es-Selamü aleyküm Halis Ağabey;

Ssize nikâhta mehir ile alakalı bir sorum olacaktı . Nikâh'ta mehir vacip hükmündedir ancak, sonra vermek kaydıyla mehirsiz de nikâh sahih olur, diye bir bilgiye sahibim. Ama bütün araştırmalarıma rağmen mehir vermeye ne gerek, mehirsiz de nikâh olur diyen bir şahsın nikâhı hakkında bilginize başvurmak istedim mümkün müdür?

Ayrıca yine Resmi Nikâh da bir nikâhtır düşüncesinin dahi aslolan dini nikâhı tehlikeye sokup geçersiz hale getirdiğini biliyorum, fakat soranlara tatminkâr cevap vermek için resmi - dini nikâh konusunda bilgilerinizi rica ediyorum... Allah'a emanet olun. Rabbim  mü'minlerden razı olsun...

*******

Ve aleykümü’s-selâm kardeşim;

Sorularınızın kısa cevabı

Evet, sonra vermek kaydıyla mehirsiz de nikâh sahih olur yani geçerlidir. Fakat o kişi hanımına borçlu olur. Çünkü mehir kadının nikâh ve cinsî yakınlık hakkıdır. Eğer nikâh esnasında mehirden ve mehrin miktarından söz edilmemişse, kadına emsâllerine ödenen miktarın mehir olarak verilmesi vacip olur. Ödemezse, kocanın üzerinde borç olarak kalır.

İslâm hukukuna göre nikâh, bir bakıma ibadet bir bakıma da akit, yani sözleşme ve anlaşmadır. Bunun için belirli bazı şartları vardır. Bu şartlardan birisi yerine getirilmezse nikâh sahih olmaz. Fâsit bir nikâhın da zaten resmisi de gayr-i resmisi de makbul ve geçerli değildir. Şayet gereken şartlara uyulmuşsa da, hangi isim altında olursa olsun, nikâh sahihtir. Resmi nikâhta bu şartların mevcut olup olmadığına, bunlara uyulup uyulmadığına bakıp ona göre kararınızı vereceksiniz. Eğer icap eden şartlara riayet edilmemişse, -ki ekseriyetle uyulmuyor- mutlaka bu işi bilen ehil birilerine doğru dürüst bir nikâh kıydıracaksınız ki, evlilik muamelesi sahih olsun.

Bu iki parağraflık kısa cevabın ardından dilerseniz meselenin açıklamasına geçelim. Çünkü sorduğunuz husus, aslında kitaplık çapta bir mevzu. 

*** 

1- İslâm fıkhına/hukukuna göre mehir; evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağın (maddî değerin) adıdır. Bir başka ifadeyle; evlilikte kadının, nikâh akdi veya cinsî yakınlıkla hak kazandığı mal veya meblağ manasında bir fıkıh tabiridir. 

Mehir, nikâh sebebi ile zevcin (kocanın) zevceye ödemesi vacip olan maldır / değerdir. Nikâhın sahih olmasının şartından değildir. O bakımdan, hiç mehir zikredilmeden / konuşulmadan nikâh yapılsa, o nikâh sahih olur, fakat mehr-i misil vacip olur.  

Kur'an-ı Kerîm'de mehirden bahseden çeşitli ayetler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:  

Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah'ın bir atiyyesi/ihsanı olarak verin.” [Nisâ suresi, 4] âlimlerin çoğunluğuna göre, burada hitap kocalaradır.  

Abdullah b. Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Rasûlullah (s.a.v.) kendisine;

- “O'na bir şey ver” dedi. Hz. Ali,

- “Bende bir şey yok” deyince de;

- “Hutamî zırhını verebilirsin” buyurdular. 

Ve yine bir kadınla evlenmek isteyen bir sahâbeye Efendimiz (s.a.v.), mehir vermesini söyledi. Evinden de eli boş dönünce;  

- “Demirden bir yüzük de olsa bak” deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'an-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu:  

- “Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında verdim.” [eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 170] 

Bu mevzudaki ayet ve hadislerden şu sonuca varılmıştır: Rasûlullah (s.a.v.), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vâcip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terk ederdi

Diğer taraftan, sahâbe devrinden bu yana İslâm âlimleri mehir üzerinde icma’ etmişlerdir. [Bkz. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, II, 274-304; İbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 86 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müçtehid, II, 16 vd.; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II, 329 vd.] 

Aile yuvasıyla ilgili vazifelerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için, eski çağlardan beri, kadınla erkek arasında bir vazife taksimi yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin idaresi / yönetimi, yemeğin hazırlanması, temizliğin yapılması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin vazifesidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka da bu yükümlülükler arasındadır.  

Bu vazife taksimi erkekle kadının yaratılışına ve sünnetullah’a (ilahi kanuna) de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha müsait, daha yatkındır. Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır.” [Nisâ suresi, 34] 

Mehir, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsâl mehire hak kazanır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: 

Kendileriyle cinsî yakınlıkta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur.” [Bakara suresi, 236]

Bu ayette, cinsî yakınlıktan veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konuşulmasının bir rükün ve şart olmadığına delâlet eder. [el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ı, II, 55, 60; İbn Rüşd, a.g.e., II, 25] 

Ukbe b. Âmir’in (r.a.) naklettiği şu hadis de yukarıdaki manayı destekler. Rasûlullah (s.a.v.) bir adama: 

- “Seni filanca kadınla evlendireyim mi?” demiş; erkeğin;  

- “Evet” demesi üzerine, kadına hitaben;  

- “Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?” diye sormuştu. Kadının da,  

- “Evet” demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v.), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber'deki hissemi veriyorum”. Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır. [ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, VII, 254]  

Mehrin üst ve alt sınırı var mıdır

Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayet-i kerimede; “Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız” [Nisâ suresi, 20] buyurulur. Hz. Ömer (r.a.) bunu 400 dirhemle (dirhem gümüş para birimi; 1 dirhem: 3,25 gr) sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü'l-mâl’e gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer'in dayandığı delil; Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) hanımı ve kızları için 480 dirhemden daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer (r.a.) minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki ayeti [Nisâ suresi, 20] okuyarak, Allah'ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi: 

Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir.” [eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mısır, yyy., IV, 283 vd.] 

İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'ye (rh.) göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) devrinde bu kadar para, yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar, bir dinar (yaklaşık 4 gr altın para veya 28 gr gümüş para yahut bu ikisinden birine denk kıymetteki mal veya para) olup, mehir de buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi.  Asr-ı Saadet'te, 1 dinâr veya 10 dirhem para, iki tane kurbanlık koyun alabilecek kadar satın alma gücüne sahipti. [es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, IX,137; el-Kâsânî, Bedâyi', VII, 77; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr., IV, 220]

İmam Malik'e (rh.) göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır.  

İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel (rahımehumallah), en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır. [Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, VII, 256; Bilmen, Ö.N. Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 279, 280]

Mehrin çeşitleri

Mehir, fıkıhta mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır. 

(1) Mehr-i müsemma: Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza ile belirledikleri mehirdir: “Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, bu tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır.” [Bakara suresi, 237]  

Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır: 

a) Mehr-i muaccel: Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre “mehr-i muaccel” yani peşin mehir denir.  

Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf-âdet-gelenek, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, mesela üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadis-i şerifte; “Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir” [Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379] buyurulmuştur. 

Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu hususta, Hz. Ali'nin (k.v.), Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi mevzuunda Medîne örfüne uyulmuştur. [M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, s. 140, 141] 

Bugün Mısır'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas'ta ise mehrin yarısı peşin ödenir.[Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara, 1974, s. 218] 

b) Mehr-i müeccel: Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vadeye bağlanmış olan mehir “mehr-i müeccel” yani vadeli mehir adını alır.  

Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu hususta örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür.  

Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir / dönülebilir (ric'î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric'î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür. [Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul, 1976, s. 641 vd.] 

(2) Mehr-i misil: Kadının emsâline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır: 

a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesadını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab ve kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin in’ikat / bağlanması ve sıhhati / geçerliliği, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse, karısı mehr-i mislini terikeden alır, karı vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar. 

b) Mehrin, tayin edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü'l-fâhişe) veya gayr-i mütekavvim bir mal olarak tayin edilmesi halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıflarda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği (Müslümanların faydalanmaları helâl ve serbest olup iktisadî bir değeri olan mal sayılmayan) şeylerin mehir olarak tayini halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder. 

c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma hususunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir, Şâri’in nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir / geçersizdir. Bu durumda akit sahih, şart ise geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre fâsiddir. [el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, Kahire, 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Gureri'l-Ahkâm, İstanbul, 1979, I, 342; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, Kahire, 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, 1985, II, 6, 119-120, 140-142] 

d) Mehrin zikredilip zikredilmediği hususunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi diyenden (inkâr edenden) yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir [Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347]

***

Dinî nikâh, resmi nikâh meselesi

2- Yukarıda da özetle ifade ettiğimiz gibi, nikâh bir bakıma ibadet bir bakıma da akit, yani sözleşme ve anlaşmadır. Bunun için belli bazı şartları vardır. “Şart olmayınca meşrut da olmaz” usûl-i fıkıh kaidesince, bu şartlardan birisi bulunmazsa nikâh da sahih değildir / geçerli olmaz. Bu şartlar nelerdir, onları görelim. 

1) Evlenecek kişilerin veya vekâletlerini verdikleri şahısların hazır bulunması… 

2) Tarafların irade beyanı… Evlilik akdini kabul ettiklerine dair erkek ve kızın ya da vekillerinin “kabul ettim” tarzında ifade etmeleri... Zira nikâhta icap ve kabul kelimelerinin böyle “mâzi” (geçmiş zaman) sîgası ile söylenmesi gerekir. Ancak, İCAP “alıyorum” tarzında muzâri sîgasiyle, KABUL de “ettim” diye mâzî kalıbıyla ifade edilirse bu, fıkıh tabiriyle istihsânen caizdir. Aksi halde yani icap ve kabulün her ikisinin de muzâri sîgasiyle ifade edilmesi durumunda nikâh olmaz[Detaylı bilgi için bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Nikâh bahsi] Yani nikâhta tarafların söyleyecekleri lafızlar, “verdim, aldım” gibi mâzi sîgasiyle meydana gelmiş kat’iyet / kesinlik ifade eden kelime ve kavramlar olmalıdır. Çünkü mâzî tahkike yani tahakkuk ve sübuta daha çok delâlet eder. Tahakkuktan maksat, o şeyin hakikaten meydana gelmesi, gerçekleşmesidir. Muzâri-istikbâl (gelecek) sîgası böyle değildir. Binaenaleyh bir bakıma ibadet, bir bakıma da akit olan nikâhta mâzî sîgasının tercih edîlmesinin sebebi budur; dolayısiyle “alıyorum, alırım, veriyorum, veririm” gibi istikbâle matuf kelime ve kavramlarla nikâh olmaz.  

3) Kızın velisinin izninin olması... Bu hüküm Hanefi mezhebi hariç diğer mezheplere göredir. Hanefilerde şart değildir. 

4) Şahitlerin hazır olması... Bu şahitler, ergenlik çağına ermiş, aklı başında iki erkek veya bir erkekle iki kadın olmalıdır. 

Nikâh, talâk diğer bir ifade ile evlilik ve boşanma dinî bir müessesedir; aynı zamanda –girişte de ifade etttiğimiz gibi- ibadetler içinde de değerlendirilir. Çünkü kaynağı Kur'ân ve Sünnettir. Bu hususta âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler mevcuttur. Bu âyetler hem evlilik müessesesinin sınırlarını çizer, hem de mes’ûliyet / sorumluluk ve mükellefiyetleri / yükümlülükleri belirler. Hatta bazı âyetlerde mesele, bütün teferruatıyla verilir. Hadisler ise evlilik ve aile müessesesinin bütün ayrıntılarını ortaya koyar, anlatır ve öğretir. 

Aynı şekilde İslâm fıkhı-hukuku kitaplarında nikâh ve talak bâbı apayrı bir kısım teşkil eder. Meselâ Türkçede de kapsamlı bir temel eser olan Ömer Nasuhi Bilmen merhumun 8 ciltlik Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu'nun bir cildi bu meseleye ayrılmıştır. 

Mevzunun anlaşılmasına yardımcı olması ve bir örnek ve bir nasihat teşkil etmesi açısından bir âyetin mealini hatırlayalım: 

İçinizden bekâr olanları ve köle ve cariyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir iseler, Allah onları lûtfuyla zenginleştirir. Allah'ın lütfü geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir. Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah onları lûtfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar.” [Nur sûresi, 32-33] 

Nikâhın kendine göre şartları vardır. Yukarıda izah etmeye çalıştık. Cumhuriyet devrine kadar nikâhta “dini nikâh, resmi nikâh” diye bir ayrım söz konusu değildi. İslâm hukuku yürürlükten kaldırılıp yerine Batı’dan adapte edilen “medenî” hukuk devreye girince ve nikâh akit işlemleri belediyelere devredilince bu çeşit sorular-problemler gündeme geldi. Oysa Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi muharref şeriatlerde bile önceden olduğu gibi şimdi de nikâh merasimleri sinagog ve kiliselerde yapılmaya devam ediyor. Esasen İslâm’da da böyleydi... 

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) “Nikâhı duyurun ve onu camilerde yapın”, “Helâl ile haram (zina) arasındaki fark, nikâh kıymak, şenlik yapmak ve def çalmaktır (ilan etmektir)” [Neseî, Sünen, c. 6, s. 104] mealindeki hadis-i şerifleri bu esası / umdeyi / prensibi hatırlatmaktadır. Bu iş / bu hizmet camilerden alınıp belediye nikâh salonlarına taşınınca, nikâhın “dinî” bir mahiyet taşıyıp taşımadığı akıllara gelmeye başladı... 

Nikâh, evlilik bazı şartlar taşıdığından dolayı, haliyle bu meseleyi bir bütün olarak din âlimleri bilmekte ve öteden beri nikâh akdini âlimler ve imamlar yapmaktadır. Bunun için nikâhın halk dilindeki adı “imam nikâhı” diye söylenir olmuştur. Yoksa asıl itibariyle şartlarına-usûlüne-âdabına uygun olarak kıyılan nikâh nikâhtır, imam nikâhı falan gibi bir ayrım olmaz, nikâhı kıyanın da illa ki imam olması gerekmez.  

Velhasıl meseleye bu açılardan bakmamız gerekmektedir.  

Aslında bu muamele illa da imamlık, hocalık işi değildir. Her Müslüman nasıl ibadetlerini önceden öğrenerek yapıyorsa, nikâhı ve nikâhın şartlarını ve sorumluluklarını da araştırıp öğrendikten sonra bu hazırlığa girecek, şahitler huzurunda taraflar birbirlerini karı-koca kabul ederek nikâhları kıyılacaktır. Yani cemaatle namazda olduğu gibi, nikâhta mutlaka imam bulunacak diye bir şart yoktur. Şartları bellidir ve ona göre akit yapılır. Ancaaak;

Aklı başında, ilim-irfan sahibi, sâlih bir insanın bunu yapması, onun riyasetinde dua ve niyazlarla akdedilmesi elbette ki güzel olandır, bu tercih edilmelidir. 

Go to top