Hocam SELAMÜNALEYKÜM...

Herkezin bildiği gibi namazı kılarken ihlaslı bir şekilde yani Allahü Teala'yı düşünerek onun huzurundaymışız gibi namazımızı kılmamız gerektiği anlatılıyor... Fakat bunu çoğu kere başaramıyorum malesef ki... bu yüzden size 3 ayrı sorum var: 

1- Peygamber efendimizin yaşayışını hayat olaylarını ( mesela yapmış olduğu savaşları vs..) gibi hususları aklımıza getirsek ihlaslı bir şekilde namaz kılmış olurmuyuz?

2- Ayrıca Peygamberlerin hak olan varislerini yani Mürşidi Kamilleri aklımıza getirsek bu hususta ihlasa girer mi?

3- Ve son olarak eğer MÜrşidi Kamilleri aklımıza getirmek de ihlaslı bir namaza sebep oluyorsa, namaz esnası rabıta yapılabilir mi?

TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM... FATİH BAYDEMİR - MERAM/ KONYA

*******

Ve aleyküm selam.

Sevgili kardeşim;

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını, savaşlarını ve saireyi düşünmek... Mürşid-i kâmilleri aklımıza getirmek gibi bir takım dolambaçlı sözlerle lafı uzatmanın gereği de faydası da yok.

Sadede gelelim, meselenin asılını ele alalım.

Kısaca râbıta nedir? Müridin, şeyhi (mürşidinin kalb-i şerifleri) vasıtasiyle bütün ervâh-ı silsile-i sâdâta ve onlardan da Rasûlullah’a (s.a.v.), oradan da nihayet Cenab-ı Hakk’a bağlanması değil midir? O halde bunun namazda tatbik edilip edilemeyeceğini idrâkte niçin zorlanıyoruz ki? Vehhabiler gibi râbıta mevzuunda kafa karışıklığının bir manası var mı? İrtibatsız-râbıtasız nasıl feyz alacak, kalbine ilahi nûru hangi yol ve kanalla ahzedebileceksin?

Peki namaz nedir? Huzur değil midir? Huzursuz namaz olur mu? Olmaz. Çünkü “Lâ salâte illâ bi-huzûrin” buyrulmuş açıkça... Öbür türlü olsa da, yalnızca zahir planda bir “kalıp-iskelet” olur, sadece borcunu ödemiş olursun. Öyle değil mi?

Kimileri namazda gaflet içinde yüzer; işiyle-gücüyle uğraşır, fikren-zihnen dünyayı dolaşır, kalıbı seccadede kalbi ise başka yerlerde başka işlerdedir.

Bir kısım Allah dostları da namaza duracaklarında karşılarında “mescûdün ileyha” olan Sûret-i Kâbe’yi görmeden namaza durmazlardı. Onların istidadı da o yönde idi. Bu dahi ne büyük nimettir!

Hal böyle olunca, bırakın, fıtratı müstaid olan Allah’ın bazı kulları da “mescûdün leh” olan Hakikat-ı Kâbe’ye (Cenab-ı Hakk’a) merbut olarak namazlarını ikame etsinler. Bundan kime ne zarar gelir? Mevla-yi zû’l-Celâl’in böyle kulları da vardır elbette. Bunlar çok az, hatta azın azı da olsalar mutlaka mevcuttur yeryüzünde... Bu ise çok azîm bir devlet, pek ulvi bir saaddettir! [Râbıta nisbeti ve devamlı oluşu hakkında bkz. İmam-ı Rabbani (k.s.), el-Mektubat, 2, 30] (*)

Demek ki namazda öncelikle Cenab-ı Mevla’ya olan irtibatımız / râbıtamız tam olacak... Ya da olabildiğince temin edilecek. Hem kalıbımız hem de kalbimiz huzur-i ilahide bulunacak. Bu gerekli. Böyle bir cem’iyyet, huzur ve sükûnu ise râbıtadan başka bir şeyle temin etmeniz mümkün değildir. Onun için ‘Allah’a takarrupta-vuslatta en kestirme yol, râbıta yoludur’ denilmiştir. 

İşte ancak böylece Allah Teala’nın huzurunda olduğumuzun şuûr-idrâk ve tefekküriyle tam bir huzur içerisinde bulunabiliriz namazda da... Hakiki bir mü’min için bunun nesi, niçin olmasın, neden yapılabilmesin? Yeter ki kişi, ne kadarına muvaffak olabiliyorsa yapsın, yapabilsin. Bundan büyük saadet, bundan yüce devlet olur mu? Asıl mesele, binlerce kişi içinde kaçının bunda başarılı olup olamayacağında... Ancak “Bir şey tam olarak yapılamıyorsa, tamamen de terk edilmez” kaidesi, usûl ve düsturu gereğince yapabildiğimiz/başarabildiğimiz kadarını ifa etmeye gayret etmeliyiz.

Velhasıl kişi, kendi manevi istidadınca ne kadar huzurda-irtibatta kalabiliyorsa, bunu temin etmeye gayret eder, etmesi gerekir. Hiç olmazsa da İftitah tekbirini alırken, hususiyle kıyamda Fâtiha’yı kıraat esnasında “iyyâke na’büdü...” ayetini okurken Allah’ın huzurunda olduğunu... Ka’delerde Tahiyyat’ı okurken “Eyyühe’n-Nebiyyü verahmetullâhi” derken Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) huzurunda bulunduğunu tefekkür etmesi, uyanık bulunmaya çaba göstermesi lazımdır.

Meselenin tasavvufi-bâtınî ciheti, anlatımı, kısa izahı budur. Anlamayana, kavrayamayana, ya da anlamak istemeyene de diyecek bir şey olmaz. Bırakın o da zâhiri fıkıh ölçüleriyde bildiği gibi ubudiyetini yerine getirsin. Nasıl huzur bulduğuna inanıyorsa namazını öylece eda etsin. İster gözlerini açık tutup fıkhen bakılması gereken yerlere baksın, dilerse de huzur için gözlerini yumup usûlünce Cenab-ı Mevla ile irtibatını kursun. "Namazda gözleri kapamak"la ilgili detaylı bilgi için bkz.  http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1129-namazda-ihlas-ve-rabita.html 

Şunu unutmayalım; şeriatın zâhiri hükümlerini zâhiri ilimlerde müçtehit olan âlimler istinbat eder. Bâtınî hükümlerini de bâtın ulemâsı tesbit edip ortaya koyar. Bu alanda söz sahibi onlardır. Onların meşru gördüklerine, hatta tavsiye ve teşvik ettikleri hususlara birilerinin şöyle veya böyle deme hakkı yoktur. Dese de herhangi bir ilmi değeri ve kıymeti olmaz. O söz boşlukta kalır.

Dipnot

(*) Râbıta Nisbetinin Devamlı Oluşu

Bu hususu İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta şöyle izah ediyorlar:

Hâce Muhammed Eşref, râbıta nisbetinin devamlı oluşundan bahsediyor ve diyor ki: “Râbıta nisbeti, beni o kadar istilâ etti ki; namazda onu kendimin mescûdü görüyorum. Onu bertaraf etmek istesem de, aslâ mümkün olmuyor!”

Ey muhib /ey dost! Şüphesiz bu devlet (bu çok büyük nimet), tâliblerin temennî ettikleri bir devlettir. Bu da ancak, binde bir kişiye nasîb olur... Bu muâmelenin sahibinin ise, tam bir münâsebete (mânevî bağlılığa, râbıtaya) istîdâdı vardır... Ve muhtemeldir ki, kendisine iktidâ edilen zâtın yani şeyhinin az bir sohbetiyle, onun bütün kemâlâtını cezbedebilir (kendi letâifine çekebilir).

Muhakkak ki râbıta hâli, mescûdün leh değil mescûdün ileyhdir... [“Mescûd” secde edilmiş, kendisine kulluk edilmiş mânâsınadır. Mescûdün leh, kendisine secde edilmiş olan; hakikat-i Kâbe, Allah (c.c.)... Mescûdün ileyh, kendisine doğru secde edilen; sûret-i Kâbe, kıble demektir ki; ilki gâye ve maksat, ikincisi ise vesîle ve vâsıtadır. Kezâ tasavvufta râbıta da gâye değil, Allâh’ın nûrunu letâifimize çekebilmek için bir vâsıtadır, vesîledir. H.E.] Binâenaleyh (ibâdet ve tâatler için birer vesîle olan) mihrabları ve mescidleri reddetmediğin halde, (Allâh’a vuslata vesîle olan) râbıtayı nasıl nefyeder, ondan kurtulmaya çalışırsın?!

Bu devletin zuhûru ise, ancak saîdler zümresine müyesser olur... Tâ ki râbıta sâhibi, bütün hâllerde vâsıtasını-mürşidini bilsin ve her vakit ona müteveccih olsun, yani ona yönelip ma’nen onunla birlikte bulunsun.

Bu saâdet, öyle bir devletten nasîbi olmayanlara ve kendilerini bundan müstağnî addederek (buna ihtiyaç duymayarak) teveccüh kıblelerini (yönlerini, istikametlerini) şeyhlerinden başka taraflara çevirip amellerini zâyi edenlere (yaptıklarının ecrini kaybedenlere) nasip olmaz! [Zikri geçen Mektup]

Go to top