ciddi münasebetler vardır. Buna işâreten Kur’ân-ı Kerim’de,

Semâyı yükseltti ve mîzânı koydu”(4) âyet-i kerimesinin hemen akabinde, “Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adâletle yapın, terazide eksiklik yapmayın” (5) âyetleri gelmektedir.

Hûd sûresinde de bu münâsebete şöylece işâret ediliyor:

Medyen’e kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Çünkü ben sizi bolluk içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatıcı bir günün azâbından korkuyorum! Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin ve yeryüzünde fesat çıkararak fenalık etmeyin. Eğer îman eden insanlar iseniz, Allâh’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır. (Ama) ben sizin üzerinize bekçi değilim!’(6)

Demek ki kâinatın unsurları ile insanların ve yaptıkları işlerin kuvvetli bir alakası, derin bir ilgisi-ilişkisi var. Yoksa Şuayb Peygamber (aleyhisselâm), Medyenliler’e, niçin alış-veriş mevzuunda ölçüye-tartıya dikkat etmedikleri, haram-helâl sınırını tanımadıkları takdirde bir belâ ve musîbetle karşılaşacaklarını söylesin...

O halde bunu görmezden gelmek, kulak arkası edip üstüne üstlük inkâr etmek; bütün peygamberleri, semâvî kitapları, kısacası topyekün tarihi inkâr etmek demektir, diyebiliriz.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

Nitekim onlardan herbirini günahları sebebiyle suç üstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (7)

Onun için zulmün, hakka-hukuka tecavüzün her türlüsünden kaçınmak, haksızlığa uğrayanların bedduasından ve zulme maruz kalan yetimin ağlayışından sakınmak gerekir; çünkü Arş-ı A‘lâ titriyor onların ağlamasından... Nitekim Feeridüddin Attar (k.s.) Hazretleri şöyle diyor Pendname’sinde: “Evladım! Yetimin ağlaması Arş-ı A’lâ’yı titretir. Yetimi ağlatan zalimi, ateşin sahibi Allah cehennem ateşinde kebap eder. Hasta bir yetimi sevindiren kimse de cennet kapısını açık bulur.”
***

Velhâsıl, bir toplumda sosyal-ekonomik, siyasi-idarî dengeler bozulmuş; içki-kumar, zina-fuhuş, zulüm-rüşvet-iltimas usulsüzlük ve yolsuzluklar almış başını gidiyorsa; şüphesiz ki o cemiyetin, ilim-kültür ve fikir dünyası da ahlâk dünyası gibi giderek çölleşecektir, verimsiz hale gelmesi kaçınılmazdır.

O bakımdan verilen mühlete-ertelemelere, bela ve musibetlerin gecikmesine aldanmamak lâzım. Zira Cenâb-ı Hak imhâl eder amma, kat‘iyyen ihmâl etmez. Verilen bu mühletleri nimet bilmeli; hayırlı-olumlu, iyi ve güzel yönlerde ve yerlerde değerlendirmeliyiz. Bu arada başımıza gelebilecek kaza-belâ ve maruz kalabileceğimiz afetleri de, kendimiz için birer ikaz ve ihtar kabul etmeli; uyanmamıza da vesile olmasını Cenab-ı Mevla’dan dilemeliyiz. Yoksa sonuç, gerçekten felaket olur. Hem dünyamız, hem de ahretimiz için…

Cenabu Rabbi’l-âlemîn, yaşadığımız felaketlerden millet olarak, topyekün İslâm ve insanlık âlemi olarak hepimize ders ve ibretler alıp intibahlar-uyanmalar nasip eylesin.
***

GEÇİCİ OLANA KALBİNİ BAĞLAMA

Şeyh Sa‘dî-i Şirâzî’nin Gülistan’ından hikmetler:

● Ey pazara eli boş ulaşan kişi! Boş keseyle gittiğin pazardan, elin boş döneceksin.

● Henüz yeşilken ekini biçen, harman zamanı aç kalır.

● Ömrünü boşa geçiren, faydalı ve kıymetli ameller işlemeyen, göç davulu çalınmasına rağmen deng’ini (yükünü-azığını) hazırlamayan insan, yarın mutlaka utanacaktır. Göç sabâhında tatlı uyku, yolcuyu yoldan alıkoyar.

● Bu dünya menziline-durağına her uğrayan, bir yapı inşâ etti; fakat bırakıp gitti! Yerine gelen de aynı vehmin (kuruntu ve yanılgının) kurbânı oldu... O da yitip gitti. Kimseye yâr olmadı dünyanın malı-mülkü...

● Geçici olana kalbini bağlama! Dünya merhametsizdir, dost olmaya bakma. İyi olan da, kötü olan da göçüp gidecektir bu âlemden...

● Mezara azığını kendin götür, kimseden umma...

● Hayat, temmuz güneşiyle eriyen kar gibidir... Eriyip giderken, hâlâ bu gurur, bu kibir neden?..”
***

SEYRANÎ’DEN (Ö. 1866) BİR DÖRTLÜK

Âlemde bir devir dönüyor amma
Devr-i İngiliz mi Firenk mi bilmem
Halli âsân değil müşkil muamma
Zulm-i zâlim göğe direk mi bilmem

Şu demek: Dünyada bir devir-dümen dönüyor, çarklar-dolaplar çevriliyor amma; İngiliz dümeni mi, bir başka ecnebî tuzağı mı anlamıyorum. Çözmesi çok kolay değil; içinden çıkılması zor bir muamma-bilmece bu. Akıl erdiremiyor, kavrayamıyorum; zalimin zulmü âdeta göğe direk mi oldu ne!..
***

İ K İ B İ L M E C E

Biri yer doymaz, biri oturur kalkmaz, biri gider gelmez. (Soba, ateş, duman)

Eve giren hırsız neyi çalmaz? (Zili)

DİPNOTLAR
(1) Secde, 32/5
(2) Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri.
(3) Rum, 30/41
(4) Rahmân, 55/7
(5) Rahmân, 55/8-9
(6) Âyet: 84-87
(7) Ankebût, 29/40

 

{tortags,470,1}

Go to top