Halis ECE


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Mümtaz ile Nûran, Sünbül Sinan ve Merkez Efendi (kaddesallâhü esrârahümâ) hazretleri üzerinde konuşmaktadırlar.

Nûran bir ara, “Acaba şimdi böyle insanlar var mı?” diye düşünür...

Mümtaz, âdeta onun bu düşüncesini okumuş gibi, “Allâh’a giden yollar dâima açık olduğuna göre, olması lâzım” der.

Halbuki Nûran ondan biraz şüphe, hatta küçümseme, inkâr gibi şeyler beklemektedir. Bu sebeple Mümtaz’ın yeni bir tarafını keşfetmiş gibi soran gözlerle bakar ona. Bunun üzerine Mümtaz fikrini açıklama ihtiyâcını hisseder:

“Bunlar millî hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür İstanbul’da, Üsküdar’da geziyoruz. Sen Süleymaniye’de doğmuşsun, ben Aksaray’la Şehzâde arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlanmadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskileri bozmak neye yarar? Büyük ihtilâller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı. Bırak ki her yerde, en zengin ve müreffeh cemaatlerde bile, hayat bir yığın artıklarla, yarı yolda kalmışlıklarla doludur. Sünbül Sinan (k.s.) ve benzerleri bunların yardımcısıdır.”
***
Dinde reform heveslilerinin en büyük yanlışları; cemiyete kolayca şekil verebileceklerini, kendilerinin hoşlarına gitmeyip beğenmedikleri örf, âdet ve an‘âneleri istedikleri zaman değiştirebileceklerini zannetmeleridir. Bu zan onları zaman zaman baskıcı usûller tatbik etme cür’etine yöneltiyor.

Her şeyin en doğrusunu kendilerinin bildiğini; câhil kalabalıkların vazifesinin ise, bu “en doğru”ları kabul etmek ve onlara uymak olduğunu düşünüyorlar.

Güya böylece Müslümanlar’ı hurâfelerden kurtarıp aslî kaynağa, yani Kur’ân’a yöneltecekler. Zira onlara göre, bu güne kadar İslâm’ın itikâdî-amelî-ahlâkî ve sâir yönleriyle ortaya konulan tarihî tatbiki yanlışlarla (!) dolu. Bunu onlar düzeltecekler. Kendi kuş beyinlerine göre çeki-düzen verecekler.

Oysa İslâm’ı tarihî tecrübelerden tecrit ederek anlamak da anlatmak da mümkün değildir. Sıradan bir Müslüman’ın dahi düşünebileceği bu nokta üzerinde hiç kafa yormak istemiyorlar.

Müslümanlar, mücerret itikâdî-amelî-ahlâkî düstur ve esasları değil, bu usûl ve esaslar etrafında zaman içinde teşekkül etmiş olan hayat örneklerini yaşarlar. Başta Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz olmak üzere ashâb-ı kirâmın ve diğer İslâm büyüklerinin tatbikatını örnek alırlar.

Ayrıca unutulmamalıdır ki bu numûneler, insanların elinden çekilip alındığı takdirde, dinî usûl ve esaslar da zarar görür.

O bakımdan cemiyet hayatına yapılan yalan-yanlış müdâhaleler, Tanpınar’ın da dediği gibi, insanları rûhen çıplak bırakmaktan başka bir işe yaramamıştır. Zira, bu ortadan kaldırılmak istenen güzel örf ve âdetlerin, bir boşluk bulur bulmaz, çarpık bir biçimde yeniden yeşermesi mümkündür.

Yıllar yılı Vehhâbî zihniyetiyle, “Ölüden bir şey istenmez” diyerek, tevessülü-istigâseyi-şefaati küfür addedersen yani insanların Allah dostlarını vesîle edinerek meşru bir şekilde Allah’tan yardım talebinde bulunmalarına mâni olmaya çalışırsan, işte o zaman da, hemen her yerde karşımıza çıkan bugünkü “türbe ziyaretleri!” gibi ucûbe manzaralar çıkar ortaya.

Reformistler, “hurâfe” olarak gördükleri örf ve âdetlerle o kadar mücâdele etmelerine rağmen Telli Baba’lar, Oruç Baba’lar, Sünbül Efendi’ler hâlâ yaşıyor ve insanlar el-an onlara koşuyorsa, bir yerde büyük yanlışlık yaptıklarını artık görmeliler...

... Ve insaf edip vatandaşın yakasından çekmeliler ellerini... Namazı-niyazı, râbıtayı-tevessülü, istigaseyi-şefaati, haccı-kurbanı hatta kurbanın derisini... kısacası İslâm’la alâkalı bütün hususları Müslümanlar’a bırakmalılar. Zira yapacakları en doğru davranış budur, onların irşat (!)larına, aydınlatmalarına Müslümanlar’ın hiç mi hiç ihtiyaçları yoktur.

Go to top