selamun aleyküm hocam
1-şeriatı kabul eden inkar etmeyen ama nefsinden dolayı Allahın hükümlerinin uygulanmasını, şeriatın gelmesini istemeyen dinden çıkar mı. bir arkadaşım günah işlemekde rahat edememe düşüncesi ile şeriatın gelmesini istemiyor.bunun hükmü nedir.
2-fıkıh da namaz kılmayana hapis ve ölüm gibi cezalar var.bunlar uygulanması gereken zorunlu şeyler mi.esnetilebilir mi.şeriatte esnetilebilen hükümler var mıdır.arkadaşım özellikle bu konu ve alkol içene verilen had cezası ile ilgili konular için istemiyor.
3-peygamberlerin mucizelerinden hareketle bilimde ilerleme konusu ile ilgili şöyle birşey söylediler.ölüyü diriltme mucizesi ile ilgili peygamberin böyle bir mucizesi varsa demek ki dünya da ölüler bilimin ilerlemesi ile belli bir süre olsa da diriltilebilir.böyle birşey olabilir mi.kuranla bilim arasındaki ilişki nedir.
Hocam bu konularda bilgi verieseniz çok sevinirim. Allahu teala sizden razı olsun. hakan demir
*******
Ve aleyküm selam.
1- İslâm dini; iman, ibadet, muâmelat, münâkehât, ukûbat ve ahlâkî tüm esaslarıyla bir bütündür. Topyekün kabul edip inanmak gerekir. Öyle yarım yamalak, buçuk-çeyrek İslâm olmaz, Müslüman olunmaz. Şeriat, ahkâm-ı İslâmiyye'nin tamamıdır. Şeriat istemeyen İslâm’ı istememiş olur. Kısacası hayat da bir bütündür, insan da bir bütündür, İslâm da bir bütündür. Bu bütünlüğün şuuruna varmadan cüzlerle uğraşıp durmak beyhude bir çabadır, fuzûli bir çırpınıştır!
Başka bir ifadeyle Şeriat, Allahu Teâlâ'nın vahyettiği Kur'ân-ı Kerim ile Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinden, ya bunların açık ifadelerinden yahut da delâletlerinden alınarak ortaya konmuş bulunan hükümlerdir. Yani bir kısmı doğrudan vahye, bir kısmı ise içtihada dayanan dinî esaslardır. Bunlar, her zaman ve mekânda geçerlidir.
"şeriatı kabul eden inkâr etmeyen ama nefsinden dolayı Allahın hükümlerinin uygulanmasını, şeriatın gelmesini istemeyen"ler, Kur'ân, Sünnet, İcma ve Kıyas delillerine (kaynaklarına) dayanan İslâm'ın tamamını kabul ediyoruz, ama bir kısım ameli hususları inkâr etmemekle birlikte nefsimize zor geldiği için uygulamak istemiyoruz, demiş oluyorlar. Bu dünyadan amelsiz iman götürmek çok müşkil bir iş. Lakin götürebilirlerse işleri meşiyyet-i ilahiye kalıyor.
"İslâm'ın bütününe inanan ve vüs'atlarınca tamamını yaşamaya çalışan mü'minler "sâlih ve kâmil" mü’minlerdir. Yine tamamına inanıp bağlayıcı olduğu halde bir kısmını yaşayamayan (ibadeti-ameli, uygulaması eksik, kusurlu olan) mü'minler ise "günahkâr" Müslümanlardır. Allahu Teâlâ onları dilerse affeder, dilerse azap edip cezalandırır.
"İslâm'ın bir kısmını (şeriatı) kabul etmem" diyenler "onun da dinden olduğunu kabul ediyor, böyle olduğuna inanıyorum, ancak onunla amel etmek istemiyorum" demek istiyorlarsa, kasıtları bu ise, büyük günah sahibi olurlar… O halleriyle yani amelsiz-ibadetsiz ahirete iman götürmeleri fevkalâde zordur. Ama zerre miktarı da olsa imanla gidebilirlerse şayet, onların işi de Mevlâ'ya kalmıştır, dilerse affeder, dilerse azap eder.
"Dinin bu kısmına inanmıyorum, ama şeriatı dinden saymıyorum" demek istiyorlarsa, İslâm ile bağlılık ve aidiyet / illiyet râbıtalarını kesmiş olurlar. Binaenaleyh, bu durumda olanların aynı zamanda Müslüman olmaları mümkün ve sahih değildir.
Hâsılı, “Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır…” [Ahzâb suresi, 4] Ki, birine iman, öbürüne de inkârı yerleştirsin…
2- İslâm, Allah indindeki tek hak dindir. Nasıl Allahu Teala için uyku-yorgunluk-esneme gibi acziyetler söz konusu değilse, Ahkâm-ı İslamiyye'de de insan misâli “esneme” olmaz. Şer’î hükümlerin tatbik olunduğu ülke, Ehl-ie Sünnet'ten hangi mezhebin içtihatlarını esas almışsa, kaadıların verecekleri hükümler de onlara istinat eder. Ancak istisnai durumlarda diğer hak mezheplerin içtihatlarından da faydalanabilirler. Yoksa ne ibadetler, ne de muâmeleler-cezalar mevzuunda hükümler Ali-Veli için ya da hatırı sayılır birileri için hükümler esnetilip kanırtılmaz!
3- “peygamberlerin ölüyü diriltme mucizesi ile ilgili olarak dünyada ölüler bilimin ilerlemesi ile belli bir süre olsa da diriltilebilir mi, böyle birşey olabilir mi?” Bilmem, bilemem… Çalışmaları bekleyip gelişmeleri göreceğiz… Şimdiden bir şey söylemek imkânsız. En azından bendeniz âciz için muhâl. Fakat Cenab-ı Hak izin verirse olmayacak bir şey yoktur mâlumunuz... Kezâ O'nun izni olmazsa da, olabilecek hiçbir şey yoktur.
“kuranla bilim arasındaki ilişki nedir? sualine gelince… Bu, tekrarlana tekrarlana artık cılkı çıkmış, yalama olmuş, klişeleşmiş bir soru. Ama gene de bir nebze üzerinde duralım...
…Ve hemen belirtelim ki; Kur’an’la bilim ters düşmez. Çünkü bilimin gerçekçi olarak ifade ettiği mevzularda Kur’an’la tamamen ittifak halindedir. Yüce Kitabımız mutlak doğru olan ilmî çalışmaları hiç bir zaman reddetmediği gibi, aksine teyid etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ilmî gerçeklerle alakalı bir çok ayet mevcuttur ve bugün bilim de bunu teyid etmektedir.
Bir başka gerçek; bilimin her yaptığı çalışma doğru sonuçlar vermeyebilir. Mesela bugün bilim tarafından doğru kabul edilen bir vak’a, yarın reddedilebilir ve ona zıt bir vak’a /olgu kabul edilebilir. Ancak Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadelerin hiç birisinin aksi isbat edilememektedir. Demek ki ilmî çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerim’i kendimize kılavuz edinmeliyiz ki doğru neticelere varabilelim. Aksi takdirde Kur'an-ı Kerim'e zıt düşen hiçbir çalışma ciddi bilim tarafından geçerlilik kazanamayacaktır.
Bilim, değişik yollarla elde ettiği bilgileri zamanla değiştirebilmektedir. Bu sebeple dini kaynakların verilerine uygun olan ilmî gelişmelerden istifade etmek gerekli olmakla beraber, dini kaynaklara uymayan verilerin / donelerin zamanla değişebileceğini düşünerek dikkatli olmak gerekir. Ancak kesinlike dini kaynaklarla uyum içinde olan bilgileri almanın bir sakıncası olmadığı gibi, bunu dinin de tavsiye ettiği unutulmamalıdır. Bu itibarla her ilmî gelişmeye karşı çıkmak nasıl yanlış ise, yine her ‘bilimsel gelişme’ denilen bilgileri almak da o derece yanlışıtr. Bilgilerin dini kaynaklara uygunluğuna göre karar vermek en güzelidir. Dini kaynak dediğimizde Kur'an ve hadisten anlaşılanlar değil, onların kendileridir. Kur'an ve hadisten anlaşılanlar alimlerin içtihatlarıdır, tefsir ve te’villeridir.
Açıkça belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, 'ilim' değil, 'bilim'dir. İlim, 'aydınlık' kokan 'din' kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi Sırat-ı Müstakîm'e götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir.
'Bilim' denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan mânâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzûmesidir.
İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle Batı'nın mahsulüdür. Bu bilim, hakikatı ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikatı inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide-gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa, elde bütün yanlışların ölçüleceği, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir 'Değişmez'in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan tecrübenin ve müşahedenin (deney ve gözlemin) halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.
Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve irade'siyle yazdığı ve bir plân-program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır. Gerçek ilimler ise, Allah Teala'nın kâinattaki icraatından, kâinattaki İlâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir.
Bundan başka, Allah'ın (c.c.) bir de Kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabı vardır ki, Hz. Allah, bu Kitabı ile kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve âhenk içinde var eden Hâlık Teala, kurduğu bu düzeni Kur'ân'la ifade eder.
İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur'ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah'ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç râbıta halinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir! Öyle değil mi?