Sevgiyle muhabbetle selamlarımı iletiyorum... Halis abi eski dönemlerden kalan yıkıntı harabeleri mesela Apollon tapınağı, Aphrodisias, Efes Selçuk Laodikya gibi yerleri gezmenin hükümleri nelerdir... Manevi olarak zararı varmıdır??? Cevaplarınız için şimdiden teşekkürler...
*******
Bilmukabele selam ve muhabbetler…
Değerli kardeşim;
Hemen her milletten insanın gezip dolaştığı, daha çok da Hristiyanların- gayrimüslimlerin uğrak yeri olan ve zulmetten başka bir şeyin hâkim olmadığına inandığımız sözkonusu yerleri, dinî düşünce ve niyetle (sevap kastıyla) ziyaret etmenin münasip olmayacağı açıktır. Bunda kuşku yok. Oralar ancak olsa olsa ibret nazarıyla ve bir de o alanda bilgi edinmesi gerekenlerin araştırma-inceleme yapmak gayesiyle gezip görebilecekleri yerlerdir. Geçmişte neler olduğunu, nice kavimlerin-milletlerin-toplumların onca varlıklarına, güç ve kuvvetlerine rağmen nasıl da helâk olduklarını, yok olup gittiklerini görüp ibret almak için… Nitekim Rabbimiz (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Onlar, yeryüzünde gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin âkıbeti / sonu nasıl olmuş baksınlar? Onlar, kendilerinden daha güçlüydüler. Toprağı sürmüşler ve onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek Allah onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı.” [Rûm suresi, 9] “Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin sonları nasıl olmuş? Onlar yeryüzünde gerek kuvvetçe ve gerek eserce kendilerinden daha üstündüler. Öyle iken Allah onları günahları sebebiyle tutup alıverdi. Kendilerini Allah'ın azabından koruyacak biri bulunmadı.” [Mü’min suresi, 21]
Zulümâtın hâkim olduğu bu gibi yerlerde fazla durmak, eğleşmek de pek makbul değildir. O bakımdan bu ve benzeri yerlerdeki gezmelerde, tuvalet misâli ihtiyaç miktarını aşmamaya dikkat etmek gerekir. Bâhusus tasavvuf erbabı mü’minler, manevi bakımdan sıkıntı yaşamamak için de, o mekânlarda bulundukları esnada tesbihten-tehlilden, zikir ve tefekkürden gafil olmamaya gayret etmelidirler.
Böyle yerlerin, şeytanların eğleştikleri yerler olması hasebiyle, buralarda gereğinden ziyada kalmanın doğru olmayacağına dair, Asr-ı Saadet’te vuku bulan bir hadise şöyledir:
Hayber fethi dönüşünde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ile mücâhidler uyuyakalarak sabah namazına kalkamamışlardı. Şöyle ki:
Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v.), Ashab-ı Kiramla (r.anhum) Medine'ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahidler bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) emriyle bir yerde konakladılar.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), "Sabah namazı vaktimizi kim bekleyecek, belki uyuyabiliriz" diye Ashab-ı Kirama (r.anhum) sordu. Hz. Bilâl (r.a.) ayağa kalkıp, "Ben beklerim yâ Resûlallah" dedi.
Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimizle (s.a.v.) mücahidler uyudular.
O sırada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücahidlerin "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Râciun" demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş ve her taraf aydınlanmıştı.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) telaşla, "Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?" diyerek sitem etti.
Hz. Bilâl, "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu bırakmadı" deyince, Rasûl-i Zîeşân Efendimiz (s.a.v.) gülümseyerek, "Doğru söyledin" buyurdu. [İbn Hişam, Sîre, 3, 355]
Sahabîlerin uyuya kaldıkları vadiden çıkılınca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), "Burası şeytanların eyleştiği bir vadidir" buyurdu ve abdest alınmasını emretti. Efendimiz (s.a.v.) de abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl'e, "Ey Bilâl! Ezanı oku" diye emretti.
Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) onlara, "Sabah namazının sünnetini kılınız" buyurdu.
Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.), "Ey Bilâl! Kâmet getir" dedi.
Hz. Bilâl kâmet getirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v.) imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı Kirama (r.anhum) döndü ve şöyle buyurdu:
"Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin." [A.g.e ve m.. 3, 355]
Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahidlerle birlikte tekrar Medine'ye doğru yol aldı. Uhud dağı görününce, "Biz Uhud'u severiz, Uhud da bizi" buyurdu.
Ordusuyla Medine'ye girerken de şöyle duâ etti: "Yâ Rabbi! Senden başka Mâ'bûd yoktur, yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur, bütün mülk senindir. Bütün hamd ü senâ da Senindir.
"Allah'ım! Biz Sana yöneldik, günahlarımızdan tevbe ediyoruz. Biz ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize secde, Rabbimize hamd ederiz.
"Rabbimiz va'dinde sâdıktır; kulu Muhammed'e nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp sindirmiştir." [İbn Sa’d, Tabakât, 8, 123-124]
Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v.), herhangi bir gazadan veya hacdan yahut bir umreden döndüklerinde, bir dağ başına çıkınca, ya da düz, yüksek bir sahaya varınca, üç defa tekbir getirdikten sonra hep bu duayı yaparlardı.