Selamün aleyküm abi. Allah razı olsun siteniz ilim dolu. Siteyi kaynak olarak kullayorum ve bazi arkadaşlarima gosteriyorum.
Ruhsat ve azîmet, fetva ve takva ayrimini açıklayan bir yazi da yazabilir misiniz? İsim mahfuz
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Sözünü ettiğiniz fıkhî tabirlerin öncelikle kelime ve ıstılâh manalarını ele alalım, sonra da ehemmiyet durumunaı göre ayrıca bir açıklamada bulunmaya çalışırız.
(1) Ruhsat lugatte; kolaylık demektir. Şerîatte yani İslâm fıkıh ve hukukunda, belli mazeretler sebebiyle bazı dinî hükümlerin hafifletilmiş olarak uygulanması manasında kullanılır. Tasavvuf ıstılâhında ise, dinî hükümlerin hafif ve cevaz esası dahilinde uygulanmasıdır. Tasavvuf ehli-maneviyat erbâbı olan mü’minler, dinî hükümleri ruhsat ve cevaz dairesinde değil, azîmet ve takvâ-kemâl dairesinde îfa ederler. Onun için ehl-i ruhsat değil, ehl-i azimettirler. [Bkz. Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, Beyrut, 1966, 541; Şa’rânî, el-Mîzânü’l-Kübrâ, I, 3, 9] Bununla beraber unutmamak gerekir ki, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Allah Teâla (dinde) azîmetlerinin yapılmasını sevdiği gibi, ruhsatlarının yapılmasını da (onlarla amel edilmesini de) sever.” [İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/108] buyurmuşlardır.
Havâssın ruhsat ve te’vile (kolaylık yorumlarına) yönelmeleri haklarında fitne vesilesi olur. Mürîd için en zararlı şey, nefsine karşı müsamahalı davranması, ruhsat yolunu tutması ve te’villeri kabul etmesidir. Ruhsat ve te’villerden kaçınmak tasavvufta, manevi yolda esastır. [Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, Kahire, 1949, s. 210, 465, 488] Tasavvuf çileyi ve mücâhedeyi esas aldığından, ruhsat ve te’vilden kaçınarak ihtiyata en uygun olanı yapar. [Serrâc, el-Luma, Kahire, 1960, s. 141] Bâtın ehli yani maneviyat erbâbı kolay olana değil, zor olana talip olur, dervişlik zor bir yoldur. Fakat hakiki tarikat erbabı kişiler, avâmın (halkın) ruhsatla amel etmelerine asla karşı olmazlar, itiraz etmezler.
(2) Azîmet lügatte; kasdetmek, karar vermek, yemin etmek manalarınadır. Şerîat lisanında, ruhsat’ın zıddıdır; yani kolay olanla değil, zor ve meşakkatli olanla amel etmektir. Tasavvuf ıstılâhında ise azîmet; nefsin arzularına bakmadan, ruhsat ve cevaz haline (o işin dinen fetva yönüyle caiz olduğuna bakıp) iltifat etmeden, şer’î emir ve yasakların hem lafzına, hem ruhuna uygun bir şekilde hareket etmek, te’villerden sakınmak, ihtiyata en uygun olan yolu tutmaktır. Tasavvuf ve tarikat yani şeriatın bâtını, bir azîmet yoludur. Tarikat erbabı başkalarının ruhsatla amel etmelerini hoş görürler ama, kendileri, bir mecburiyet bulunmadıkça azîmet yolundan asla ayrılmaz, ibadet ve diğer dinî vazifeleri cevaz haliyle değil, takvâ ve kemâl haliyle îfa ederler. Nâfile ibadetleri de farz imiş gibi dikkatle yerine getirirler, aksatmamak için a’zamî gayreti gösterirler. Zira Tarikat-tasavvuf bir fetvâ yolu olmaktan çok takvâ yoludur. Azîmetle amel edenlere, ehl-i azîmet ve ülû’l-azâim denir. [Serrâc, a.g.e., s. 28, 141; Kelâbâzî, Tasarruf, s. 84; Ebû Tâlib Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, s. 11, 529; el-Mervî (Yûsuf Hemedânî), Menâzilü’s-Sâlikîn ve Menâzilü’s-Sâyirîn, s. 25]
(3) Fetvâ; açıklama, açıklayıcı bilgi, yorum gibi manalara gelir kelime olarak. İslâm hukuk lisanında, dinî-hukukî bir meselenin hükmünün açıklanması, böyle bir meselenin çözümüyle ilgili olarak sorulan sorunun cevabı demektir. Malum, hukukî ve dinî bir soruya cevap veren kişiye müftî, verilen hüküm veya karara fetvâ, soruya cevap vermeye iftâ, böyle bir meselenin hukuktaki hükmünü müftüden sormaya istiftâ denir. Müftüler bir bakıma İslâm devletindeki “yargı organı”nın yani hâkimin müşaviridirler. Hukukî ve dinî bir soruya cevap verme manasındaki “iftâ teşkilatı”, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zamanından itibaren İslâm cemiyetinde, adliyesinde çok mühim bir yer tutmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) hem kâdı, hem de müfti idi. İlim sahibi köleler bile fetva verebilir İslâmi sistemde. Keza kadınlar da müftî olabilir. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) hem hadis âlimi, hem de fetva veren (müftiye) bir kişiydi. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), devrindeki yüz kırk müftiye, fetva verme salahiyeti / yetkisi tanımıştır.
Ecdadımız Osmanlı’da fetvâ emîni, Şeyhulislâmlıkta fetva işleriyle uğraşan daire başkanının ünvanıdır. Eski dilimizdeki fetvâ-penâh tabiri, fetvaya sığınan demektir.
Tasavvufta fetvâ; kalb müftüsünün hükmü, vicdânın sesi, ilham, keşif manalarında kullanılan bir ıstılahtır. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v), “Müftüler sana fetva verse bile sen yine de fetvanı kalbinden al.” [Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 194] mealindeki hadisi bu hususa işaret eder. [Ayrıca bkz. Serrâc, a.g.e., s.34]
(4) Takvâ: Kelime olarak korkma, endişelenme, kaygılanma, sayma, dikkatli davranma, sakınma, korunma manalarınadır. Tasavvuf ıstılâhında ise takvâ;
a) Allâh’a boyun eğerek azabından sakınmak, cezayı gerektiren davranışlardan nefsi uzaklaştırmak suretiyle korunmak demektir. [Bkz. Seyyid Şerif Cürcânî, Ta’rifât, Kahire, 1938]
b) Takvâ, insanın, kendisini Allah’tan uzaklaştıran şeylerden kaçınmasıdır. [Sülemî, a.g.e., s. 460]
c) Takvâ, mâsivâdan sakınmaktır.
d) Takvânın zâhiri, hududu (şer’î/dinî sınırları) muhfaza; bâtını ise ihlâs ve niyettir.
e) Takvâ helâl, mubah, bir de şüpheli hususlarda söz konusu olur. Farzları îfa, haramları terk takvâ değildir. Takvâ, dinin bütün hükümlerini eksiksiz ve devamlı olarak titiz bir şekilde uygulamaktır.
f) Takvâ sahibi olmak ama takvâ sahibi olduğunu hatır ve hayâlden bile geçirmemek esastır. Takvâ sahibi olduğunu sanan, takvâ sahibi değildir. Takvâ, kişinin kendini kimseden üstün görmemesidir. Takvâ sahibi olana takî, (tükâ, etkıyâ) ve müttakî denir. İslâm nazarında faziletli / en üstün insan, en fazla takvâ sahibi olan kimsedir. Müftülerin fetvasına, kadıların (hâkimlerin) hükmüne göre caiz olan bazı hususlar, takvâ esasına göre caiz olmaz. Fetvânın ‘evet’ dediğine bazen takvâ ‘hayır’ diyebilir. Takvâ, dinî hükümlerin disiplinli-düzenli, devamlı, ihlâslı-samîmi ve ciddi bir surette, dikkat ve itina ile uygulanması, en küçük bir detayın / ayrıntının bile gözardı edilmemesidir. [Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire, 1966, s. 52; Gazalî, ihyâ, III, 153, IV, 153] Velhâsıl, takvâ tasavvufun-tarikatın, maneviyat yolunun temelidir.
***
Şimdi de dilerseniz mevzuyu toparlayalım ve bâhusus takvâ üzerinde bir nebze duralım.
Evet, görüldüğü üzere fetvâ ve takvâ, ruhsat ve azîmet mefhumları / kavramları birlikte kullanılan ve dînî hayattaki hassâsiyet-dikkat ve titizlik çizgisini gösteren ifâdelerdir.
Fetvâ ve ruhsat, yukarıda da gördüğümüz üzere şer'î sınırlarda asgarî seviyeyi; olmazsa olmaz vaziyeti ifâde etmektedir.
Takvâ ve azîmet ise şer'î sınırlara riâyette titizliği gösterir... Emirlerde farzların dışında sünnet ve nâfilelere de dikkat etmek, yasaklarda haramların dışında mekruhlardan; hatta mubahların fazlasından sakınmaktır.
Takvâ kelimesi, Kur'an'da vikâye, ittikâ, tevakkî, muttakî gibi muhtelif türevleriyle 250 küsür yerde geçmektedir.
İttikâ, korunmayı kabul etmek veya korunmaya girmek demektir. İttika ve takvânın kökü olan vikâye ise elem ve acı verecek şeylerden sakınmak, iyice korunmak veya kuvvetli bir himâyeye girmek demektir. En iyi korunma Allah'ın koruması altına girmek; O'nunla irtibatı düzene koymaktır.
Aslında herkes ve herşey, cebrî ve teshîrî olarak Allah'ın koruması altındadır. Ancak bu korumanın irâdî bir taleple ve içten gelen bir ilticâ duygusu ile olması gerekir. Çünkü insan ancak bu sûretle âhirette zarar ve elem verecek şeylerden korunmuş olur.
Takvâ’nın (korunmanın), kötülüklerden sakınma ve iyiliklere sarılma şeklinde özetlenebilecek iki buudu / boyutu vardır. Dolayısıyla takvâ, sâdece yasaklardan sakınma manası ifâde etmez. Takvâda tâatlara yönelme mânâsı da vardır.
Kur'an'da, kalbi Allah'ı anarak koruma manasına gelen zikir gibi 250 küsür yerde geçen takvâ, değişik manalarda kullanılmıştır:
1- Haşyet ve korku manasına: “Yalnızca (sadece) Ben’den korkun!” [Bakara suresi, 41] yâni ancak benden korkun / sakının ve benim korumam için ehl-i takvâ olunuz.
2- Âhirette ebedî azâbdan kurtulmak için şirkten uzak bir îman manasına: “Allah Teâlâ Peygamberinin üzerine ve mü'minlerin üzerlerine sekîneti (kuvve-i mâneviyesini, emniyet ve sükûneti) indirdi ve onlara takvâ kelimesini ilzam buyurdu (onları takva sözü üzerinde durdurdu). Onlar da buna hakkıyla lâyık ve bunun ehli bulunuyorlardı. Allah da her şeyi bihakkın bilicidir (hakkıyla bilendir).” [Feth suresi, 26]
3 - Büyük ve küçük günahlardan sakınıp farzları edâ etmeye yoğunlaşmak mânâsına: “Oysa o ülkelerin halkı iman edip Bize (ve emirlerimize) karşı gelmekten sakınmış olsalardı, göğün ve yerin bolluklarını verirdik.” [A'râf suresi, 96]
4 - Kalbi günahlardan; gönlü Hakk ile meşguliyetten alıkoyacak herşeyden temizlemek manasına: “Ey îman edenler, Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun (günahlardan korunup takvâ sahibi olun). Ve ancak Müslümanlar olarak can verin (başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin).” [Âl-i İmrân, 102]
“Her kim Allah'a ve peygamberine itâat eder, Allah'tan korkar (ittikâ eder) ve O'na sığınırsa, işte böyleleri muradlarına ereceklerdir.” [Nûr suresi, 52]
Takvâ, bir kalb işidir, iman kalbde başlayıp fiil ve davranışlara atseden / yansıyan ve takvâ ile gelişip kemâle eren bir fiildir. Nitekim şu âyet-i kerime takvânın hayatın değişik durumlarında dâîmâ gerekli olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır: “İman edip salih amel işleyenler, Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, sâlih amel (güzel ve faydalı işler) işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'tan korktukları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe, daha önce (haram kılınmazdan evvel) tatmış oldukları şeylerden (alkollü içkilerden ve sair haramlardan) dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah Muhsinleri / iyilikte bulunanları (Allah’ı görür gibi kulluk edenleri) sever.” [Mâide suresi, 93] Bu âyette imân, takvâ ve ihsân ilişkisine dikkat çekilmektedir.
Takvâ bir kalb işi olduğu için, Allah nezdinde kulların dereceleri takvâlarına göredir. Nitekim “Muhakkak ki, Allah nezdinde / katında en değerli ve en üstününüz, O'ndan en çok korkanınız / takvâlı olanınızdır.” [Hucûrât suresi, 13] âyeti buna delildir.
Rasûlullah (s.a.v.), kendisinden nasîhat taleb eden birine şu tavsiyelerde bulunmuşlardır: “Takvâya sıkı sarıl! Zira bütün hayırları kendisinde toplayan haslet takvâdır. Cihâda da dikkatli bir şekilde riâyet et! Çünkü Müslümanın ruhbanlığı cihâddır. Dâimâ Allah'ı zikirle meşgul ol! Çünkü bu senin için nûrdur.” [Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 2, 62]
Takvânın aslı;
- Önce şirkten,
- Sonra kötü ve günah fiillerden,
- Ondan sonra günah olma ihtimali bulunan davranışlardan / şüpheli şeylerden sakınmaktır.
- En son da, fuzûli ve lüzûmsuz mubahları terketmektir.
Takvâ bir bakıma, Allah'a itâat sûretiyle azâbından sakınıp korunmaktır.
“Allah'tan hakkıyla korkmak” demek, O'na itâat edip isyân etmemek; zikredip unutmamak, şükredip küfrân-ı nimette bulunmamaktır. Bu zor bir iştir. Çünkü nebîler bile, “Biz seni hakiki mânâda tanıyamadık ve Sana hakiki manada kulluk yapamadık” diye itirâf-ı aczde bulunmuşlardır. Bu yüzden Allah Teâlâ hazretleri Kur'an'da, “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, (tebliğ olunan emirleri-nehiyleri-nasihatleri) dinleyin. (Allâh’a, Rasûlü’ne ve sizden olan ülû’l-emr’e) tâat edin. (Mallarınızdan Allah yolunda), kendinizin hayrı olarak (kendi iyiliğiniz için), harcayın. Kim nefsinin (koyu) cimriliğinden korunursa, işte onlar muradlarına (kurtuluşa) erenlerin ta kendileridir.” [Teğâbün suresi, 16] buyurarak, gücümüz yettiğince takvâyı elden bırakmamak emredilmektedir. Takvâ, kişinin Allah'a itâatla ilâhî cezâdan sakınmasıdır. Kuru ibâdet ve zâhidlik hiçbir menfaat sağlamaz. İbâdet ve zühdün kalbî derinlik ve takvâ duygusuyla zenginleştirilmesi gerekir. İlim ile haşyet ve korku birbirine bağlıdır. Nitekim “Allah'tan kulları içinde sâdece âlimler korkar.” [Fâtır suresi, 28] buyurulur.
Takvâ, seni Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır. Fırtınalı dünyada Allah'ın herhangi bir emrine toz kondurmamak için titremektir.
Sehl b. Abdullah (rh.) der ki: “Allah'tan başka yardımcı, Rasûlullah'tan başka delil ve mürşid, takvâdan başka azık ve sabırdan başka amel yoktur. Kur'ân, azığın en hayırlı olanının takvâ [Bakara suresi, 197] olduğunu belirtmektedir.”
Sehl hazretleri bir başka seferinde de şöyle demiştir: “Takvâsının sağlam olmasını isteyenler günahının tamamını terketsin.”
Nasrabâzî (rh.) de şöyle der: “Takvâya sarılanlar, dünyadan ayrılmanın özlemiyle yaşar. Çünkü Allah Teâla hazretleri, ‘Ahiret yurdu muhakkak Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Takvâ üzre olanlar için şüphe yok ki ahiret yurdu daha hayırlıdır. Buna aklınız yetmiyor mu / Hâlâ aklınız başınıza gelmeyecek mi?” [En'âm suresi, 32]
Ebû Ali Rûzbâri (rh.), “Takvâ seni Allah'tan uzaklaştıran şeyden uzak kalmandır,” diyerek takvânın Allah'a yaklaştıran hususiyetlerine dikkat çekmiştir.
Hz. Ali (r.a.) der ki: “Dünyada insanların efendisi cömert olanlar, ahirette takvâ sahibi bulunanlardır.” Takva ehli ulaşamadığı nimete tevekkülle, nail olduğu nimete rıza ve şükürle, kaçırdıklarına da sabırla mukabele eder.
Zünnûn'a (k.s.) göre, takvâ ehli olan kimse şeriat ahkâmına karşı çıkarak zâhirini, illetli şeylerle bâtınını kirletmez.
Takvâ sadece Allah'a yönelme ve devamlı tevbe ile tahakkuk eder / gerçekleşir. Kur’an-ı Kerim, “Hepiniz Ona yönelin / Ona dönün, Ondan korkun. Namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın.” [Rum suresi, 31] ifadesiyle buna işaret buyurmaktadır.
Kur'ân'da takvâ ehline verilen bir nûrdan bahsedilir; “Ey îman edenler, eğer Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırd edecek (bir marifet ve nûr) verir, günahlarınızı örter, sizi mağfiret eder. Allah büyük lutuf ve inayet sahibidir.” [Enfâl suresi, 29] Takvâ ehline verilen bu meleke ve basîret nûru, şüphelerin giderilmesini sağlayan bir nûrdur.
Böylece takvâ ile basîret nûru arasında da bir alaka-râbıta oluşmaktadır. Nitekim takvâ ile kalbî ilim arasında da irtibat vardır. “Allah’tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şey'i hakkıyle bilendir.” [Bakara suresi, 282]
Takvâ mefhumu için ayrıca bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1286-takva-kelimesinin-tahlili-ve-manalari.html