Selâmün aleyküm hocam. Nicin türkçe olaraK ibadet etmiyoruz..turkuz dilimizde turkce fakat namazda neden arapça dua okuyoruz..nicin kurani kerim arapca.halbuki turkce olsa daha ii anlariz.okuruz.diger turlu arapça yi ogrenmemiz lazim ki anlayalim..herhangi bir delil var mi ibadetleri arapca yapin diye.kurani kerimi arapca okuyun diye.mealini okusak kurani kerimi okumus olmayiz mi oyle sevap deil mi yani..? Vb. Gibi sorularla karsi karsiya kaldim da hocam dilimin döndüğü kadar bildiklerimi aktardim fakat karsi taraf pek mutmain olmadi. Bu konu da yardimci olursaniz sevinirim. Şimdiden allah razi olsun.hayirli calismalar.
*******
Ve aleyküm selam.
Hemen hepsi de aynı mevzuda olan karma sorularınızı vaktimiz nisbetinde maddeler halinde cevaplamaya çalışalım.
1- Kitabımız Kur’an Arap lisanı üzere inzâl olmuş ve İslâm’da ibadet dili de Arapça’dır. Bir başka ifadeyle Rab’ça... Bu arada dua ve niyazla namazı birbirine karıştırmamak lazım. Bunlar min veçhin farklı şeylerdir. Kur'an-ı Kerim'de, “Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun” [Müzzemmil suresi, 20] buyrulduğu gibi, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de bütün namazlarda Kur'an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken, “...Kur'an'dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” [Müslim, Sahih, Salât, 45] buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur'an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın Rasûlü Hz.Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) Cibrîl-i Emîn vasıtasiyle indirdiği mânâya delalet eden elfâzın (nazm-ı münzel'in) ismidir. Sadece mânâ olarak değil, Rasûlüllahın (s.a.v.) kalbine elfâzı ile birlikte indirilmiştir. Usûl-i fıkıh tabiriyle Kur’an, “nazmü’d-dâl ale’l-mânâ”dır. Bu itibarla bu elfâzdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mânâ Kur'an değildir. Çünkü indirildiği elfâzın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mânâ Cenab-ı Hakk'ın kelâmı değil, mütercimin ondan anladığıdır (tefsiridir-yorumudur). Halbuki Kur'an mefhumunun / kavramının muhtevasında, sadece mânâ değil, bir rüknü olarak onun elfâzı da vardır. Nitekim,
“Muhakkak ki o, âlemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu'l-emîn (Cebrail), nezîrlerden / uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap lisaniyle indirdi.' [Şuara suresi, 192-195]
“Böylece biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.” [Ta-Ha suresi, 113]
“Takvâ sahibi olsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur'an indirdik.” [Zümer suresi, 28]
“Bu, bilen bir toplum için, ayetleri, Arapça bir Kur'an olmak üzere ayırt edilip (ayrıntılı olarak) açıklanmış bir kitaptır.” [Fussılet suresi, 3] gibi tam on ayrı yerde [Bkz. Yusuf suresi, 12/2; Ra'd suresi, 13/37; Nahl suresi, 16/103; Şûrâ suresi, 42/7; Zuhruf suresi, 43/3; Ahkaf suresi, 46/12] nazm-ı münzel'in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mânânın değil, elfâzının da Kur'an kavramının muhteviyatına dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercemesine Kur'an denilemeyeceği ve tercemesinin / mealinin Kur'an hükmünde olmadığı hususunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir.
Malum olduğu üzere terceme, bir sözün mânâsını başka bir dilde dengi-misli bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine hâs / sırf ona ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir terceme aslının yerini tutmaz-tutamaz ve hiçbir tercemede de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz.
O halde, Kur'an-ı Kerim gibi, ilahî belâğat ve i'câzı hâiz bir kitabın aslı ile tercemesi arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk (Yaratan'la yaratılan) arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri yaratan Allah Teala'nın kelâmı; diğeri ise yaratılan kulun âciz beyanıdır. Hiç böylesi bir tercemenin, Allah kelâmının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslâm dini cihanşumûl (evrensel) bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun âlemşumûl oluşunun bir iktizasıdır / gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi, içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Meseleye ülkemiz açısından baktığımızda ise, böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan terceme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua, kulun Allah'tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde ülkemizde Türkçe dua da yapılmaktadır.
Öbür yandan, Kur'an-ı Kerim'in en önemli özelliklerinden biri de i'câzdır. Bir benzerinin ortaya konulması hususunda, Kur'an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i'câzın sadece mânâda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” [Bkz. Bakara suresi, 23-24; Yunus suresi, 37-38; Hud suresi, 13; İsra suresi, 88; Tur suresi, 33-34] mealindeki tehaddî (meydan okuma) ayetlerinden bu hususiyetin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler biraraya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerimeden [İsra suresi, 88] de, Kur'an'ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercemesinin Kelâmullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercemesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi'nin Cuma namazında Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercemesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğü’nün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında M. Kemal tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi'nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey'eti kararında;
“Namazda kıraet-i Kur'an bi'l-icma‘ farz ve Kur'an'ın herhangi bir lügat ile tercemesine Kur'an itlakı kezalik bi'l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur'an mahallinde terceme-i Kur'an'ın adem-i cevâzı da bi'l-umum mezâhib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücâseret, namazı vaz'-ı şer'isinden tağyîr ve emr-i dini istihfâf ve mel'abe şekline vaz'ı mutazammın olduğu gibi, beyne'l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hudûsuna bâis olacağından, fiil-i mezbûre mücâsereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref'i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...' denilmiştir.
Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur'an-ı Kerim metinlerinin manalarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak mânâsını anlamak, onun hidâyetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin (c.c.) emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur'an-ı Kerim'i terceme etmenin ve bu maksatla meal, terceme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercemeleri Kur'an yerine koymanın ve Kur'an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır. Bunları birbirine karıştırmamak, meseleyi -âmiyane- tabirle çorba etmemek lazım.
Namazda ibadet-kıraet ve namaz dışında tilâvet olarak Kur'an-ı Kerim aslî lafızları ile okunur. Rabbımızın (azze ve celle şânuhu) bize olan nasihat, emir ve nehiylerini öğrenmek, onun irşadından faydalanmak maksadıyla da, terceme, meal ve tefsirleri-açıklamaları tabii ki okunabilir. Ancak bu maksatla Kur'an-ı Kerim'in terceme, meal ve açıklamalarını okurken, haddi aşmamak, sınırları zorlayıp müçtehitler gibi ayetlerden hükümler çıkartmaya kalkışmamak elzemdir. O bakımdan bu noktada aslolan okumalar; dinî mevzularda özelllikle akaid, fıkıh, ahlâk-siyer alanlarında sağlam, güvenilir Ehl-i Sünnet'e bağlı yazarlar tarafından kaleme alınmış komprime eserler olmalıdır.
Mevzu ile alakalı daha fazla ve farklı bilgiler için, ayrıca sitede araştırma yapabilirsiniz.
Bu ilk maddeyi geniş ve etraflıca ele aldığımız ve sorular da birbiriyle içli-dışlı olduğu için, bundan sonraki maddeleri kısa-kısa cevaplamaya çalışacağız.
2- Kur’an-ı Kerim niçin mi Arapça? Bunun da kısa cevabı; onu gönderen Zât-ı Ecell-i A’lâ Rasûlünü / Habîbini Arap kavmi içinde halk etmiş, gönderdiği Kitab-ı Kerim’ini de O’nun lisanı üzere göndermiştir. Hikmetinden suâl olunmaz. O, yaptıklarından mes’ul değildir, kimseye hesap vermez, kimse de hesap soramaz.
Ayrıca unutmamak lazım; Şeriatın dört aslî ve en az bir o kadar da fer’î olmak üzere birçok delilleri vardır. Bütün hükümler gibi bunlar da mutlaka o delillere dayanır. En basitinden bu güne kadar uygulanagelmiş ve mürekkep icma‘ halini almış bu ve benzeri meseleler üzerinde konuşmak, âmiyane tabirle ‘tartışmak’ ahmaklıktan öte bir şey değildir. Bu husustaki başka sebep ve hikmetler için de gene sitede bu mevzudaki yazılara bakabilirsiniz.
3- Her şeyi ezberliyorsun da, ibadet edebilecek kadar kısacık bir metni mi ezbelemekten acizsin? Elbette ki lüzumu kadar ezberleyeceksin! Her şeyde olduğu gibi, ibadette de öyle “armut piş ağzıma düş” basitliği-kolaycılığı yoktur ve olamaz da…
4- Allah kelâmı olan Kur’an-ı Kerim bir yana, yukarıda belirttiğimiz gibi, sıradan bir beşer metni bile hiçbir zaman tercemesinin-mealinin aynı değildir. Kur’an meali nasıl aslının aynı olabilsin..? Tilavet sevabı da meali için değil, asliyle alakalıdır. Meal okumakla Kur’an okunmuş olmaz.
5- Size ve diğer bütün okurlarımıza tavsiyemiz; okuyunuz, çok çok okuyunuz! Özellikle ihtiyaç hissettiğiniz mevzularda araştırma yapıp, üzerinde ilmî kıstaslar dâhilinde tezekkür-tefekkür ve taakkulden geri kalmayınız… Yoksa biz ya da birileri bu ve benzeri mevzuları böyle binlerce kez yazıp çizseler de, sadra şifa bir şey elde edilmez. Reçete yazıldıktan sonra bir yere konulup ilaçlar alınmazsa şifa bulunmaz. Araştıracaksın eserlerde, en basitinden internette; mesela bizim sitede, bu mevzularda kaleme alınmış yazılara yeterince ve gereğince bir atf-ı nazar edeceksin…
Unutmamak lazım; atalarımızın dediği gibi, “Gezmeden seyyah, okumadan âlim” olunmaz!