hocam 2 tane sorum olacaktı
1:hocam arkadaşlarımdan alkol kullanan kişiler var bende bildiğim kadarıyla alkol içildikten sonra 40 gün ibadetler kabul olunmaz diye biliyorum bunu arkadaşlarıma söylediğimde ‘ne yani 40 gün namaz kılmayalım mı diyorlar’ sorum alkol kullandıktan sonraki durum nedir ibadetlere devam edilmeli midir kısacası bunu cezaları ve yapılması gereken hükümler nelerdir ? hasan kara
2:hocam kuranda ve sünnette diğer 3 kutsal kitabın tahrifi hakkında bilgiler var mıdır ?eğer yoksa tahrifine nasıl hüküm veriyoruz ? hasan kara
*******
1- Öncelikle o arkadaşlarına alkolün haram olduğunu, büyük günahlar arasında bulunduğunu ısrarla hatırlatman ve onlara nasihat etmen gerekir. Üzerine düşen bu vazifeyi ihmâl etmemelisin. Yoksa vebâl altında kalırsın.
Namaz meselesine gelince…
Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın...” [Nisa suresi, 43] buyurulmaktadır.
Müfessirler, burada zikredilen sarhoşluğun, neden meydana gelen bir sarhoşluk olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a) Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Ebu Rezin, Mucahid, Katade ve İbrahim en-Nehai’ye (r.anhum) göre bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, içki içmekten meydana gelen sarhoşluktur.
Onlara göre bu âyet-i kerime, içkinin kesin olarak yasaklanmasından önce nâzil olmuş, içki içtikten sonra sarhoş olanların ayıkıp ne söylediklerini bilinciye kadar namaza yaklaşmamalarını emretmiştir. Daha sonra ise içki kesin olarak yasaklanmış ve bu âyetin hükmü neshedilmiştir.
Suddî’den (rh.) rivayet ediliyor; “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar...” âyeti nazil olunca bazı kimseler yine de içki içmeye devam ettiler. Nihayet bir gün Abdurrahman ibn Avf (r.a.) bir yemek hazırlayıp içlerinde Hz. Ali’nin (r.a.) de bulunduğu bazı sahabîleri yemeğe davet etti. Davette yediler-içtiler, namaza kalktılar da imam olan Abdurrahman (r.a.) namazda, “De ki: Ey o kâfirler! Ben sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem...” [Kâfirun suresi, 1-2] ayetlerini okudu ama ne kendisi anladı ne de Hz. Ali (r.anhuma).
Bir başka rivayette, “Ben sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem” ayetini, “Ben de sizin ibadet ettiğinize ibadet ederim” şeklinde okudu. [Buhârî, Sahih, Kitâbu Tefsîru’l-Kur’ân, 4/23] Bunun üzerine Allah Tealâ “Ey iman edenler, sizler ne söylediğinizi bilir hale gelinceye kadar, sarhoşken namaza yaklaşmayın.” [Nisa suresi, 43] âyetini indirdi. [Tirmizi, Sünen, Tefsiru’l-Kur’an, sure 4, Hadis no: 3026]
Tirmizî’deki Hz. Alî rivayetinde ise namaz kıldırmak üzere imam olan Hz. Ali’dir ve Kâfirûn sûresini “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Biz, sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibadet ederiz” şeklinde okumuştur. [Taberî, Câmiu’l-Beyân , V, 193]
Bu âyetin inişinden sonra da içki henüz haram kılınmamış olduğu için bazıları içmeye devam etti. Alkolün haramlığına dair hükmün beyanı, tedrîci olarak geldi.
Nihayet bir gün de Sa’d ibn Ebî Vakkas (r.a.) yemek yapıp içlerinde Ensar’dan bir zatın da bulunduğu bazı sahabîleri yemeğe davet etti. Onlara ikram etmek üzere deve başı kızartmıştı. Yemeğe buyurun dedi; yediler-içtiler, sarhoş oldular, konuşmaya daldılar. Davette bulunan Ensarî, Hz. Sa’d’in bir sözüne öfkelenerek elindeki, etini yemekte olduğu deve çene kemiğini kaldırdığı gibi Sa’d’in kafasına geçirdi ve Sa’d’ın burnunu kırdı. İşte bunun üzerine Allah Tealâ “Ey iman edenler, içki, kumar, tapınmaya mahsus dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden bir pisliktir...Artık onları bıraktınız değil mi?” âyetlerini indirdi. (Tefsîru Râzî, XI, 65)
Sa’d ibn Ebî Vakkâs’ın burnunun kırıldığı davetin Utbân ibn Mâlik (r.anhum) tarafından verildiği, sarhoş olan Sa’d’in, içinde Ensar’ı hicveden beyitlerin de bulunduğu bir şiir okuduğu, bunun üzerine Ensar’dan birinin hücumuna uğradığı, burnunun kırılması üzerine gelip Rasûlullah’a (s.a.v.) Ensarîyi şikâyet ettiği ve Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) de “Ey Rabbım, içki hakkında bize fayda verecek bir açıklıkla fermanını bildir” diye dua ettiği ve bunun üzerine Allah Tealâ’nın, “Ey iman edenler, içki, kumar, tapınmaya mahsus dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden bir pisliktir...Artık onları bıraktınız değil mi?” âyetini indirdiği ve bunun Ahzâb yani Hendek gazvesinden bir kaç gün sonra meydana geldiği rivayeti de vardır.
Ebu Vâil, Ebu Rezin ve İbrahim en-Nehai (rahımehumullah) bu âyetin ve Bakara suresinin iki yüz on dokuzuncu âyeti olan; “Ey Muhammed, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı faydalar da vardır. Ancak günahları faydalarından çok büyüktür” âyetinin ve Nahl suresinin altmış yeydinci âyeti olan, “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden, sarhoş edici içkiler ve güzel rızıklar edinirsiniz...” âyetinin, içkinin kesin olarak haram olduğunu belirten Maide suresinin doksanıncı âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir.
b) Dehhak’a (rh.) göre ise bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, uyku sarhoşluğudur. Buna göre Allah teala mu’minlere, uykudan dolayı sarhoş bir haldeyken tamamen kendilerine gelip ne söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmamalarını emretmiştir.
Tasavvuf erbabı da bu ayeti; dünya sarhoşluğu ve gafleti içerisindeyken namaza durmayın! Allah’ın huzuruna, kalbinizle-kılıbınızla tam bir uyanıklık halinde, şuur ve idrâk içerisinde, huzû ve huşû ile durun, diye te’vil etmişlerdir
Taberî (rh.) buradaki sarhoşluktan maksadın, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk olduğunu ve Allah Teala’nın, içkiyi kesin olarak yasaklamasından önce mu’minlere, sarhoşken namaza yaklaşmamalarını emrettiğim söyleyen görüşün tercihe şâyan bulunduğunu söylemiştir. Zira bu âyetin, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk hakkında nazil olduğuna dair, Rasûlullahın (s.a.v.) sahabilerinden, birbirini te’yid eden / destekleyen haberler zikredilmiştir.
Velhâsıl hakiki iman erbabı şuurlu mü’minler, ne alkol, ne uyku-gaflet, ne de dünya sarhoşluğu ile namaza durmamalı. İlahi huzurda tam bir huzû ve huşû içerisinde bulunmalıdırlar.
Taberî (rh.) diyor ki: “Eğer şöyle denilecek olursa; ‘Bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksadın, içki içmekle meydana gelen sarhoşluk olduğu nasıl söylenebilir? Zira sarhoş olan aklını kaybeder, deliler gibi olur. Delileri de herhangi bir vazife ile yükümlü tutmak mümkün değildir. O halde sarhoş olan kimse nasıl olur da namaza yaklaşmamakla emrolunur?”
Buna cevaben denir ki: “Sarhoşlar akıllarını kaybeden deliler gibi değil, vucutları uyuşan ve hareketleri yavaşlayan kimselerdir. Bu sebeple emir ve yasaklara muhatab olma durumundadırlar. Şayet bir sarhoş tamamen aklını kaybedip deli durumuna düşerse elbette ki bu âyet-i kerime ile muhatap olduğu söylenemez.
Binaenaleyh alkol alan bir insan, sarhoş iken namaz kılamaz. Sarhoşuk geçtikten sonra ise, hemen namazını kılmalı ve ibadetlerini yapmalıdır. İçki içenin kırk gün namaz kılmayacağına, kıldığı namazın kabul olmayacağına dair bir hüküm yokur.
Evet, bazı hadis-i şeriflerde içki içen ya da diğer günahları işleyen mü’minlerin namaz gibi ibadetlerinin sevabının azalacağı manasında ifadeler vardır. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) insanları alkol ve benzeri sarhoşluk veren büyük günahlardan sakındırmak için buna benzer tehditli beyanları mevcuttur; ancak bundan maksat, o halde bulunanların namazı kılmamaları değil, daha dikkatli olmaları için mü’minleri ikazdır. [Bkz. Tirmizî, Sünen, Eşribe, 1; İbn Mâce, Sünen, Eşribe, 9; Nesai, Sünen, Eşribe, 45,49] Dolayısiyle bunlar, içki içen bir insanın sarhoşluğu gitse bile, bir müddet bu içikinin tesiriyle ruhaniyetin-meleklerin kendisinden uzaklaşacağı, bedenen ve ruhen rahatsız olacağı ve ibadetlerinden alacağı zevkin-tadın, ecrin-sevabın azalacağı anlamında olabilir. Nasıl ki cünüp olan bir insan su ile yıkanıp temzileniyorsa, içki içen insan da derhal pişmanlıkla, tevbe ve istiğfar ile manen yıkanıp temizlenmiş olur.
Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de, birçok ikaz-nasihat ve hatırlatmalardan sonra nihayet sarhoş edici maddeleri içmeyi kesin olarak yasaklamış ve buyurmuştur ki:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” [Maide suresi, 90]
Buna rağmen bir Müslüman haram olduğunu bilerek ve inkâr etmeden şeytana uyup içki içerse, büyük günah işlemiş olur. Derhal bundan vazgeçip bir daha içmemek üzere tevbe etmelidir. Ama bu ve benzeri hatalar, mü’minin ibadetlerini yapmasına mâni değildir, olmamalıdır. Ümit edilir ki, kişinin ihlâsla eda ettiği o namaz, kendisini kötülüklerden alıkoyar, onu istikamet, sadakat ve itaat üzere düzen ve disipline sokar. Nitekim Mevlamız Habibine hitaben buyurulor ki:
“Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı dosdoğru ikame et (kıl). Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikir ise, elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı (hakkıyla-kemaliyle-tamamiyle) bilir.” [Ankebut suresi, 45]
***
2- “Kur’an’da ve Sünnet’te diğer 3 kutsal kitabın tahrifi hakkında bilgiler var mıdır? Eğer yoksa tahrifine nasıl hüküm veriyoruz?”
Elbette ki vardır. Kur’an’da ve Sünnet’te olmasa bile bunların tahrif ve tağyire uğradıkları zaten tarihen, ilmen âşikârdır! Bu hükme varmakta niçin zorlanacak ve tereddüt edeceğiz ki?
Meseleyi biraz etraflıca ele acak olursak, bilindiği gibi imanın şartlarından biri de “kitaplara inanmak”tır. Bu mefhum, Allah tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine, bu kitapların asılları itibariyle muhtevalarının tamamıyle doğru ve hakikat olduğuna inanmak demektir. Kitaplara iman ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânasıyla sapıtmıştır” [Nisa suresi, 136] ilahi beyanları yer almaktadır.
Müslümanın Kur’an dışındaki kitaplarla alakalı tavrı hakkında Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
“Ehl-i Kitab, Tevrat’ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu:
“Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:
“Biz Allah’a, bize indirilen Kur’an’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa’ya ve İsâ’ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)’e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek gibi yanlış bir inançla) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah’a) teslim olmuş Müslümanlarız.” [Bakara suresi, 136]
İslâm âlimleri, Kur’an dışındaki kitapların tahrif edildiğini açık-seçik bildirmişlerdir. Nitekim İbn Hazm‘ın (rh.) Kitâbu Izhârı Tebdîli’l-Yehûdi ve’n-Nasârâ li’l-Kitâbeyni’t-Tevrâti ve’l-İncil isminde bir kitabı bulunmakta ve Kitab-ı Mukaddes’deki metinlerin çoğunun lâfzî olarak yani literal bakımdan tahrif edildiğini belirtmektedir.
Ehl-i Sünnet inancına göre tebdil ve tağyire uğramış (değiştirilip asılları bozulmuş) 3 kitap vardır:
(a) Tevrat. Yahudi ilim adamları tarafından,
(b) Zebur. GeneYahudi âlimleri tarafından tahrif edilmiş...
(c) İncil. Hıristiyan bilginleri-papazları tarafından değiştirilmiştir. Bozulmayan-değiştirilmeyen tek kitap ise Kur’an-ı Kerim’dir.
Bu gün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ın, incil’in, Zebur’un tahrif edildiğine dair deliller pek çoktur. Mesela mevcut Tevrat, Hz. Mûsâ’nın levhalar şeklinde aldığı ve Yahûdilere dikte ettirdiği Tevrat’ın aynısı değildir.
Tevrat, Hz. Mûsâ’ya indiği halde günümüzde bulunan Tevrat, Hz. Mûsâ’nın mezarından bahsetmekte, hatta Hz. Mûsa’nın mezarının kaybolduğundan söz etmektedir. Muharref Tevrat’ın bu mevzudaki ifadeleri aynen şöyledir:
“Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Mûsâ orada, Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü. Fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Mûsâ öldüğü zaman yüz yirmi yaşında idi; gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrâiloğulları Moab ovasında otuz gün Mûsâ’ya ağladılar. Ve Mûsâ için yas ağlama günleri tamam oldu.” [Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 34/5-8]
Bu ifadelerin, sonradan Tevrat’a ilâve edildiği açıktır. Halbuki Tevrat’tanmış gibi nakledilmektedir.
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah (c.c.) tarafından indirilen Tevrat’ı yani aslını, Kur’an tasdik eder. Tevrat’ı bir nûr ve nasihat [Enbiyâ suresi, 48], hidâyet kaynağı [İsrâ suresi, 2], bir hidâyet ve rahmet [Kasas suresi, 43] olarak vasıflandırır.
Buna karşılık Kur’an-ı Kerim, Tevrat’ın tahrif edildiğini de haber verir. Şöyle ki:
Onlar Kitabı elleriyle yazıp “bu Allah katındandır” diye yalan söylemektedirler. [Bakara suresi, 79] Allah’ın kelâmını değiştirmektedirler. [Bakara suresi, 59, 75] Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar / konuldukları mânâlardan çıkarmaktadırlar. [Nisâ suresi, 46; Mâide suresi, 13, 41; A’râf suresi, 162] Vahyi gizlemektedirler. [Bakara suresi, 159, 174; Mâide suresi, 15; En’am suresi, 91]
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah’ımızın sözlerini değiştirdiniz.” [Yeremya, 23/36]
Tevrat’ın tahrif edildiğini anlamak için ayrıca derin bir araştırma yapmaya da ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat’ta Allah’a oğul isnâd edilir. [Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7] Allah’ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir. [Tesniye, 4/24] Allah’a yorgunluk isnâd edilir. [Tekvin, 2/2] Allah’ın, Hz. Yakub’la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. [Tekvin, 32/28]
İftira edilen sadece Allah Teala da değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat’ta, Hz. Âdem, Allah’ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah’a hem Âdem’e iftira edilir: “İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.” [Tekvin, 3/22-23] Hz. Nuh’a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir. [Tekvin, 19/30-36] Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken’an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır. [Tekvin, 9/20-25]
Hz. İbrahim de Tevrat’taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra’yı kendi elleriyle Firavun’a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. [Tekvin, 12/14-19]
Hz. Yakub, Allah’a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir. [Sayılar, 11/10-15] Hz. Harun, Tevrat’a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir. [Çıkış, 32/1-5; 24, 35] Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrimeşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya’ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir. [II. Samuel, 11/2-27] Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir. [Krallar, 11/4] Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirlere yer verilir. [Neşideler Neşidesi, 1/1-4]
Aklı başında bir Müslümanın naklettiğimiz saçmalıkların İslâm akaidinde yerinin olmadığını bilmemesi düşünülebilir mi?
Bunlara inanması gibi bir ahmaklığı tasavvur olunabilir mi?
Bunların vahiy / İlâhî kelâm olduğuna inanması gibi bir eblehliği tahayyül edilebilir mi?
Sen daha bunların tahrifine dair hangi ayetten ve hadisten söz ediyorsun? Neyin nesini araştırıp soruyorsun?
Kaldı ki bunlar, muharref olmamış olsalar bile, zaten Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) gelmesi ve Kur’an’ın nüzûliyle mensuhturlar, hükümleri ortadan kalkmıştır. Ne okunmaları, ne de amel edilmeleri caiz değildir. Nitekim bir gün Hz. Ömer (r.a.), elinde bir kısım Tevrât parçaları ile Rasûlullah Efendimize (s.a.v) gelip şöyle demişti:
“- Yâ Rasûlallah! Zurayk oğullarından bir arkadaşımdan alıp getirdiğim bir kısım Tevrat...”
Hemen Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v) yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine, ezân rüyasında kendisine gösterilen Abdullah bin Zeyd, Hz. Ömer’e (r.anhuma):
“- Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullah’ın (s.a.v.) rengine bak, nasıl kızardı!” dedi. Bu hal karşısında Hz. Ömer kendini şöyle demekten alamadı:
“- Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı kabul edip râzı olduk.”
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) çok memnun oldu, üzüntüsü gitti ve şöyle buyurdu:
“- Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Mûsa aranızda olup da beni terk edip ona uysaydınız, apaçık bir sapıklığa düşerdiniz. Ümmetler içinde siz benim nasibimsiniz, peygamberler içinde ben de sizin nasibinizim.” [Nûreddin el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid ve menbau’l-Fevâid, I, 174]