"Evimizin üç odası vardı… Her şeyin olduğu ve ödevimi yaptığım mutfak... Kardeşlerimin uyuduğu küçük oda... Bir de annem-babamla benim uyuduğumuz üçüncü oda…
Yazın, samanı içeri yığdıktan sonra, kardeşlerim arada bir ambarda uyumaktan da hoşlanırlardı... O zaman ben de küçük odaya geçer, orada yalnız uyurdum. Yatağın karşısında camı kara benekli bir ayna vardı… Uyku tutmadığı zamanlar öylece uzanıp kendi kendime konuşurdum. Küçük parmağımla konuşurdum.
- Başlangıçta ne vardı, diye sorardım. Sessizlik…
- Allah dünyayı yaratmazdan önce ve dünya, manganez ve dağlar yokken, ne vardı?
Parmak sallanırdı. Masada örümcek görsen, örümceği aşağı atsan masa kalır… Masayı dışarı taşısan döşeme tahtaları kalır… Döşeme tahtalarını söksen toprak kalır… Toprağı arabaya doldurup götürsen, dünyanın öbür tarafındaki yıldızlı gökyüzü vardır… Öyleyse başlangıçta ne vardı?
Parmak cevap vermezdi, ben de onu ısırırdım." (John Berger, Bir Zamanlar Europa'da)
***
"Bir zamanlar bir Siyam kedisi vardı… Kendisini aslan zannediyor ve yakışık almayan bir tarzda Zebraca konuşuyordu... Bu dil Afrika'da yaşayan bir çizgili at ırkı tarafından kişnenir.
Şimdi: Masum bir zebra ormanda yürür ve başka bir yönden de küçük kedi yaklaşır; karşılaşırlar. Siyam kedisi mükemmel Zebraca telaffuzuyla,
- "Merhaba" der. "Çok güzel bir gün değil mi? Güneş parlıyor, kuşlar şakıyor, bugün dünya yaşamaya değer bir yer, öyle değil mi?"
Zebra, bir Siyam kedisinin zebra gibi konuşmasına o kadar şaşırır ki, kıskıvrak yakalanmaya müsait hale gelir. Böylece küçük kedi onu hemen kıskıvrak yakalar ve bağlar… Sonra da öldürür ve gövdesinin en leziz parçalarını yuvasına taşır." (Spencer Holst, Kedilerin Dili)
***
"Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir.
Evvelâ, burası zannımca en mühimdir; onu bana hiç kimse vermedi.
Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum.
Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi...
Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz, etrafımızdaki insanlar, her şey değişti.
Vakıa, sonraları ben de onu kaybettim…
Fakat ne olursa olsun, bana temin ettiği şeyler hayatımın en büyük hazinesi oldular…
Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım, hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar.
O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti." (Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
***
"Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı…
Dünya değişiyor dostlarım…
Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz...
Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz…
Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak...
Biz kuşları ve mavilikleri çok gördük, sizin için çok kötü olacak.
Benden hikâyesi..." (Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar)
***
“Hârikulâde” kelime olarak fevkalâde/olağanüstü, eşi-benzeri olmayan, şaşırtıcı gibi manalara gelmektedir. Harikulâde şeyler, tamamen Allah'ın kudreti, lutuf ve yardımı ile olur. Kulun herhangi bir tesiri yoktur. Çalışmak veya gayret sarf etmekle elde edilemez.
İlm-i Kelâm’a göre harikulâde olan şeyler beştir:
1. Mu’cize: Hak peygamber olduğunu söyleyen zat tarafından yapılan, onun doğruluğunu bildiren, insanları hayran bırakarak iman etmelerini sağlayan ve başkalarınca yapılması mümkün olmayan olağanüstü işler, tabiat kanunlarına aykırı hadiseler… Bu ve benzeri hârikulâdeliklerin Allah tarafından olanlarına ise, “ayet” denilmektedir.
Tariften de anlaşılacağı üzere mu’cizenin şartları vardır:
a) Allah Teala’nın, mu’tâd sebepler olmadan yapmasıdır. Çünkü, onunla Peygamberini tasdîk ettirecektir.
b) Hadise, hârikulâde olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin her gün doğudan doğması, ilkbaharda çiçeklerin açması mu’cize olmaz.
c) Bunu, başkalarının yapamaması lâzımdır.
d) Peygamber olduğunu bildiren zat istediği zaman hâsıl olmalıdır.
e) İsteğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim, deyince, başka türlü bir hârika hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa, bu mu’cize olmaz.
f) Onun isteğiyle hâsıl olan mu’cize, kendisini yalanlamamalıdır. Meselâ, ‘Şu hayvan ile konuşacağım’ deyince, hayvan ‘Bu yalancıdır’ derse, bu da mu’cize olmaz.
g) Mu’cize, o zatın, peygamber olduğunu söylemezden önce hâsıl olmamalıdır. İsa aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan taze hurma isteyince, eline hurma gelmesi… Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) çocuk iken, göğsünün yarılıp, kalbinin yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi… Peygamberlik öncesi hâsıl olan hârikalara mu’cize değil, “İrhâs” denir. Cem’isi, “irhâsât” gelir.
2. Keramet: Peygamberlik iddiasında olmayan ama bir peygambere bağlı olan Allah dostu kimselerin elinde zuhur eden hârikalar…
3. Sihir: Bazı sihirbazların Allah ile ve Peygamber ile alakaları olmadan okuyup üfleyerek yaptıkları sihirler, gösterdikleri fevkalâdelikler...
4. İstidraç: Günahkârlığı-fasıklığı, kâfirliği zahir olan/bilinen bazı kimselerin, kendilerini aç bırakarak, riyazatlarla, çilelerle, çalışarak-uğraşarak elde ettikleri hârikalar.
5. Şa’beze: Küfrü, fıskı/günahkârlığı ayan-beyan olanların ellerinde taleplerinin aksine/tersine zuhur eden hârikalar. Mesela: Bir gözü kör olduğu için açılması maksadıyla yalancı peygamber Müseylemeteülkezzab’a gelen adamın, okunduktan sonra diğer gözünün de kör olması gibi… (Taftazani, Şerhu Akaid vb. bazı Ehl-i Sünnet İtikadına dair eserler)
***
“Allah’ın öyle nazlı kulları var ki, Hz. Allah’a: ‘Ya Rabbi! Cennetini yarattın anladık, peki cehennemini ne için yarattın?’ diyecek kadar nazı geçenler vardır.
İşte bunlardan biri Berh isminde bir zat.
Hz. Musa’nın kavmi, yağmur duasına çıkması için kendisini zorluyorlar. O da Tur-i Sina’da kavminin arzusunu Cenab-ı Hakk’a arz ediyor. Cenab-ı Hak da:
‘Sen onların içinde kara Berh’i bul! Dua için gönder. O dua etsin, ben de kabul edeyim. Günahları kalplerini karartmış ve kalpleri benden emin olmayan ve bana bağlı bulunmayan kişilerin yaptıkları duaları, ben nasıl kabul edeyim?’ buyuruyor.
Hz. Musa Berh’i bulduruyor ve Allah’ın emrini söylüyor. Berh bir dağa çıkıyor ve başlıyor niyaza:
‘Allah’ım bu sana yakışmaz; senin hilmine, keremine bu sığmaz. Sana ne oldu, suların mı azaldı? Yoksa esen yeller, bulutları taşıyan rüzgârlar artık emrine mi itaat etmiyorlar? Yahut sermayen mi bitti, veya biz günahkârlara mı çok kızgınsın? Sen Gaffâr değil misin Allah’ım? Sen o günahlardan evvel, rahmetini yaratmadın mı? Bizlere rahmet ve şefkatle muamele etmeyi sen emretmedin mi? Yoksa bize, bizi imtihan ettiğini mi gösteriyorsun? Ya da kayboluruz korkusuyla mı, bizi bir an evvel cezalandırmak istiyorsun? Nedir başımıza gelen bu hâl, ya Rabbi!’ der demez, yağmur boşalıyor ve öğleye kadar otlar, çimenler, diz boyu yükseliyor.
Allah Teala peygamberi Hz. Musa’ya buyuruyor ki:
‘Berh benim çok sevdiğim bir kulumdur. Ama onun da bir kusuru vardır.’ Hz. Musa:
‘Nedir o kusuru ya Rabbi?’ diye soruyor, Hz. Allah:
‘Seher vakti ibadete kalktığında, seher rüzgârı onun hoşuna gidiyor ve ondan zevk alıp huzur buluyor. Halbuki beni seven, benden başka hiç bir şeyde huzur bulmamalı’ buyuruyor.” (İmam Gazali, İhyau Ulûmiddîn)
***
“Bir memlekette ileri gelenler, zenginler, din adamlarına müracaat etmezler (onların sözlerine itibar göstermezler) ise, o memlekete hidayet girmez. Bir zaman Yemen’de ileri gelenler, büyük zatlardan birini ziyarete gitmişlerdi.
Velayet-i Ulya makamında olan bu zata selam verip huzuruna girince, o da onlara,
‘Merhaba ey benim kölemin köleleri!’ demiş ve buz gibi bir hava esmişti.
Ekâbir ve Ulema bu söze kızmışlar: ‘Yahu bizi kölesinin de kölesi yapıyor!’ diyerek oradan ayrılmış, çarşı ve pazarda anlatmaya başlamışlardı. O zatın dervişlerinden biri bunlara rast gelmiş;
‘Şamatanız ne? Ne oldu da konuşuyorsunuz?’ deyince, onlar, üstazının söylediği –yukarda geçen- sözü ona da nakletmişler. Derviş de onlara:
‘Demek ki üstazım size keramet göstermiş, çünkü nefis onun kölesidir. Siz de nefsin kölesi olduğunuza göre, onun kölesinin kölesi olmuyor musunuz?' demiş." (Süleyman Hilmi Tunahan k.s., Kibrit-i Ahmer Notları)
Güzide evlatları ablalarımız anlatıyor:
“Ne zamanki yeni bir elbise alıp veya diktirip giyerek babamızın huzuruna çıksak ve ona, ‘Nasıl buldun baba?’ desek, Hazretimiz hep,
‘Üç parmak daha uzun, biraz daha geniş olsa, çok daha güzel olurdu.’ buyururlardı. Böylece giyim-kuşamda vücut hatlarının belli olmamasının ehemmiyetine dikkat çekerlerdi.
***
"SURİYE seferi için hazırlıklara başlanmasını emrettikten kısa bir süre sonra, ordu henüz ayrılmadan önce, bir gece Rasûlüllah (s.a.v.) Ebu Muveyhibe adlı azadlı kölesini erken saatlerde çağırdı ve:
- 'Mezarlıktakiler için mağfiret (bağışlanma) dilemem emredildi, benimle gel' dedi.
Birlikte gittiler ve Baki' kabristanlığına vardıklarında, Nebiyy-i muhterem (s.a.v.):
- 'Ey mezarlık halkı, (Allah’ın) selâm(ı) üzerinize olsun!
Halinize sevinin! Durumunuz şimdi yaşayanlardan çok iyi.
Kargaşalar en karanlık gecenin dalgaları gibi geliyor!.. Birbiri arkasına ve her biri bir öncekinden de kötü' buyurdu." (Martin Lings, Hz. Muhammed'in Hayatı)