"Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh" 

Zamanın önde gelen iki veziri, Âli Paşa ile Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa'yı Pâdişah Sultan Abdülmecld'e bir vesile ile birazcık çekiştirirler.

Birkaç gün sonra Vekiller heyeti toplantısında Mustafa Reşit Paşa onlara yüz vermeyip soğuk davranınca, Âli Paşa küçük bir kâğıda Süleyman Çelebi merhumun Mevlid-i Şerif'inden (Vesîletü'-Necât)şu mısraları yazıp Keçecizâde'nin önüne uzatır:

“Bî hurûf u lafz u savt ol Pâdişâh 

Mustafâ’ya söyledi bî iştibâh!”

Meali: Şüphe yok ki Pâdişah; harfsiz, lâfızsız ve sessiz olarak (îma yoluyla-işaret ve beden diliyle) Mustafâ'ya söyledi.

Buradaki ince espri ile yüksek zekâyı birleştiren engin kültürü, bugün, değil taklid edecek, şöyle kabataslak anlayacak kaç kişi var, dersiniz..?

Fransızlar, "Dil düşünce ile var olur ve düşünceyi meydana getirir" demişlerdir.
Dilsiz tefekkür olamayacağına göre bugün elimizdeki "arındırılmış" kurbağa dili, Necip Fazıl'ın tabiriyle "bağırsak gurultusu" ile hangi tefekkür mahsûlünün-ürününün meydana gelmesini bekleyebiliriz?..

Prof. Tahsin Banguoğlu da, "Bunların konuştuğu Türkçe’ye benzer ama Türkçe değildir" derdi.

***

“ÖP BAKALIM PAŞA BABANIN ELİNİ”

Üsküdarlı Aziz Efendi hazırcevaplık ve nüktedânlıkta şöhret bulmuş zâtlardandı. Bir gün eşeğine binmiş, köşkünden çarşıya doğru gelirken, Doğancılar’da şâir Kâzım Paşa ile karşılaşmışlar. Aziz Efendi, her zamanki gibi latîfe yapmak istemiş ve eşeğine hitapla:

– Öp bakalım paşa babanın elini, deyivermiş.

Kâzım Paşa derhal elini eşeğin burnuna doğru uzatarak cevabı yapıştırmış:– Azîz ol evlâdım, azîz ol!

***

"PAŞAM SİZ HAKSIZSINIZ"

Eski devirlerden birinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer misâfirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa misâfirlerine sorar:

– Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz! der.

Misâfirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için, susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât,

– Paşam, der, siz haksızsınız!

Peki ama, der paşa, siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz ki!

Adam hiç tereddüt etmeden şu şamar gibi cevabı yapıştıverir:

– Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!

***

Bilindiği gibi başta Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh’in fıkraları olmak üzere, umumiyetle bütün fıkralarda-nüktelerde cemiyet içinde cereyân eden haksızlıkların, ifrat ve tefritlerin (aşırılıkların), çarpıklıkların, adâletsizliklerin tenkid edildiği görülür. Burada da yapılan, bir haksızlığa-adâletsizliğe dikkat çekmektir.

***

“İSMAİL, HERKES YEDİĞİNDEN İKRÂM EDER"

Yavuz Sultan Selim Han zamanında, İran hükümdarı Şah İsmail, kıymetli mücevherler ile dolu bir hediye sandığı gönderiyor, hünkâra.

Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat, sandık açılır açılmaz, pek fena bir koku yayılıyor etrafa.

Önce, hiç kimse bir anlam veremiyor, nadide mücevherler ile dolu sandıktaki bu fena kokuya. Sonra, mesele anlaşılıyor.

Sandığın dibine (affınıza sığınıyorum) i……n d……sı doldurulmuş. Yani, Şah İsmail, aklı sıra, Cihan Padişahına hakaret ediyor.

Cihan Padişahı emir veriyor, "Herkes düşünsün, bu edepsizliğe, Osmanlı'nın şanına yakışacak şekilde bir mukabelede bulunmalıyız.” ve çözümü yine kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. Sandığın içine, o zamanın İstanbul'unda imâl edilen en nefis gül kokulu lokumlarından hazırlanmış bir kutu yerleştiriliyor. Kutunun altına da, bir satırlık yazıdan ibaret bir pusula iliştiriliyor.

Hediye sandığı, itina ile süslendikten sonra, Şah İsmail’e gönderiliyor.

Sandık, Şah’ın huzurunda açılıyor. Sandık açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılıyor.

Mücevher vs. gibi hediyeler takdim edildikten sonra, Osmanlı Elçisi –Şah’ın tedirgin olmaması için, önce kendisi tatmak kaydı ile- büyük bir saygı ve nezaketle, Şah İsmail’e lokumdan ikram ediyor.

Bilâhare, görevliler, huzurda bulunanlara teker teker ikram etmeye başlıyorlar, lokumdan.

Şah, bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyor. Osmanlı Elçisi, Şah’ın şaşkınlığını gidermek için, lokum kutusunun altına iliştirilmiş mütevazı pusulayı uzatıyor.

Pusulayı okuyan Şah’ın yüzünde, bu sefer, şaşkınlığın yerini büyük bir utanç ifâdesi alıyor:

“İsmail, herkes yediğinden ikram eder.”

***

YAVUZ'DAN BİR DÖRTLÜK

Sanma Şâhım Herkesi sen Sâdıkâne Yâr olur,
Herkesi sen dost mu sandın, Belki ol Ağyâr olur,
Sâdıkane Belki Ol Âlemde bir Dîdâr olur,
Yâr olur, Ağyâr olur, Dîdâr olur, Serdâr olur.

Dikkat: Kıt'ayı, soldan sağa okuyabileceğiniz gibi, yukarıdan aşağı da okuyabilirsiniz; şiirin düzeni de manası da bozulmaz.

Go to top