Sayın hocam;
1. Kaza namazıyla alakalı olarak Kuran'i delil varmı? Keyfi olarak terk edilmiş namazlar için ise hadislerde delil var mı?
2. Keffaret orucuyla alakalı olarak Kuranı delilimiz varmı?selam ve saygılarımla..
Nizamaddin Alkan - Facebook
*******
“Sayın” Alkan;
1- İslâmî hükümlerin tamamının illâ da sarih olarak Kur'an'da bulunaması gerekmez. Aslî-şer’î deliller dörttür. Bunların yanında ayrıca fer’î deliller de vardır. Kaza namazı meselesi, aslî delillerden Sünnet’le, hem de fiilî olanıyla sabittir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) uygulamaları bize, vaktinde eda edilemeyen namazların kaza edilmesi icap ettiğini / bunun farz olduğunu göstermektedir. Efendimiz (s.a.v) bizzat kendisi kaza namazı kılmıştır.
Hendek Harbi'nde Rasûlüllah’ı (s.a.v.), müşrikler dört vakit namazdan alıkoymuşlar, hatta gecenin de bir kısmı geçmişti. Sonunda Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Bilâl-i Habeşî'ye (r.a.) ezan okumasını emir buyurdu. Hz. Bilâl ezan okudu, sonra kâmet getirdi ve öğleyi kıldılar. Sonra kâmet getirerek ikindiyi, sonra yine kâmet getirerek akşam namazını, sonra tekrar kâmet getirerek yatsıyı kıldılar. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) bu sırada şu âyetin indiğini nakleder:
"Allah, o kâfirleri hiçbir hayra eremedikleri (hiçbir şey elde edemedikleri) halde öfkeleriyle red (ve def) etdi. İman edenlere muharebede Allah'ın yardımı yetti. Allah kavidir, (çok güçlüdür, pek kuvvetlidir, mutlak kudret sahibidir, her şey'e) galiptir (üstündür)." [Ahzâb suresi, 25]
Fahr-i Kainat Efendimiz (s.a.v.), namazın ancak iki durumda kazaya kalması halinde mü'minin özürlü sayılacağını ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Kim uyur kalır veya unutarak namazı vaktinde kılmamış bulunursa, onu hatırlayınca kılsın." [Tirmizî, Sünen, Salât, 16, Mevâkit, 53; İbn Mâce, Sünen, Salât, 10]
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre zamanında kılınamayan farz namazların kazası da farzdır. Çünkü uyku veya unutma gibi bir özür hâlinde bile kaza gerekince... Herhangi bir özrü olmaksızın namazını vaktinde kılmayanlara da kaza etmeleri öncelikle farzdır. Ayrıca, namazı vaktinde eda etmeyip geciktirerek kaza etmekten dolayı Allah Teala'ya tevbe ve istiğfar edilir. Namazı kaza etmeden yapılacak tevbe ve istiğfar da makbul olmaz. [İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1389/1970, 1, 485 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1984, 2, 62-67]
Ebû Bekir İbnü'l-Arabi'ye (rh.) göre Rasûlüllah (s.a.v.) yolculuklarında, üç defa uyuyarak, sabah namazını ashab-ı kiramla (r.anhum) kaza etmiştir. Bunlardan birisi Hayber Gazası dönüşüdür. Ebû Hüreyre'den (r.a.) nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) konaklama yerinde, uyku basınca istirahate çekilmiş ve Hz. Bilâl’e (r.a.) kendilerini sabah namaz için uyandırmasını bildirmiştir. Hz. Bilâl, nâfile namaz kılmış, sabah yaklaşınca da, hayvanına dayalı olarak uyuya kalmış. Güneş yüzlerine vuruncaya kadar aşırı yorgunluktan ne Rasûlüllah (s.a.v.) ne de sahabeden hiçbiri uyanamamışlardı. İlk uyanan Rasûlüllah (s.a.v.) olmuş ve Hz. Bilâl'ı uyarmıştır. Kafilenin ilerlemesinden bir müddet sonra Ashab'a abdest almaları emredilmiş, Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v.) iki rek'at namaz kılmış, sonra Bilâl kamet getirmiş ve sabah namazı cemaatle kaza edilmiştir. Sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Her kim namazını unutursa, onu hatırladığı zaman hemen kılsın. Çünkü, Allah (c.c.), ‘bana ibadet et ve zikrim için namaz kıl’ [Tâhâ suresi, 14] buyurdu." [Müslim, Sahih, Mesâcid, 309; Ebu Dâvud, Sünen, Salât, 11; Tirmizi, Sünen, Tefsîru Sûre, 20; İbn Mâce, Sünen, Salât, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 47]
Ebu Katâde ve İmran b. Hüsayn'ın (rahımehumallah) ayrı ayrı naklettiği başka bir yolculukta da, uyku sebebiyle vaktinde eda olunamayan sabah namazı, Rasûlüllah (s.a.v.) tarafından güneş doğup beyazlaştıktan yani kerahet vakti çıktıktan sonra kaza olarak kılınmıştır. Burada, hadiseyi rivâyet edenler hangi yolculuk olduğunu belirtmedikleri için, muhaddisler, bunun Hayber, Tebük, Hudeybiye veya Ceyşü'l-Umerâ gazâsına ait olabileceğini ifade etmişlerdir. [Bkz. Buhârî, Sahih, Teyemmüm, 6; Menâkıb, 25; Müslim, Sahih, Mesâcid, 311, 312; Sahîh-i Müslim Terceme ve Şerhi, 4, 1955-1963]
Kaza namazlarının kılınışıyla ilgili fıkhi hükümleri şöylece özetlemek mümkündür:
Vaktinde kılınmamış / kılınamamış olan beş vakit farz namazların, kazası farzdır. Vitir namazı gibi vacip olanın kazası da vaciptir. Namazların sünnetlerinin durumu ise şöyledir: Sabah namazının farzıyla birlikte sünneti vaktinde kılınamamışsa, güneşin doğuşundan sonra istivâ (öğleden 20-25 dk öncesine / kerahet) vaktine kadar bu sünnet farzı ile birlikte kaza edilir. Güneşin doğuşundan önce veya istivâdan sonra kaza edilmez.
Öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terkedilirse, farzdan sonra ve son iki rek’at sünnetten önce kaza edilir. Maamafih son iki rek’attan sonra da kaza edilebilir. Burada sünnet için kaza ifadesinin kullanılması mecaz yoluyladır. [Bkz. İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1984, 2, 65] Terk edilen sünnetlerin kazası gerekmez. Ancak başlanıldıktan sonra herhangi bir sebeple terk edilen sünnet veya nafile namazın kazası vacip olur.
Kadınlar özel hallerinde kılamadıkları farz namazlarını kaza etmezler. Fakat tutamadıkları oruçları kaza ederler.
***
2- “Keffaret orucuyla alakalı olarak Kur’anî delilimiz var mı?” sualinize gelince...
Hemen gene birinci maddenin ilk parağrafındaki hatırlatmalarımızla birlikte meseleyi daha iyi kavrayabilmek için bilmemiz gereken başka bazı hususlara da işaret etmek isteriz.
a) Ahkâm-ı ilahiyyede (İbadetlerde ve akaidde) zamanla değişme olmaz. Bu sebeple bu mevzularda içtihat da olmaz. Bunları Şâri’ nasıl emretmişse öyle yapılır. Yani bu iki husus dinin sabitelerindendirler.
b) Dinin sabitesi olan mevzulardan birinde sahabe-i kiram ve onların yolunu takip edenler belli bir anlayışa / hükme varmış ve bunun üzerinde ittifak etmişler yani icma’ vaki olmuşsa, o mesele de sonradan değiştirilemez, onun üzerinde de içtihad edilemez. Bu hem aklen hem de dinen böyledir. Mecelle tabiri ile “Mevrid-i nass’da içtihada mesağ yoktur”.
c) Ramazan orucunun kasten bozulması halinde kefaret gerekeceği hususunda bütün mezhepler ittifak etmişlerdir. Yani keffaretin gerekeceği hükmünde icma’ vardır. Farklılık yani ayrıldıkları nokta, neyin keffareti gerektireceği, neyin gerektirmeyeceği meselesidir.
Topyekün şer’î delillerin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Ancak onda ibadetlerin bütün teferruatından bahsedilmediği gibi, orucun keffaretinden de söz edilmez. Sadece yolcunun ve hastanın tutamadıkları oruçlarını sonradan kaza edecekleri ifade edilir. Bu söz edilmeyişin sebebi elbette işin esasını zikredip, uygulamasını Rasûlullah’a (s.a.v.) bırakmaktır. Malum, Kur’an-ı Kerim îcâzdır. Ama bunun bir sebebi de muhtemelen, bir mü’minin Ramazan ayına karşı bilerek ve kasten saygısızlık etmeyeceğine, meşrû bir mazereti olmaksızın orucunu bozmayacağına işaret etmek olabilir.
Hâsılı, oruç kefareti edille-i şer’iyye-i asiyyeden Sünnet’le sabittir.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlüllah’a (s.a.v.) gelerek;
- “Mahvoldum” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.);
- “Seni mahveden şey nedir?” diye sordu. Adam:
- “Ramazanda eşimle cinsî yakınlıkta bulundum” dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.);
- “Bir köle azad et” buyurdu. Adam;
- “Köle bulamam (buna imkânım yok)” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.);
- “Peşpeşe iki ay oruç tut” buyurdu. Adam;
- “Buna da gücüm yetmez” deyince, Rasûl-i zî-şân (s.a.v.);
- “Altmış yoksulu doyur” buyurdu.
Buna da gücü yetmeyince, bir sepet içinde hurma getirildi. Rasûlullah (s.a.v.) ona, bunları yoksullara tasadduk etmesini söyledi.
Adam, Medine’de kendilerinden fakir kimse olmadığını söyleyince, Rasûlüllah (s.a.v.) gülümsedi ve şöyle buyurdu:
- “Git; bunları ailene yedir.” [Neylü’l-Evtar, 4, 214; Buhari ve Müslim]
Oruç için keffaretin gerekeceği hususunda bütün Ehl-i Sünnet mezheplerinin görüşü, Sünnet’ten bu hadise / hadiseye istinad eder.
Hanefiler ve Mâlikîler bundan şunu çıkarırlar: Demek ki bile bile orucu bozmanın cezası keffarettir, o da bu sayılanlardan biridir. Tabii mükellefin durumuna hangisi uygunsa...
Şâfiîler ise keffareti sadece bu sebebe bağlarlar ve yalnızca bilerek yapılan cinsî münasebetin keffareti gerektireceğini, yeme-içmenin gerektirmeyeceğini söylerler.
Hanefî ve Malikîlerin Sünnet’ten başka delilleri de vardır:
“Bir adam gelip,
- Yâ Rasûlellah, oruçlu iken su içtim, ne yapmalıyım? diye sorunca Rasûl-i Ekrem (s.a.v.),
- “Bunu yolcu ve hasta değilken mi yaptın?” diye sordu. Adam,
- Evet dedi.
- “O halde bir köle azad et, buyurdular”. Keza bir başka hadis-i şeriflerinde ise, “Ramazanda orucunu bozana, zıhar yapana gereken gerekir” buyurmuşlardır. Yani keffaret tutar demektir. [Bkz. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, 2, 449]
Binaenaleyh “Kur’an Müslümanlığı” çığırtkanları gibi orucun kefareti Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiyor, öyleyse -hâşâ- yoktur diye düşünmek, Kur’ân’ı da, Sünnet’i de Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) de hakkıyla tanımamak demek olur. Zira hem Kur’an hem Sünnet vahiydir, aralarındaki fark ise birisinin metlüv öbürünün gayr-i metlüv oluşundan ibarettir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki, “...Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.” [Haşr suresi, 7]
Rabbimiz celle şânuhuden dua ve ilticamız; "Allâhümmahfaznâ min şurûri'l-fiteni husûsan min ehli'l-bid'ati ve'd-dalâleti"... Allâh'ım! fitnenin şerlerinden, hususiyle bid'at ve dalâlet erbâbının fitnelerinden bizleri ve topyekün Ümmet-i Muhammed'i ve evladını muhafaza buyur. Amin...