Selamün Aleyküm Hocam
Neredeyse çevremizdeki herkes en az bir akrabasıyla konuşmuyor. Bu sebeple vicdanen rahatsız olsalar da “konuşursak zarar görüyoruz” diyerek barışmaya yanaşmıyorlar. Sebebini sorduğumuzda bazıları önemsiz şeyler anlatıyor, fakat bazıları namus iftirası, cana kasıt, evliliği bozma, vs gibi ciddi sıkıntılar yaşadıklarını söylüyorlar. Bazıları da basit sebeplerle küsmüş olsalar da karşılıklı cehalet ve nefse uyma neticesinde artık bir araya gelmeleri zor görünüyor. Bu gibi durumlarda ne yapılmalıdır. Birinci dereceden akrabalar, uzak akrabalar, evlilik vasıtasıyla akraba olanlar ve din kardeşler arasında araya mesafe koymak, küsmek ne zaman meşru olur ve sınırı nedir? Küsmediği halde konuşup görüşmese olur mu? İzah eder misiniz?
*******
Ve aleyküm selam.
1- “Kunuşursak zarar görürüz” düşüncesinde olanların bu endişeleri gerçek ise şayet, o zaman da gene belli bir mesafede de olsa irtibatı koparmamaya / sıla-i rahmi kesmemeye gayret etmelidirler.
2- “namus iftirası, cana kasıt, evliliği bozma, vs gibi ciddi sıkıntılar yaşadıklarını” söyleyenler, eğer bütün olumlu yaklaşımlarına rağmen hayırlı netice alamıyorlarsa, yine irtibat kapısını açık tutmak kaydıyla mesafeli de olsa alakayı tamamen kesmemeye itina göstermelidirler.
3- “basit sebeplerle küsmüş olsalar da karşılıklı cehalet ve nefse uyma neticesinde artık bir araya gelmeleri zor görünüyor. Bu gibi durumlarda ne yapılmalıdır?” Bu gibi durumlarda ne yaplıması gerektiği gayet aşikâr. Hemen araya girmeli, o basit küslük sebeplerini masaya yatırıp hallederek sulhu-barışı temin etmelidir. Zira apaçık haram işlenmekte, müfsidata yol açılmaktadır.
4- “Birinci dereceden akrabalar, uzak akrabalar, evlilik vasıtasıyla akraba olanlar ve din kardeşler arasında araya mesafe koymak, küsmek ne zaman meşru olur ve sınırı nedir?”
İnsanlara küsüp onlardan uzak durmak, esas itibarıyla mezmumdur; çirkin ve sevimsiz bir fiildir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), mü’minlerin birbirlerine üç günden fazla küs durmalarını yasaklamıştır, Hatta meşru bir sebebe-esasa dayanmıyorsa, o kadar kısa süreli de olsa küsmek doğru değildir.
Hakiki manada küsme mezmûm olmakla beraber, bir strateji ve bir taktik şeklinde ortaya konan ve bir yönüyle terbiyeye vesile yapılan “mecâzî küsme”ler de söz konusudur. Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) “îlâ hadisesi” ve meşrû bir özürleri bulunmadığı halde Tebük Seferi’ne iştirak etmeyen Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye (r.anhum) ile görüşüp konuşmayı belli bir süre yasaklaması “mecâzî küsme” olarak değerlendirilebilir.
İnsan, kendi anne-babasına mecâzen de olsa küsmemelidir.
Hakiki mü’min, zaman zaman incinse de, incitene küsmemeli ve hele asla incitmekle mukabele etmemelidir. İnsanın, küsebileceği yerde küsmemesi ona ibadet sevabı kazandırır. Mecelle hukukumuzun bir maddesi de, İslâm’da “Zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur” kaidesidir. Başlangıçta başkasına zarar verilmeyeceği gibi, zarara zararla karşılıkta bulunmak da yasaktır. O halde zarar; zarar vermeyecek bir şekilde giderilir. Meselâ:
(a) Ev komşusu, kendi evinin çatısını tamir ederken bitişiğindeki başkasına ait evin çatısını tahrib eder veya kiremitlerini kıracak olursa, bu bir zarardır; yapılmamalıydı. Ama kazara veya cehâleten olduğuna göre, bu zarara zararla mukabele edilmez Ancak mevcut zararın telâfisi cihetine gidilir.
(b) Umuma ait yoldan herkes geçebilir. Ama birisinin, başkasının geçeceğine engel olacak şekilde bir yüklü arabayı getirip yolun ortasına bırakması yasaktır. Bu vaziyete başkası da karşılık olsun diye, onun yolunu kapamaz.
Allah dostları, “Allah‘a giden yollar, mahlukâtın nefesleri adedincedir” demişlerdir. Kur’an-ı Kerim, “Ve o kimseler ki, Bizim uğrumuzda (Allah yolunda) mücâhedede bulundular, elbette onları Bizim (sırf hayr olan) yollarımıza hidâyet ederiz (Bize kavuşturacak yollara eriştiririz) ve şüphe yok ki, Allah Teâlâ elbette muhsin olanlar ile (iyi davrananlar, güzel huy ve iyilikte bulunanlarla) beraberdir.” [Ankebut suresi, 69] ayetiyle âdeta bu hakikatı ifade etmektedir. İlahî beyanda zikredilen “sübül” kelimesi, “sebîl”in cem’îsidir ve “yollar” demektir. Gayede-maksatta Allah Teala ve Onun rızası olduktan sonra, bu yollardan hangisinden gidilirse gidilsin, O’na ulaşılması muhakkaktır. Bu itibarla da, farklı meşrep ve meslekleri tercih eden mü’minlerin, kendi yollarının muhabbetiyle rızâ-yı ilahiye yürürken, diğer inananları kıskanmamaları, birbirleriyle rekabet etmemeleri ve küslüğe sebebiyet verecek tavırlara girmemeleri gerekir.
Vifak ve ittifak / birlik ve beraberlik, tevfik-i İlahî’nin vesilesi, ihtilaf ve iftirak da başarısızlığın ve maksada ulaşamamanın sebebidir. Kardeşliği zedeleyecek her düşünce, söz ve davranış, hayırlı faaliyetlerin bereketini de alır götürür.
O halde, Allah Teala’nın muvaffak kılmasını istiyorsak, ki mutlaka öyleyiz, hem kendimiz uyuşmazlık, kırgınlık, kavga ve ayrılık sebebi olabilecek kötü düşünce, çirkin laf ve kaba tavırlardan uzak durmalıyız, hem de uzak ve yakın çevremizi o türlü kötülüklerden korumaya çlışmalıyız. Bu açıdan, insanların aralarının bulunması, dargınların barıştırılması ve kırgınlıkların önünün alınması için hayatın her ünitesinde “muslih”lerden yana olmalı, barış ve barıştırmadan yana tavır almalıyız.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” [Nevevî, Riyazü's-Sâlihîn, I, 159] buyurmuştur. Evet, Allah’ın rızası gözetilerek yapılan en küçük iş dahi dergâh-ı ilahîde çok kıymetlidir. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı ahiret hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.
Meşhur abbasi halifesi Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hatun (r.aliyhima) çok saliha bir kadındı. Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahmân’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için binlerce altın harcamıştı. Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mualla kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki;
- “Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş:
- “Evet doğru, Rahîm olan Rabbim bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat, bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri sebebiyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahiler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin, sazlarına vurdukları bir sırada, minarelerden ezan-ı Muhammedî’nin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezanı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, bana denildi ki, “Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.”
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), Buhari’deki bir hadis-i şeriflerinde, dargınları barıştırmayı “sadaka” olarak değerlendirmiştir. Tirmizi’deki bir beyanında da, “Nafile namaz, oruç ve sadakadan daha faziletli amel, iki kişi arasını bulmak ve düzeltmektir; çünkü ara bozukluğu dini kökünden yıkar.” buyurmaktadır. Bu itibarla, küsleri barıştırma, Cenab-ı Hak nezdinde çok kıymetli bir amel ve önemli bir ibadettir. Şu kadar var ki, arabuluculuk belli bir alana mahkûm edilmemeli; sadece mahalle, köy, ilçe, il ya da ülke çerçevesinde insanların aralarını düzeltmekle yetinilmemeli; belki bu hususta da himmet ve gayret geniş tutulmalı ve dünya çapında bir sulh hedeflenmeli; küs milletleri de barıştırma ve dargın insanların birbiriyle irtibatını sağlama yolları aranmalıdır.
Son sözümüz İlahi beyandan olsun:
“Mü'minler ancak kardeştirler. Onun için iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete şâyân / lâyık olasınız.” [Hucrât suresi, 10]
Bu mevzuda daha geniş bilgi için bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1629-yakin-akrabayi-ziyaret-sila-i-rahm.html